03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? Parti üyelerini baskı altında tuttuğu dönemin içinde yetiştik. Burada Sartre giriyordu devreye. Daha Sartre’ın romanları, kitapları Türkiye’de yokken, birdenbire basında bir Sartre rüzgârı esmeye başladı. Sol jargonu da diktadan dolayı kullanamıyoruz. Sartre’ın özgürlük, yalnızlık, egzistansiyalizm gibi birtakım talepleri o zamanın genç kuşağına çok çekici geldi. O çerçevede şiiri biraz daha genişletmeye çalıştık.Bugün çok çeşitli bir şiir var. Memleketin şiirinin değişmesinden bahsediyorsak, şiir o kadar kolay değişmez bir ülkenin edebiyatında. İkinci Yeni’den farklı bir şiir çabaları, teknolojik dünyanın daha da ilerlemesiyle bugün gözetiliyor. Ama henüz tam kristalize olmadı. Bir de artık edebiyat okulları olmadığından insanlar bir araya toplanamıyor kolay kolay. Onun da etkisiyle ortaya yeni değişimler tam çıkamıyor. Bunun yüzünden birtakım gelenekselliğe bağlı kalınıyor. Bir de şiir romana göre daha kapalı bir sanattır. Hâlâ Türkiye’de şiir kitabı basmaz ve satmaz. İki kitabınızdan da anlıyoruz ki; kültürel yaşamın çoğulculuğuna inanan bir yazarsınız. Sizin fikirlerinizin izini sürecek olursak , 80 sonrası Özalist politikaların ve 12 Eylül’ün ardı sıra hüküm süren siyasi arenaya paralel olarak kültürel evrimleşme, çağ dönüşümü sürecini de himayesi altına alan postmodernist ideolojinin sanata yansıyışının kazandığı ivmenin, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Attilâ İlhan gibi edebiyata toplumcu vizyonla yaklaşan, kapitalizmin yarattığı kısırdöngüye karşı eylemsellik gösteren sanatçıları örselediğini, sanatçıların bu tavırlarını pek de berrak bir biçimde göstermesine fırsat vermediğini söyleyebilir miyiz? Ben zaten bütün yazılarımda bunları dillendiririm. 12 Eylül darbesi ne yazık ki bir anda Türkiye’yi depolitize etti. Türkiye’de siyaset sanatçılar tarafından yadsındı. Hiçbir siyasetle ilgisi yok edebiyatımızın. Edebiyatta depolitize olmak, burjuvaziye ve kapitalizme karşı bir teslim oluş ifadesidir. Türk edebiyatının coğrafyasına baktığımızda hem beşeri hem doğal coğrafyası değişmiştir. Merkez alanlar hep İstanbul’dur, İstanbul’un burjuvazisidir.Artık sığ doğa görüntüleri betimleme diye anlatılıyor. Toprak işçileri kayboldu. Artık o emek sorunları falan zaten yok. Mekânlar, fabrikalardan bahsetmek mümkün değil. Sofistike bir yerdeyiz. Türk edebiyatı sorunsuzmuş gibi gösterilerek, teslime gidiyor. Ben ona emperyal kanon diyorum. Bugünkü edebiyat anlayışlarının hepsi emperyalizm çerçevesinde şekilleniyor. Protestocu üslup, karşı çıkma anlayışı terk edildi. Batı’da ne yapılıyorsa, Türkiye’ye montajlanıyor. Amerika’da bilimötesi, metafizik bir eser yazıldıysa, anında Türkiye’de de buna benzer şeyler icat edilir, yazılır hale gelindi. Bu tabii çok sağlıklı bir gidişat değil. Bu bir kimlik arayışını da önlüyor. Küreselleşme denen ki bu günümüz emperyalizminin bir başka adıdır furyanın etrafında ne olup bitiyorsa, kapitalist dünya ne söylüyorsa biz de onun peşinden gidiyoruz. Türkiye toplumsal sınıfları yok sayan, bunların farkına varamayan bir yazar kuşağınca temsil edilmeye çalışılırken, doğal olarak sendeliyor. Kendi sorunlarımızı özgün olarak düşünüp, çözemiyoruz. yürekli buluyorum. Nitekim bu ‘’Devlet Ana’’da da açıkca sezilen bir başkaldırıdır. Türkiye’de köy edebiyatının gelişmesinin bir iki nedeni var. Köy Enstitüsü elbette ki köyden çıkan insanların okuyup yetişmesine yol açtı. Bu iyi bir avantajdı. Ama birdenbire köye merak salınmasının bir başka politik sebebi var. Marksist solcu edebiyatın yönlendirici öznesi olması gereken bir işçi sınıfı yoktu. Daha da ötesinde işçi sınıfının mücadelesi yoktu. Dolayısıyla işçi sınıfının dertleri görülemiyor, anlatılamıyordu. Türk yazarının önünde açılan pencere, bazı toplumsal adaletsizliklerin iyi görülebildiği kırsal alana kaydı. Sonunda şabloncu da olsa bir edebiyat çıktı. ‘’Ağalar kötü, köylü iyi, kaymakamlar aydın adamlardır’’ şablonu çıktı. Ama en azından toplumcu bir şimşek çakılabildi köy düzeyinde. Yazarlarımız da çok üretken olabildiler. Kemal Tahir’in Köy Enstitülerine bakışı sanıldığı kadar doğru değildir. Kemal Tahir, Enstitü’yü gerici bir kurum olarak niteler. Devlet ideolojisinin empoze edilmesi kaygısı vardı. Ama bunun tam tersinin gerçekleştiği söylenebilir. Köy Enstitülerinden hiç gerici yazar çıkmadı. Hemen hemen hepsi solcu, oranı tartışılsa da Marksist kaygılar taşıyan yazarlardı. Siz belki Dostoyevski ve Tolstoy’un ilk önce çevrilmesine karşısınız ama, okunacak, halka sunulacak hiçbir şey de yoktu. Cumhuriyet dediğimiz olay eski uygarlık biçiminin reddine dayanır. Atatürk bunu Bugün Nabi’yi, Nefi’yi okumak yepyeni bir dil öğrenmeyi gerektirir. Gerçi genç arkadaşlarımızın çoğu Nefi’den hiçbir şey anlamaz. Artık o dili bilseniz dahi o dili anlamanızı sağlayacak maddi koşullar kalmadı. Çünkü Osmanlı gibi yaşamıyoruz. Ortaya sini koyup, bağdaş kurup yemek yemiyoruz. Gündelik yaşam pratikleri de öyle bir şiir yaratmaya zaten izin vermez. Fakat tüm bunları bilmek lazım. Ve o kültürden bugüne ne aktarılabilirse bunu bulmak lazım. Artık tümüyle aktarma olmaz, ancak yararlanma olabilir. Bugünün sorunsalları o günlerde yoktu. Osmanlı kendine göre bir düzen kurmuştu, o düzende sınıf ilişkilerinden bahsetmek mümkün değildi. Ama bu toplumda yaşayan insanlar sınıf ilişkilerini görmek zorundadır. Türk yazınının genç yaşta yitirdiğimiz önemli ozanlarından Turgut Uyar'ın şiirindeki nakkaşlık üzerine söyleşelim istiyorum. Cemal Süreya, Turgut Uyar için “Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor’’ demişti. Turgut Uyar şiirinde yaşamın yalın haline karşı bir protestocu üslup bulmak da mümkün. “Uzak Kaderler İçin’’, “Bir Gün Sabah Sabah’’, “Kan Uyku’’, “Senfoni’’ gibi şiirlerinde, “sonsuz gülüş kendi acısını da taşır yanında’’ dizelerinde... Turgut Uyar şiiri denilince akla yaşamı yürekte yontmak geliyor ilkin. Neye koymalı Turgut Uyar şiirini sizce? Ben genelleme yapmaktansa daha adalet, barış’’ gibi sözcüklerle şiir yazılırdı. Somutluk Turgut’la şiirimize girdi. Artık teşbih ve istiarenin dışında bir şiir kurmak, yani ‘imge’ dediğimiz kavramın çerçevesinde örgütlenmeye başlayan bir şiir anlayışıyla beraber bu anlayışın gündelik hayata yansıyışı da gündeme geldi ister istemez. Sokak korkusu… Behçet Necatigil şiirini irdelediğiniz denemeyi okurken ister istemez aklıma yıllar önce Attilâ İlhan’ın "Hangi Edebiyat"ta Behçet Necatigil şiirini nitelediği "sokak korkusu" deyimini anımsadım. Sizce Behçet Necatigil şiiri bir eylemdışılığın çemberine hapis miydi? Ben bir yazımda bu karşılaştırmayı yaptım. Attilâ İlhan’ın “sokak korkusu” diye suçladığı şiirler, Necatigil’in “Evler” adlı kitabındadır. Sokaktan korktuğu falan da söylenemez. Yalnızca orta sınıfın insanının günlük ekonomik ve psikolojik sıkışmışlığını anlatır. Necatigil orada “evler bizi gidip ekmeği getirmeye davet eder” mesajını verir. Yani şimdi eğri oturup doğru konuşalım; Attilâ romantik şiirlerle Paris’lerde gezerken Behçet Necatigil burada tüm günü sıkıntı ve zahmet içinde geçen orta sınıf insanının kahrını yazmıştır. Attilâ İlhan’ın o dönem şiirleriyle karşılaştırıldığında, Necatigil’in şiirinin çok daha gerçekçi, çok daha sola yakın şiirler olduğunu görürüz. İnsanların saklanan, utanan taraflarını yazar. Attilâ’nın şiirlerinde böyle bir şey o tarihlerde yoktur. Attilâ İlhan kendi oluşturduğu “sesi” yüzünden de çok soyutlandı, dışarıda da kaldı... Ama amacı da buydu Attilâ İlhan’ın. Kendi seçimlerimi yaptı. Garip şiirinin bütün değerlerine karşı çıktı. Attilâ teşbihe yaslanan bir şiir anlayışına sahip çıktı. Gündelik hayatın birtakım olaylarını yazmaya çalıştı. Paris’e gidip oralarda kahveleri, birtakım marjinal insanları yazdı. Birtakım solcu fakat sınıf anlayışları çok kaypak olan çevrelerle bir serüven dünyası çizdi Attilâ. Tabii o zaman başka bir ses kurdu. Tabii ki müthiş birtakım yerel motifler çizmeye çalıştı. Kendine özgü bir şiir yarattı. Mutlaka ki birtakım izler çevresi de vardır. Her zaman da olacaktır. O çevre için çok önemli sayıldı. Bir diğer önemli nokta ise, bütün solculuğuna rağmen aşırı bir milliyetçi söylemden de kaçamadı ne yazık ki. Ama çok tutarlıydı. 1950’de söylediyse ölümünden önce de onu söyledi. Bu bir tutarlılık da sayılabilir, fikren belirli bir noktaya saplanmak da sayılabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar önce "Tanzimat’tan sonra hayat şartlarımızın, şekillerimizin yitirildiğini" söylemişti. Ahmet Hamdi Tanpınar romanlarında Doğu/Batı sorunsalını ele almış, laik ve çağdaş bir yazardı. Tanpınar’ın romanlarında ve Cumhuriyetçi yaklaşımının çözümlenmesinde "Türkiye yalnızca Türkiye Cumhuriyetidir ve Türklerindir" felsefesini buluyoruz. Doğru mu? Ahmet Hamdi tabii ki "dilde katiyen bir eskiye dönüş istemem" deyişiyle bile Cumhuriyetçiliğini gösteriyor. Bugün yaşasaydı Türkiye’deki İslami kesimlerle ne kadar anlaşırdı onu kestiremiyorum. O bir sentez peşinde koştu. Bu sentezin olanaklı ya da olanaksız oluşu tartışılır. Pek olanaklı görünmüyor. Ulusların hayatında bir yer vardır ki artık orada kopmak gerekirse koparsın. Direnmenin manası yoktur. Tanpınar’ın asıl önemli yanı, Selahattin Hilav’ın da yıllar önce değindiği gibi, iktisadi hayata dikkatli bir bakış atmasıdır. Tanpınar asıl kurtuluşun daha gelişmiş bir iktisadi hayat kurulduğu vakit, Türkiye’de kültürel yaşamın daha sağlıklı işleyeceğini, düzeyli olabileceğini inanan bir insandı. ? Ne Söylesem Bir Eksik/ Ahmet Oktay/ Everest Yayınları/ 220 s. İliği Olmayan Düğme/ Ahmet Oktay/ Everest Yayınları/190 s. SAYFA 13 Erol Turan, İlhan Berk ve Ahmet Oktay bir ödül töreninde... “Bu toplumda yaşayan insanlar sınıf ilişkilerini görmek zorundadırlar’’ 1950 sonrası edebiyatta köy/kent tümlerliği, Köy Enstitülerince yetiştirilen yazarlarca hızlandırılmış, köy ve kent arasındaki sınırların yok edilmeye başlandığı bir ortam… Sonradan önemli izleklerden olan tarımın makineleşme sürecinin de önemli bir mesafe olduğunun altını çizmeliyiz. Bir yandan popülist edebiyat hızla gelişirken diğer yandan Kemal Tahir gibi bir romancı Batılı roman tekniğini yadsıyarak, özgünlüğe sığınıyor. Kemal Tahir gibi bir romancının Köy Enstitüsü kökenli edebiyata koyduğu bu tavrı önemli ve CUMHURİYET KİTAP SAYI çok açık söylüyor. Kültürel yapı nasıl ayakta duracak? O yılların egemen ideolojisi bu türlü bir anlayışı vazetti. Atatürk’ün kültürel özellikleriyle İsmet Paşa’nın kültür algısı ters düşer. Attilâ İlhan’ın da ana tezidir. Attilâ İlhan’ın bu tezini de çok doğru bulmam. Çünkü İsmet Paşa iktidara geldiğinde Türkiye’nin aydın kesimleri de İsmet Paşa gibi düşünüyorlardı. Batıcı eğilimin en büyük temsilcilerinden biri Sabahattin Eyüboğlu’dur. Fakat Sabahattin Eyüboğlu Paris’ten Türkiye’ye dönünce yazdığı ilk yazılardan bir tanesi Batı karşıtı ve klasik edebiyatımıza dönme taraftarı bir yazıdır. İsmet İnönü o tarihte hümanizm olayını çıkarmıştır ve Hilmi Ziya Ülken, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol gibi hemen hemen tüm Türk aydınları bu akımın içindedir. Büyük bir gelişim gösterilmiştir. Ve bu cephenin karşısında da milliyetçiler vardır. Aynen Tevfik FikretMehmet Akif kavgasında olduğu gibi. Bu bir arayıştı fakat aradan bir zaman geçti. Yeniden bakmak gerekir. Şunu açıkça söyleyebilirim ki; Türkiye ve Türk halkı dil devrimi dolayısıyla birtakım kültürel ve manevi kayıplara uğramıştır. Bunu açıkça kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir geleneğimiz ve geçmişimiz var. 833 çok analizi ve kanıt getirmeyi severim. Cemal tabii şairce yazardı çoğu zaman. Turgut ise modern Türk şiirinin önemli adlarından birisidir. Benim Turgut’ta ilk dikkatimi çeken olaylardan bir tanesi kentlileşme olayına yaptığı vurgudur. Turgut bildiğiniz gibi taşrada askerdir. Birden Ankara’ya gelmesiyle Turgut’ta bir kentlileşme olayının ilk belirtileri görülmeye başlanır. Apartmanlar, neonlar onun ilk kentlileşme belirtileridir. ‘“Geyikli Gece’’ şiiri, Turgut’un kırdan kente gelip, kentin travmasıyla karşılaşan önemli şiirlerinden bir tanesidir. Sizler hatırlamazsınız o zamanları, Ankara başkenttir ve ilk Amerkian yardımlarının aktığı zamanlarda Turgut ilk Ankara’ya gelişinde neonlar, plastikler, naylonlarla karşılaşır. Ankara’da pasajlarda ilk defa Amerikan gömlekleri görülmeye başladı derken insanların hayatı böyle böyle değişti. Ve bunlara ilk dikkat çeken şairimiz Turgut Uyar’dır. O zamanlar çok soyut ifadeler üzerine kuruluydu şiir. Mavi gök, özgürlük istemini çağrıştırırdı, en önemli sözcük barış sözcüğüdür. Bence bunların hepsinin ardında sol bir manzara görmek gerekir. Ömer Faruk ile Suat Taşer’in özgürlük istemini, fikrini işleyen ortak bir kitapları da vardır. “Özgürlük,
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle