Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
MELO(DRAM) eysoylu ailelerin çocukları arasından hemen her zaman bir isyankâr çıkar. Bu, çekik, yırtıcı gözlü, ikinci sınıf (!) sinema oyuncusu da kendi ailesinin isyankârıydı muhakkak. Bohem hayatı seçmişti. Gözü kara çıkmış; yaşamın ‘bozuk para’ gibi harcanabileceğini kanıtlayan insanlar arasına katılEnis mış, karışmıştı. Kim bilir hangi içsel acılar, hangi yetinmezlikler, reddedişler, beysoylu bir ailenin gün görmüş kızını, Yeşilçam’ın yoksul mahallesine itmişti. Orada ne arıyordu? Bu süreç, bu, çok önemli yaşam kesiti bilinmez olarak kalacak. Çünkü pek çok benzeri, özdeşi gibi, Diclehan Baban da, duyuşları, fırtınaları açısından deşilmeyecekti. Ölümcül hastaymış. Kanserden ‘eridiğini’ öğrenecektim. Sadece kırk altı yaşındaymış, öldüğünde. Kim bilir hangi ruh sarsıntıları? Hepi topu üç kez. Yüz yüze gelişimiz. Gümüş yaprakların kararmışlığı, bir romanımda uydurduğum kırık kâse. Neden unutamadım bu kadını? Şimdi hissediyor, biliyorum ki, yazmak istediğim insanlardan biri. Hissediyorum ki, yalnız öylesi insanlar ilgilendiriyor beni, boyuna onları yazmak istiyorum…” Bu üç noktayla bitiyordu Selim İleri’nin, Cumhuriyet’teki köşesinde, üst üste üç yazıda bütünlediği Diclehan Baban portresi. Selim İleri’nin dünyası, ‘kaybetmemek için pek çok veriye sahipken, kendisini kaybetmeye bırakmayı seçmiş’ insanlara geniş yer açar. Burada, ya da Cahide örneğinde olduğu gibi, onları birebir değilse bile gerçeklikleri içinden izlediğinde, büsbütün kurmacaya akıttığı hayatlara oranla daha fazla etkileniyor olmanın bir açıklaması, büyük olasılıkla, dokümanten bakışa yakın ve yatkın durmam: Bana bir hayat sunun, onun dramından sarsılmaya hazırım. Diclehan Baban portresine dalıp çıktığım günlerdeydi, bir sabah, geceden artan bir düşle kalktım yataktan, gerisini yazı masama oturduğumda tamamladım: Ertuğrul Kürkçü’ye, karşıma oturtup, en küçük ayrıntıları su yüzüne çıkartabilecek bir sürü soru eşliğinde, Kızıldere’deki son geceyi anlattırmak. Sonra da, dinlediklerimden hareketle, tek bir özel isim kullanmadan (belki başharflere sığınarak), “olay”ı boşlukta yeniden kurmaya girişmek: The Way They Died. “B BATUR Pervasız Pertavsız Sokağın içinde ve ötesinde tım hep, bu çabaların, girişimlerin tam neye yaradığını anlayamadım. Öyle sanıyorum ki, on yıllık sürelerle şiir arenası kalabalıklaşıyor, yeni bir “kuşak” yetişiyor, bu sıkışıklıkta kendisine yer bulamamaktan, en azından gönüllerince bir yer bulamamaktan endişe duyanlar “değerlendirme”ye girişiyorlar. Bir önceki, iki üç önceki kuşaktan şairlerin arasından hâlâ endişelerini yitirmemiş olanlar da aynı süreci paylaşıyorlar. Bir itişkakış ortamı doğuyor bir süreliğine: Hakkını vererek, çarpıtarak, çevre ilişkilerini kollayarak, kükreyerek, gül dağıtarak, büyüklerle ya da küçüklerle iyi geçinmeye özen göstererek sayfalar dolduruluyor. Bu değerlendirmelerle, soruşturmalarla loncaya kayıtlı şairlerle birkaç eleştirmen dışında kimsenin ilgilendiğini bugüne dek görmedim. Tamı tamına on beş yıl önceydi, Mekke’deki bir hacı topluluğu belirsiz nedenlerle paniğe kapılarak bir tünelin içinde ölmüştü. Tünelden bir an önce çıkabilmek uğruna biribirilerini ezmeleri, çiğnemeleri boğularak ölmelerine yol açmıştı. Olayın beni etkileyen boyutlarından birisi de, bunca inanmış, hacca gidecek ölçüde dinine bağlı insanların dünyevî bir durum karşısında dışavurdukları tavırdan kaynaklanıyordu. Şairlerimizin durumu bana bu olayı düşündürüyor. Bana öyle geliyor ki, şair önce iyi şiirler yazmaya bakmalı. Sonra, iyi şiirlerle inşa edeceği iyi kitaplar kurmaya. En sonra da, kitaptan kitaba özgün, sahici, arayışı ve derinleşme çabasını göstereceği bir çizgi çekmeye. Bütün bunlar yetmeli şaire. Onu görmezlikten gelmeye, tasfiye etmeye, yüceltmeye, yanlış yere yerleştirmeye mi çalışıyorlar: Aldırmamalı, işine bakmalı. KILIÇ SATIŞI Gece vakti, Beşiktaş’taki büyük bir binanın önünde tezgâhını açmış, bir de ışıklandırma düzeni kurmuş. Ne satıyor? Samuray kılıçları. Bir girişimci, yeryüzü pazarına son yıllarda katıldığını gördüğü yeni ‘dekoratif’ unsurları Türkiye’ye getirme kararı almış besbelli: Kimi dükkânlarda ortaçağ şövalye zırhları, Excalibur ve Samuray kılıçları görüyordum epeydir. Anlaşılan, ithalat fazlası söz konusu, bazı parçalar şişmiş, elinde kalmış. Tezgâhçıları işe koşmuş, onlara ola ki iyi kâr payı bırakıyor. Beşiktaş’ta, ana cadde üzerinde, kılıçlarını dizmiş, müşteri bekliyor birisi. Yazın ortasında, gece geç saat, Beşiktaş’tan geçen alıcı adayı kim olabilir? Bir vakitler Shogun dizisinden etkilenmiş bir televizyon izleyicisi mi? Japon kültürüne, geleneklerine, samuraylara, bir kılıcı satın alıp duvarına asacak ölçüde ilgi duyacak müşterinin profili tamı tamına nedir? Türkiye, gitgide zor anlaşılır bir ülke kimliğine bürünür oldu. Evlerin içini merak ediyorum. Ne’lerle süslüyorlar acaba salonlarını, oturma odalarını? Laleli’deki, Kapalıçarşı’daki, Kadıköy ya da Nişantaşı sokaklarındaki vitrinleri, tezgâh mallarını gördükçe, bu dipsiz çeşitlilik karşısında afallıyorum. Sonra dönüp kendi evime bakıyorum: Neresi burası, neyin nesiyim ben, içinden çıkamıyorum. Eskiden, gazeteci sokağa çıkardı. Bazı soruların yanıtlarına ulaşılmasını sağlardı sokağa bakan göz. Şimdi uzakta bir mahallede, bir Plaza binasındaki köşelerinden sıradan kanatlar saçıyor, hiçbir şeyi aslında görmüyorlar. Bundandır, bir görüş alanı kapanıyor. İçinde yaşadığımız, aykırı da olsa parçası olduğumuz toplumda neler olduğunu anlayamıyoruz artık. KILL BILL Kill Bill’i (Vol. I ve II bir arada), enikonu keyifle, hem de üst üste iki kez izlemiş olmam, yakın çevremde homurtulara yol açtı: Cem Akaş dışında, konuyu açtığım her dostum yakışıksız buldu yaklaşımımı, İsmail Ertürk bile. Keçi inadından kesinkes değil, Tarantino’nun projesini anlamak istemediklerini düşü Selim İleri Dram’dan Tragedya’ya bir adım. Dram’la Melodram arası da öyle. Yunan tragedyasında “durum”larla “kahraman”lar biribirilerine eklemlenir: Seçimler, kararlar, kazalar aracılığıyla. Bizi modern kılan, belki de, Hayat’a Medea’nın çocukları ya da Oidipus’un babası açısından bakmayı da akıl etmiş olmamızdır. ŞAİR ÖNCE Otuz beş yıldır şiir okuyor, yazıyor, şiir üzerinde düşünüyor, düşünmüş olanların yazdıklarını gözden geçiriyorum. Bu süre içinde, her yıl değilse bile iki yılda bir, bir dergide değilse ötekisinde, “Günümüz Şiiri” hakkında dosyalarla, soruşturmalarla karşılaşCUMHURİYET KİTAP SAYI 842 nüyorum, kendi payıma. Kill Bill’i, son derece önemli bir “üstfilim” olarak değerlendiriyorum, yönetmenin hem sinema ve sinema tarihi hem de epos’un geçmişi, kilit kavramları ve evrimi üzerinde bu filmi yaparak düşündüğünü düşünüyorum. Başta, Bill’in son bölümdeki “kahraman”lar hakkındaki uzun tiradı, pek çok veri bu savı doğruluyor sanıyorum. Western’lerden Kung Fu yapımlarına, gangster filimlerinden çek savaşlarına, Yunan tragedyasından çizgiroman kültlerine ve kültürlerine, bütün ana odaklara özel büyüteciyle eğiliyor Tarantino ve şık bir okuma gerçekleştiriyor. Kill Bill’e bir yorum ve bir aşırıyorum çalışması olarak da bakmalıyız bana kalırsa. Bundan da önemlisi, bu “üstfilm”i taşıyan ve konusu elbette incir çekirdeğini bile doldurmayan film eğlendiriyor da. Kabarık ölü sayısı, kilolarca kan, kopan organlar bir yılgı tablosu yaratmıyor, çünkü bu kez, Tarantino şiddeti bir yandan olağanüstü bir koreografiyle işliyor, bir yandan da mantıkdışı yüklemelerle tragedya’dan komedya’ya evrilmesini sağlıyor. Sinema, eğlence endüstrisinin önde gelen kollarından biriyse, ki Meliés’ten bu yana böyledir, Kill Bill’in bu görevi hakkıyla yerine getirdiğine inanıyorum. Far West ile Far East’ın kültürel diyalogları abartılı, yüzeysel bulunabilir şüphesiz. Ne yapalım ki, bana öyle gelmiyor: Kılıç, samurayla Excalibur şövalyesi arası gidip gelirken, sıkı bir kılıç tarihi zemini yaratıyor: Her nesnenin içinden bir de metafor damarının geçtiğini anımsatarak. Bir başka yakada, iyi bir karşılaştırma konusu çıkıyor önümüze: Kurosawa’nın Yedi Samuray’ı ile Kill Bill’i yan yana koyarak. Daha ne beklenebilir, bir filimden? ? Haftanın kitabı: Asya / Ertan Yılmaz/ Şiirler/ Yom Yayınları SAYFA 15