03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kemal Tahir'in kitapları İthaki Yayınları'nda Esir Şehrin İnsanları’na bakarken... Kemal Tahir’in 1956 yılında yayımlanan Esir Şehrin İnsanları romanı İstanbul’u çerçeve yapıyor. Yazarın, şehir romanları dizisinin ilk kitabı bu. Sonra Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı geliyor. Parçalanan bir devletin, kemirilen değerlerinin şirazesinden koparttığı insanlarını anlatıyor Kemal Tahir. Gerçekçi bir romanda Paşazade Kamil Bey’le "varını yoğunu şüpheli bir işe yatırmış" insanlar arasında bir yolculuğa çıkarıyor bizi. ? A. Şule SÜZÜK "Yenilginin bir tek iyiliği var: insanların kuvvetini deniyor." S oğuk, umutsuz, karanlık günlerden geçiyoruz. Ülkemizin getirildiği nokta içimizi cız ettiriyor. Bir bayramı geride bıraktık, kurbanlar dizildi, kurbanlar çoğaldı. Büyük ve küçükbaş hayvanların yanında güzelim kuşlar da düşmanımız oldu. Grip hepimize bulaştı. Ağca, yitirdiğimiz aydınlık insanlarımızı anımsattı, faili meçhullerin faillerini bile bile boğazımıza yumrular dizildi. Aslında kurban, kuşlar, koyunlarla birlikte en fazla bizdik bu bayramda. Ama yıllar öncesinde Kemal Tahir şöyle demiş Esir Şehrin İnsanları’nda: "Yenilginin bir tek iyiliği var: insanların kuvvetini deniyor." En kuvvetli olmamız gereken zamanlar, fazla söze gerek yok. Anımsayalım, güzel insanları, güzel romanları, insanın mücadelesiyle değiştirebildiği koşulları anımsayalım. Ve bir zaman yolculuğuna çıkalım. 1920’lere... İşgal altındaki İstanbul’a. Güzel ve zor kentimize. İstanbul’a uzanalım... Kemal Tahir’in 1956 yılında yayımlanan Esir Şehrin İnsanları romanı İstanbul’u çerçeve yapıyor. Yazarın, şehir romanları dizisinin ilk kitabı bu. Sonra Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı geliyor. Parçalanan bir devletin, kemirilen değerlerinin şirazesinden koparttığı insanlarını anlatıyor Kemal Tahir. Gerçekçi bir romanda Paşazade Kamil Bey’le "varını yoğunu şüpheli bir işe yatırmış" insanlar arasında bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Hâlâ şubat ve nemli poyraz ciğerini söküyor adamın. Yıl yine 1920. Esir İstanbul’da 50 bin kişi İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi. Üye olanlara birtakım kolaylıklar sağlıyor İngiliz hükümeti, bilirsiniz. Öte yandan İstanbul’un ümitsizliği, insanın üzerine vıcık vıcık yapışıyor. İntihar eden askerler, kendini satan kadınlar, kesesini dolduran akbabalar ve saz, caz, varyete... İntihar eden 21’indeki albay yaveri Mehmet Ali, günlüğüne şöyle yazıyor: "Buradan geçen gemiler, hemen karaya asker döküp, şehrin önemli noktalarını tutmuşlar. Haydarpaşa’dan Eskişehir’e kadar tren yoluna İngilizler el koymuş. İzmir hattını Fransızlar, Konya’ya kadar İtalyanlar almış. Demiryolu bir memleketin can damarıdır. Can damarımızı kestiler demek? Napacağız biz... Napabiliriz?" Kitabın ikinci bölümündeki intihara dek giden umutsuzluk sayfaları, Mehmet Ali’nin günlüğü ve son mektubuyla birlikte gazetede yayımlanmıştır. İstanbul’a dönen Paşazade Kamil Bey, okuduğu haberle, napabiliriz sorusunu bir de kendine sorar. Kemal Tahir, Kamil Bey’in arayışı ve soruları ile, asker Mehmet Ali’nin yazgısını birleştirerek, kahramanının çıkışsızlık içinde el yordamıyla bir ışık arayışını , ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide gösteriyor. "Hiçbir şeyi zorlamıyorum. Saçma geliyor. Direnmek için amaç ister. Amaç olmayınca, önümüzde yaşamak olmayınca neden debelenmeli?" sorusu aynı zamanda Kamil Bey’in bilincine çıkaramadığı bir sorudur. Ne için yaşamalı, sorusu Anadolu’nun ve İstabul’un hali gözler önündeyken yantlanması yine de kolay olmayan bir sorudur, çünkü tarih akmaya devam eder. BİR İSTANBUL ÇOCUĞU Yakacık’tan