03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? mi. Bu anlamda tehlikeli bulur musunuz kendinizi? Bulurum. Bütün insanlar bana çok efendi, saygılı olduğumu söylerler. O dış görüntümdür. Öyle biri değilim aslında. Çalkantıları, öfkeleri olan biriyim. Kötülük yapamam ama aklından kötülük geçen bir insanım. Kitapta yazdığınız gibi fotoğraflar merhametsiz midir sahiden? İlhan İrem’in Ben Değilim diye bir şarkısı vardır. O şarkının sözlerinden etkilendim. Fotoğraftan korkarım. Kitapta fotoğrafı kullanmam da ilginç: Çünkü bende fotoğraf yoktur. Fotoğrafların tamamına yakınını attım. Ama kitapta kullandığım bu fotoğrafı atamadım. O fotoğrafta bir sır vardı. Ve beni en fazla o fotoğrafın açıklayacağına inanıyordum. Metafiziksel bir şey. Fotoğrafı büyüttük, hikâyeye yerleştirdik, ama sonra kaybettim. DIŞ ETKENLERİN GÜCÜ Bir öyküde dış etkenlerin gücü nedir? Dış etkenler, insan üzerinde elbette belirleyicidir. Bunu hiçbir zaman reddetmiyorum. İçinizde daima sizi belirleyen bir taraf olsa bile, dış etkenler tarafından yönetiliyorsunuz aslında. Elinizde olmaksızın dış dünya, sosyal hayat, toplumsal yaşam sizi belirliyor. Bir süre sonra kendi beninizden, içinizdeki isteklerden cayıp size biçilen elbiseyi giymek zorunda kalıyorsunuz. Bu anlamda kendi içimdeki beni, çok istememe karşın dışarı çıkaramadım. Onlar bende kaldı, hatta zamanla sönüp gitti. Kitaptaki Hayat Sönüp Giderken adlı öykünün sonu bu söylediklerime açıklayıcı bir cevap aslında. Toplumun küçük değerlerine boyun eğdim, onların etik değerler olduğunu sanarak uyum sağladım. Oysa ki isyankârdım. O isyanları tek tek yitirdim. Anarşist bir tarafım var ama bunu dışa vuramıyorum. Bu doğru bir şey miydi, bilmiyorum. Sanırım değildi. Peki yalnızlık sizi kırıyor mu? Gerçek yazarların, şairlerin, edebiyat adamlarının, aileleri olsa bile yalnız olduklarına inanıyorum. Daha önceki ustaların da yalnızlıklarına şahit oldum. Örneğin Behçet Necatigil yalnız bir insandır. Aile başka bir şeydir, toplu yaşam sürmek başka bir şeydir. O anlamda bir yazar kendi yalnızlığını nasıl savunabilir ki? Gerçi yayınevleri sağ olsunlar, kitabımızı basıyorlar. Ancak basmadıkları vakit, bu çok önemli bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Yazarın kitabım basılacak, kitabım ilgi çekecek diye yazarlığa yakışmayan tavırlar içersine girmesi, beni ürkütüyor. Bu belki benim meselem, başkasının değil. Ben uzak durmayı tercih ediyorum. Popüler kültürün edebiyat içersinde bir söylem bulması diyebiliriz buna. Son yıllarda popüler kültür kelimesi bile yeterli gelmiyor. Girift bir durum bu. Şahane Tuvalet adlı öykünüzde annenizin önemli bir düğüne giderken giydiği elbiseyi: "Çiçekli emprime, eteğindeki geniş büzgüsü tek süsü olan, dekoltesiz bir giysiydi. Geceye, müziğe, dansa, kahkahaya değil, öğleden sonralara, yaz akşamüzerlerine, mutsuz evlere geri dönüşlere dikilmişti," diye tarif ediyorsunuz. Bu bana çok dokunaklı geldi. Evet bu sizin kendi hikâyenizdi belki, ama genel olarak toplumumuzdaki aile kurumuna baktığımızda, anne dekolte giyemez ya da çok şuh olamaz anlayışı var. Siz ise çocuk yaşlarda bu anlayışın üzüntüsünü çekiyorsunuz. Bunu kabul etmiyorsunuz. Dediğim gibi anarşist bir tarafım var. Annemin, öyküdeki Madam Jüliet gibi bakımlı ve şuh olmasını istiyorum. Onun gibi, başka hayat şartlarında yaşayabilmesini istiyorum. Gerçekten bir aile olarak, orta hallinin iyice altındaydık. Dıştan bakıldığında, sınıf olarak yüksek burjuva gibi gözüküyordu. Çünkü babam üniversitede profesördü. Konum olarak üst düzeyde olmamıza karşın, ekonomik anlamCUMHURİYET KİTAP SAYI da fakire yakın bir aile hayatımız vardı. Evde iki çocuk okuyordu, ablam da yabancı bir okula gidiyordu. Bütün bunlar beni etkiliyordu tabii ki. Daha sonra annem Alzheimer olduğunda, hayatta hep kısıtlı kalmasının isyanını gördüm onda. Neydi bu; üç aylığını aldığı vakit bir anda harcamak isterdi. O harcama, israf duygusu insanoğlunda var olan bir şey. Ama bunu yapamadığın vakit yaşanmadan bitiyor. Çocukluğunuzda yaşadığınız evden, evlerden söz ederken, soğuk ve donuk bir hava sezdim. O evler kaskatı kalmış sanki. Evden dışarıya çıktığınızda ise gördüğünüz her şeyde hareket ve bahar var. Elbette bu anlattıklarınızda kurgu da vardır. Ancak ben sizin her anlattığınızda gerçekliği hissediyorum. Gerçekten evleriniz bu kadar ıssız mı? Ev hiçbir zaman benim için kişisel mekân olmadı. Bir anlamda göçebe bir insanım. Evsiz barksız olmayı adeta tercih ederim. Evler daima hüzün verir bana. Zaten Perisiz Evler adlı öykümün başında bunu söylüyorum. Evler de beni fazla sevmedi. Hayatımda dokuzon ev oldu. O evlerin hiç birisini kendi evim, ailecek yaşadığımız bir mekân olarak görmedim. Evlerin insanı mâhkum ettiğini düşünüyorum. O anlamda oteller daha cazip. Oteller geçicidir, evler ise daha uzun kalınacakmış hissi verir ama bir süre sonra bu hissiniz oteldeki gibi yabancılığa dönüşür. İnsanın kendi evine yabancı olduğu pek çok sahne vardır. Perisiz Evler adlı öykünüzde "evlerde sevgi yoktur" diyorsunuz. Gerçekten öyle mi? Bütün evler sevgisizdir. İstisnai durumlar elbette olur ama genelde bizim gibi toplumlarda mutlu, kalabalık aile yaşamı pek yoktur. Çekirdek ailede de, daha kalabalık ailelerde de yoktur. Problemler vardır. Belki Batı’da da yoktur; orayı pek bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, bizim gibi toplumlarda evler mutsuz çocuklar ordusu yetiştirmek için birebir eğitim alanlarıdır. Bu açıdan evlerden insana mutluluk geçeceğini sanmıyorum. Ama insanlar dönüp dolaşıp eve ve aileye sığınıyor. Buna inanmıyorum. Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun romanının adını "Evlerde Sevgi Yoktur"u özellikle kullandım öykümde. ‘BABA EVİ SEVGİSİZDİR’ Bir de bu öyküde "baba evi sevgisizdir" diyorsunuz. Burada aile kurumuna da bir gönderme var. Jean Paul Sartre çok güzel söylüyor; "Babamla aramdaki ilişkinin sorumlusu babam değil, babalık kurumudur" diyor. Öyle bir şey. O kurumlardan; babalık kurumu, aile kurumu, annelik kurumu, hatta bir anlamda evlat olma kurumu… bunların insanın bireysel gelişimi ve özgürlüğü açısından parlak sonuçlar getirdiğini düşünmüyorum. Perisiz Evler’de yanılmıyorsam bilinçakışı tekniği kullanmışsınız. Yer yer bilinçakışı tekniği de var, ama daha çok sayıklamalar hâkim o öyküye. Bulanık bir şey. O bulanıklık hoşuma gittiği için aldım. Aslında hikâyeyi ilk başta üç kadın ve evler olarak düşünmüştüm. Şöyle bir kurgu yapmak istedim; ortada bu evler, bu evlerin dışında, kendi evlerinde yaşayan üç ayrı kadın… Yazmaya çalıştım ama bunlar kenetlenmedi. Ve fark ettim ki, sadece evler başlı başına bir hikâye olmuş. Çocuk ve ev deyince, oraya buraya kapatılmış, elinden özgürlüğü alınmış bir çocuk çıkıyor ortaya. Evet, öyle bir durum var.. Özellikle anne baba evleri, çocukların hapsedildiği yerler gibi geliyor bana. O çocukların karakterlerini anne, baba belirliyor. Sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama arada onon beş yıl ziyan oluyor. O nedenle, evler birer küçük cezaevidir. ? Fotoğrafı Sana Gönderiyorum/ Selim İleri/ Doğan Kitap/ 140 s. 833 SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle