Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
YUNUS NADÎ ÖDÜLLERİ 1989 1990 Y A Y I M L A N M I Ş R Ö P O R T A J Surlarla çevrili Diyarbakır'dayım. Kitabevi sahibi arkadaşımı buluyorum. tnce, uzun boylu, sevecen bakışlı arkadaşım, yumuşacık sesiyle konuşuyor. "Hoş geldın dost. Ben de yemeğe çıkıyordum. Haydi birlikte gidelim." "Sağol," diyorum. "Sağol. Urfa'ya gitmeliyim. İşim orada. Gerçerken uğramazlık edemedim sana." "Nasıl bir iş?" diye soruyor. "Elimizden gelecek bir şey varsa söyle." Raflardaki kitaplara bakıyorum. Aylardır, yıllardır yerlerine zincirlcnmiş gibi duruyorlar sanki. Çaylar geliyor. "Işler kötü değil mi?" diyorum. "Istanbul'dan, ocağından geldiğine göre bilmezmiş gibi konuşma" diyor actyla. "Çöl," diyorum, başımı iki yana sallarken. "Yoksullukla birlikte, kültiir de çölleşti. Şey, yeğenimi arıyorum da..." "Nasıl yani?" diye sorayor arkadaşım. "Evden mi kaçmış? Küçük müydü?" "Yok," diyorum. "Bildiğin gibi değil durum. Yaşlıbaşlı adam, yeğenim dediğim. Evli, çocukları da var. Duyduğum deli olmuş. Duyduğum ateşe girmiş de kaybolmuş. Duyduğum camileri, türbeleri, şıhları dolaşırmış. Anlamadım gitti. Elimde büyüdüydü. Dertlenmem biraz da bundan. Evlat gibi yani." "Bir çay daha?" "Sağol," diyorum. "Istemem. Seni bulduğum iyi oldu. Sani, şöyle bir dolaşahm Diyarbakır'ı. Belki de buralardadır. Sonra Urfa'ya..." Arkadaşım söylediklerimden birşey anlamamış gibi yüzüme bakıyor. "Dolaşmasına dolaşalım da," diyor. "Ama Diyarbakır küçük bir yer değil ki..." "Haklısın," diyorum. "Sahi deliler hastanesi Elazığı'daydı değil mi?" "Öyle," diyor. "Cüzamlılarla aynı binada." "Yok," diyorum. "Yeğenim cüzamlı olamaz. Hem olmuşsa bile nasıl tanırım onu?" "Bence," diyor arkadaşım. "Sen önce Urfa'ya bir git. Ailesiyle görüş. Uzaktan, her duyduğuna inanma. Yeğenin ateşe mi girmiş?" "Duyduğum böyle. Şu ünlü Diyarbakır Cezaevi'nde yatıp da çıkmış bir tanıdığın var mı?" "Var, var," diyor arkadaşım, fazlaca önemsemeden. "Haydi çarşıya gidelim. Yemek yiyelim ama önce." "Olur," diyorum ayağa kalkarken. Oturuyoruz. Tepemizde kocaman kanatlı bir pervane dönüyor. "İstanbul'dan," diyor arkadaşım tanıştırırken. "Yakınımdır. Yeğenini arıyor da." "Hangi tarihlerde cezaevindeydi?" diye soruyor, si'gara ikram ederken. Arkadaşım bana, ben ona bakıyorum. "Durum biraz kanşık," diyor arkadaşım. "Nerde, nasıl kaybolduğu belli değilmiş. Yani öyle sanıyor." "Çeşitli söylentiler var," diyorum. "Şey... Kesin bilinmiyor ne olduğu. Cezaevlerinde de kayıplar oluyor ya..." "Nasıl birisiydi?" diye soruyor eski hükümlü. "Şey... Orta boylu. Ötuzotuzbeş yaşlarında. Bıyıklı. Üst dişleri dökülmüş. Yalnız iki köpek dişi kalmıştı geriye. Altta diş yok." "Siyasi görüşü? Suçu?" "Siyasi, siyasi görüşü," diye kekeliyorum. "Yoktu belirgin bir görüşü. Ama gerici olmadığı da kesindi." "Bılmem ki," diye başını sallıyor. "Ben girip çıkanların, hâlâ orada olanların hepsini tanıyamam. Hele bir eylcme katılmamışsa, hiç tanıyamam. İşkenceden geçmij, ölüm orucuna katılmış birisi olsaydı belki." "Ismi Hasan'dı. Harranlı Hasan." "Dedim ya çıkaramıyorum. Hem akıl mı kaldı bizde. İşkence, ölüm orucu, bok çukuru." "Bok çukuru mu?" Birkaç saat sonra cezaevi, surları, ulucamii, askeri jetler ve yoksullarıyla ünlü Diyarbakır'ı, Diyarbakırlılara bırakarak Urfa'ya hareket ediyorum. İpek Yolu'na katılıyor otobüsümüz. Her şey, dünya, gürültü oluyor ansızın. Otobüste çalan, ikiyüz beygirlık motorun sesini sinek vızırtısına dönüştüren kasetteki arabesk müziğini, bu kez İpek Yolu'ndaki TIR'lar, tankcrler yutuyor. Almanya'dan, Hollanda'dan, Ingiltere'den, Macaristan'dan, Avusturya'dan gelen TIR'lara, Türkiye'nin araçlarına katılınca, yol yol olmaktan çıkıp mahşer kopmuş gibi oluyor. Gene de ilerlemeye çalışırken yolumuzun solunda kocaman bir çöplük görüyorum. Çöplüğe üşüşmüş yüzlerce, binlere ınsan... Bir şeyler ayıklıyorlar çöp dağının içinden. Yanımdaki yolcuya soruyorum. "Nedir, bu insanların aradığı?" "Tavuk başı," diyor umursamadan. "Tavuk başı mı?" diye şaşırıyorum. "Evet," diyor. "Az ötede tavuk çiftliği var da. Eti, kemiği, tüyü değerlendirildikten sonra, işe yaramayan başları buraya döküyorlar." "Sonra?" "Sonrası var mı kardeşim," diyor yanımdaki. "Toplanan tavuk başlanndan gözler, gözlerin yuvasındaki etcikler bir araya getirilip kaynatılacak. Çıkan suyu, et suyu niyetine içecek aile." Şaşırmış, gözden kaybolmakta olan tavuk başı yağmaçılarına doğru bakarken şoför konuşuyor, "İşte burada," diyor. "Şurada, tam üzerinden geçiyor otobüs. Birkaç gün önce, gece bir canlı düşmüş karşıdan karşıya geçerken." Bu sıra solladığı tankerle, dağ gibi Uzerimize gelen bir TIR arasında parçalanmamıza kıl payı kalan o t o büsümüzü kurtarıyor şoför. "Sonra?" diye soruyorum bağırarak. "Sonrası," aiyor şoför. "Sabana kadar, yola düşen canlıya, kimi köpektir, kimi tavşandır deyip üzerinden geçirmişler araçlarını. Hem, durmak istesen de durabilir misin ki... Baksanıza duruma. Yani diyeceğim... Sabah olduğunda bakmışlar, asfaltta bir pantolonla bir ceket yapışık duruyor. Pandolonla ceketi kaldırmışlar ki, içi ix>ş. Ama çevresi kan içinde. Yani adam, her kimse, araçların tekerlekleriyle uçup gitmiş şu dünyadan..." Trafik daha da yoğunlaşıyor. Bu, bir kente yaklaşmakta olduğumuzun ilk işareti. Kent... Uzakta görünen kent Urfa şimdi. Yani başında Harran Ovası... Harran Ovası, suyu sarı bir deniz gibi. Urfa tünelinin az ötesinden geçiyoruz. Yakın bir gelecekte su akacak bu tünelden. Sarı deniz, yeşil olacak. Tarım ürünleri diye güneş, toprak, emek doldurulacak TIR'lara. Buğday, pamuk dolu TIR'lar, üçbeş varil petrol alıp gelecek Irak'tan, Iran'dan. Suudi Arabistan'dan. Ya da başka ülkelerden, birkaç bilgisayar parçası. Devran gene bilinen üzre dönecek. Devran dönüyor. Ben otobüsten inip Urfa yollarına düşüyorum. Yönüm Balıklı Göl'e doğru. Günlerden cumartesi. Pek çok işyeri kapalı. Sıcalc canıma iyice karışıyor. Ben ateşim şimdi. Dizlerimin dermanı azalıyor. Bir gölge arıyorum soluklanmak için. Duruyorum bir dükkânın saçağı altında. Gölgeler bile güneşin birer parçası olmuş sanki. Saçlarımın tellerinden kayan terler, gözlerime, yüzüme yayılıyor. Gözlerimi kırpıştınyorum. Durduğum yerin az ötesinde, dar bir sokak görüyorum. Eski Urfa'nın sokaklarından birisi bu. Acı acı gülümsüyorum. Ben, yarım yüzyıl önce, kimbilir kaç kez bu sokaktan geçmişimdir. Yürüyorum sanki bu dar sokağın kuytuluğunda. Bir ev çıkıyor karşıma. Çocukluğumun geçtiği ev bu. Uyanıyorum bir sabah. Annem bir kova su getiriyor. Başımı içine sokuyorlar. Bekliyorum bir süre. Sonra kirpiklerim aralanıyor. Babamın sesi duyuluyor bu sıra. "Trahom olmasın çocuk?' Poktora götürüyorlar. Jiletle kazıyorlar, gözkapaklarımın içindeki camdan sert kabarcığı. Sert kabarcığı... Birisi çarpıyor bana. Sendeliyorum. Çarpan kör birisi. İrkilerek kopuyorum yarım yüzyıl öncemden. Yürüyorum. Bir caminin önünden geçiyorum. Kalabalık. öğle namazını kılmış kalabalık bu. Yan sokağa giriyorum. Yüklü bir deveye bile dar gelen, Urfa sokaklarından birisi bu. Yeğenimin evi önüne geliyorum sonunda. Valizimi bırakıyorum yere. Demir kapıyı yumrukluyorum. Ses yok. Kıpırtı yok. Yağmur gibi yağan güneşin sıcaklığında, her şey kavrulup ölmüş sanki. Kapıyı gene yumrukluyorum. Bu kez, açılmayan kapının gerisinden bir ses geliyor. "Kimdir o?" "Benim," diyorum. "Dayınız." Kapı gıcırtıyla aralanıyor. Bir baş uzanıyor. Yüzü kapalı bir baş bu. "Hasan evde yok," diyor. Şaşırıyorum. Neden beni içeriye almıyor? Yeğenimin hanımı oysa, kapının arkasına sinen. "Çocuklar? Çocuklar da yok mu evde?" diye so C U M H U H İ Y E T K İ T A P SAYI 20 S A Y F A 2 1