öteye geçmemiş bir İstanbul çocuğu olan Kamil Bey, Fransızcayı Parisli bir kadının da yardımıyla Galatasaray’da anadili gibi öğrenir, Oxford’u bitirdikten sonra İtalya’da yıllarca resme çalışır, İspanyolcayı da okuyup rahatça konuşabilir. Ayrıca, "Tutumlulukta eli açıklıkta ataklıkta, ihtiyatkârlıkta, gururlulukta, alçakgönüllülükte, hatta sevgide, düşmanlıkta amatör sporcu doğruluğuyla davranır, hangi zor altında bulunursa bulunsun, bu ölçüyü bozmayacağına güvenirdi." İşte bu Kamil Bey, aynı zamanda Abdülhamit’in en zengin vezirlerinden birinin, Selim Paşa’nın oğlu. Ancak mallarını kaybetmiş, yoksul bir paşazade olarak dönüyor işgal altındaki İstanbul’a, memleketini bu zor günlerde yalnız bırakmamak için. Oysa İstanbul keskin bir bıçak ve yeni hayatı tüm değerlerinin sınandığı bir arenaya dönüşüyor. Roman, Kamil Bey’in "sıradan bir vatandaştan, elinde iyi kötü silahı olan sorumlu bir insana dönüşmesi"ni anlatır. Bu dönüşüm ise, bir yandan yer yer eksikli, öte yandan ise oldukça sancılı, ama bir o kadar da in sanidir. "Yenilmekle sefilleşmek her zaman bir arada mı bulunur?" sorusuna eşlik eden İstanbul, vatanseverlerle, ülkesini pazarlayanlar arasında bir meydan muharebesine tanık oluyor. Kamil Bey’in eşi Nermin’in halası ve eniştesi, parasızlık ve evsizlik nedeniyle bir süre evlerinde konuk olmak zorunda kalmışlardır palazlanacak olan "komprador" burjuvaziye ve sonradan görme güruhuna örnek verilebilir. "Sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış bir kitle" söylemi ise havada kalır. "Enişte Bey, saçı erken dökülüp göbeği erken şişmiş tiplerdendi. Serçe parmağında tek taş pırlanta yüzük, altın kösteğinin ucunda platinden mason nişanı taşırdı. Politikadan anlamazlığa vurduğu halde, Almanya’nın en önemli şirketlerine yıllardır temsilcilik ediyordu. Abdülhamit zamanında işleri tıkırındaydı. İttihatçılar gelince durumu daha da güçlendi. Mütarekedense hiçbir şikâyeti yoktu." Her devrin adamı Enişte Bey’in, yazar tarafından nasıl, hangi sözcüklerle betimlendiğine dikkat etmekte yarar var. Kamil Bey’in tanrı yazarkimliğiyle anlattığı roman, aslında Kemal Tahir’in zaman zaman Kamil Bey, zaman zaman Nedime, kimi zaman da İhsan kimliğine bürünmesi biçimindedir. Yukarıda da, Enişte Bey için yazar Kemal Tahir’in mi, yoksa Kamil Bey’in mi konuştuğu birbirine karışır.Ama ne önemi var, "Enişte Beyler" kadar öfke ve nefret uyandıran tipler için sözcükler, sözcüklerin anlamı ve çağrışımları hiçbir dilde ve hiçbir kültürde farklı olmasa gerek. Kâmil Bey’in "elinde iyi kötü silahı olan sorumlu bir vatandaşa" dönüşmesi ve bu dönüşüm sonucunda hissettiği coşku, erinç ve güven onu, içinde bir yerlerde yabancı olmadığı ama bilincine de çıkarmamış olduğu bir başka Kâmil ile buluşturur. Anadolu’ya geçmeyi göze alamamış olsa da, Anadolu mücadelesinin destekçisi Karadayı dergisinin yazarı ve sorumlusu olmuştur. "İnsanları çabalarken değerlendirmek" onları tanımak için en büyük ölçütse, güçlü, yürekli, dengeli Kâmil Bey’in tüm gayretiyle çabalamadığını kim inkâr edebilir? Üstelik Kâmil Bey ki, "Dünyayı dolaştığı halde, ocakbaşında konuşmadan oturan tembel bir İngiliz soylusu gibi yaşamaktan hep hoşlanmıştı. İradesinden dışarı bir iş yaptığını, başkalarının etkisi altında kalarak alışkanlıklarından vazgeçtiğini pek hatırlamıyordu." Oysa şimdi, "Birdenbire, tarih destan, trajedi yapan insanlarla beraber bulunmanın tarif edilmez gururunu duyuyor." Öte yandan Kâmil Bey’in duyduğu erinç herkes tarafından paylaşılmıyor yazık ki, Kemal Tahir’in aydınlara yönelik bakışını Kâmil Bey’in düşüncelerinden öğreniriz. Babı Âli’deki Karadayı dergisinin yazıhanesine yazar, aydın tayfası da uğramaktadır. Üstelik ne kadar da bildikler! Uzun bir alıntı olması pahasına aydınlara bir de bu bahaneyle ayna tutsak alınan olur mu dersiniz? "Bunlar, babayani kılıklarına, boş keselerine hiç yaraşmayacak derecede kibirli, insanı kederden mahvedecek kadar kişiliklerine bağlanmış, güzel konuşur zeki adamcağızlardı. Olaylar karşısında, öyle yüksekten atmaları, eleştirilerinde öyle kıyıcılıkları vardı ki, Kâmil Bey, kendisini apansız bir ihtilal sonucu, iktidarı kaybederek memleketten kaçmak zorunda kalmış yenik politikacıların karşısında sanıyordu. Kendi eserlerinden başka hiçbir şey, güzel, doğru, iyi değildi. Oysa zaman zaman kendi eserlerine, hatta kendi kendilerine düşman olduklarını saklamıyorlardı. Fırsat verilse, memleketi, hatta bütün dünyayı birkaç günde düzeltecek fikirler ileri sürdükleri halde, kravatlarını düzeltmekten güçsüzdüler. İlk tanışmada, ilk işleri kirpi gibi dikenlerini uzatmak, atıp tutmak, kişiliklerini olduğundan çok daha değerli göstermeye çabalamaktı. (...) Bir şeyden korkuyor gibiydiler. Birisi, ruhlarından, akıllarından, bir büyük parçayı, dostluğu kullanarak sanki çalıverecekti. (...) Bunları dinlemek, bilgisizliğin derinliğini gösterdiğinden, insanın korku ile başını döndürüyor, fakat sistemsizliklerindeki karışıklık, bilgilerini sindirememişlik de aynı baş dönmesini veriyordu. (...) İçinde yaşadıkları çökmüş memleketin etkisiyle yenilgiyi değişmez kader olarak kabul etmiş yılgın bir halleri vardı. Millete güvenmeyi hiçbir zaman denememiş, henüz bir milletin varlığından haberleri olmamış bütün aydınlar gibi, her biri kendilerini teker teker vuruşup teker teker yenilmiş sayıyor, bir daha kalkarak yeniden başlamaya cesaret bulamıyordu." Bir de, "Bunlar çok büyük olabilirlerdi ama hiç okumuyorlar. Yani hiç yaşamıyorlar. Bir yere takılıp kalmışlar. Oradan sonra artık kendi kendilerini harcıyorlar." ‘OLMA’ SÜRECİ Kâmil Bey’in "İnsanları tanıma sürecim" olarak tarif ettiği "olma" sürecinde, yazarın birkaç fırça darbesiyle yarattığı karakterlerle tanışırız roman boyunca. Hayatta yalnızca güven isteyen, soğuk ve dengeli eş, Nermin, "Kadın her zaman aklıyle, namusuyle, merhametiyle, cesaretiyle güzeldir" dedirten Kuvayı Milliyeci Nedime Hanım ve onun "akıllıTürk" gözleri, Nedime’nin hapisteki eşi İhsan, sorguda ihanet eden ve bunu kaldıramayarak intiharı seçen Ahmet, ihbarcı Niyazi, "Altmış altı oynar gibi gülerek ölüme giden Laz takacıları, mavnaya cephane yüklerken ‘Ne var?’ diye tekneye çıkmak isteyen gümrük muhafaza memuruna sarılıp beraber denize atlayarak beraber boğulan hamal Kürt Muso’yu, tevkif edilecek arkadaşlarına kaçma fırsatı vermek için elini mahsustan dişliye kaptıran tesviyeci Ahmet Usta’yı..." ve "suçların en büyüğü, en bağışlanmazı utanmazlık" suçunu işleyen bir dolu vatan hainini tanırız. Utanmazlık suçu, suçların en bağışlanmazı. Zaman tüneli, roman sayfalarının bitmesiyle bugüne taşır bizi. Utanmazlık suçunu düşünmek için, kendimizle kalmak isteriz. İstanbul’a, İstanbul silüetine bakmak isteriz. Esir şehirdir İstanbul. Onca romana, şiire, şarkıya konu olmuş İstanbul, şimdi nasıl? Laz Takacı’lar, Kürt Muso’lar, Tesviyeci Ahmet Usta’lar, ülkenin işgaline dayanamayan asker Mehmet Ali’ler, Kuvvacı Nedime’ler ve İhsan’lar şimdi nerde? Esir Şehrin İnsanları ve üçlemenin diğer iki kitabı okunmayı bekliyor. Zamanlar değişse de insan soyunun onurlu ve onursuz duruşlarının hiç değişmediğine bakmak için, yenilginin ve umutsuzluğun elimizi kolumuzu bağlamaması gerektiğini bir kez daha anımsamak için, gerçek romanın dünyasına kapı aralamak için... ? *Bu yazıdaki alıntılar, Esir Şehrin İnsanları, Can Yayınları 1982 basımından alınmıştır. KİTAP SAYI 833 SAYFA 16 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle