22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
CMYB C M Y B EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Zamanaşımı’ Üstüne! “Zamanaşımı” yani eski deyişle “müruruzaman”.. Sık sık duyarız, falancanın işlediği suç zamanaşımına uğramış.. Falancanınki de!.. Balbay 500 günü doldurdu. Onun gibileri de beş yüzü, altı yüzü, yedi yüzü doldurdu... İddianamelerde nerdeyse yüz yıllık cezalar istenmişti. Yani idam kararı... O da yasayla ortadan kaldırılmış, onlarca yıl hapiste yatmak idamın yerine geçmiş... Bir dava açılır, sanık tutuklanır, bir hapishaneye gönderilir. Dava birkaç oturum sürer. Sanık kendini savunur. Dava başka tarihe atılır. O gün gelir, konu görüşülür, derken başka bir tarihe... Günler, aylar, geçer!.. Türlü suçların ağırlığındaki kişi, işlediği suçun ne olduğunu bilmez, öğrenmek ister, öğrenemez. Zaman akar geçer durmadan... Şu Ergenekon adlı dava nerdeyse üç yıldır sürmekte. İçerdekiler beklemekte. Serbest kalmak istiyorlar. Mahkeme Başkanı ‘evet’ diyor, ama öteki üyeler ‘hayır olmaz’ diye direniyorlar. Sanık bir türlü özgürlüğe kavuşamıyor. Hangi suçun cezasını çektiğini de bilmiyor. Mahkemede konuşuyor, soruyor, yanıt alamıyor. Bu arada bazı açıkgöz ya da paragöz yazıcı takımı birtakım şeyler uyduruyor. Düşmanca suçlamalar. Onlara yanıt vermek olayı da yok. Varsın günler geceler geçsin sen içerde kal, bekle, bekle, bekle! Bir gün adaletin gerçekleşeceğini... Her şeyde “zamanaşımı” var. Ergenekon sanıkları için yok mu? Yıllar geçmiş mahkûm olmamışlar, suçlarının ne olduğunu bile öğrenememişler. Ama gecelerini gündüzlerini kapalı hücrelerde, koğuşlarda geçirmekteler... Öte yanda iktidar, adaletin kendine göre işlemesi, yargının kendi denetimi altında olmasını sağlayacak yasalar çıkarmakta, anayasayı da kendi yararına göre oluşturmak hevesinde... Zamanaşımı hukuksal bir deyim. Belli suçlara göre belirli uygulamaları var. Ama bu maddeden en çok yararlananlar, hırsızlar, dolandırıcılar, katiller oluyor!.. Zamanaşımı diye yıllarca saklanıp kendilerini kurtarıyorlar... Örneğin Balbay’lar, Özkan’lar daha kaç ay, daha kaç yıl zindanlarda kalacak? Onlara uygulanabilecek bir “zamanaşımı” yok mu? Değerli hukukçularımız şu zamanaşımı denen kurtarıcıya yeni bir anlam, yeni bir yorum kazandıramazlar mı? Not: Oktay Akbal rahatsızlığı nedeniyle yazılarına bir süre ara vermiştir. PENCERE Balık, Kuş, İnsan... Yaşamak nedir? Balık için yüzmektir, yılan için sürünmektir, kuş için uçmaktır. Kimsenin aklına “Kuş neden uçuyor?” diye bir soru gelmez; “Balık neden yüzüyor?” ya da “Yılan neden sürünüyor?” diye bir soru işareti çoğu kişinin aklını kurcalamaz. Aslanın geyik yavrusunu parçalaması, panterin karacayı kovalaması kimseyi şaşırtmaz; hayvanların hayvan gibi yaşaması doğanın yasası sayılır. Peki, insanın insan gibi yaşamak istemesi neden çoğu kişiyi şaşırtıyor? İnsanın insan gibi yaşaması ne demektir? Bu soruyu anlamak için doğaya bakmak gerekiyor. Her şeyin yanıtı doğadadır; doğmadan önce, yaşarken ve öldükten sonra ister istemez bütünleştiğimiz evrendedir... Ki o evrende insanın insanlaşması zaman ve mekân içinde gerçekleşmiştir. İnsan birdenbire insan olmadı ki!.. Yazılı tarihlerden önceki dönemleri bir yana bırakalım; geçmişin karanlıklarından aydınlığa dönüşümün insanlık serüvenini izlediğimizde, insanın insanlaşması için ne çabalar harcandığını, ne emekler verildiğini, ne güçlükler çekildiğini görmek kolaydır. Başlangıçta hayvan gibi yaşayan insana kendisi dışında hiç kimse “Neden böylesin” diye sormadı. İnsan göçebelikten kurtulup yerleşik düzene tarım devrimiyle girdi. Eker, biçer, üretir yaratık olmasının benliğinde yarattığı dönüşüm, korkunç bir aşamayı vurguladı. İnsan, çıkardığı sesleri konuşmaya dönüştürüp dil ile iletişimi kurduğunda, insanlaşma yolunda şaşılası bir adım daha attı. Yazıyı bulması; havada savrulup yitikleşen konuşmaları taş, tahta, bez üzerine işleyip saptayarak ölümsüzleştirmesi ise olağanüstü bir atılımdı. İnsan olmak için insanın benliğinden gelen dürtüyü kimse durduramadı; balık için yüzmek, yılan için sürünmek, kuş için uçmak neyse, insanın insanlaşma çabası o kadar doğaldı. Doğal olmasa insan insanlaşamazdı. İnsanın insanlaşması; balığın balıklaşması, yılanın yılanlaşması, kuşun kuşlaşması gibi doğanın ürünüdür. İnsanın insanlaşmasında tarihsel zamanların yazıyla saptanmış dönemleri daha çarpıcı gerçekler içeriyor. Emeğin sömürüsü toplumsal bir düzen oluşturduğunda insanlığın bir aşamasına daha girildi; emeğin sömürüsüyle uygarlıklar yaratıldı. Uygarlıklar, insan aklının ışığını, daha aydınlatıcı güce kavuşturdu. Dinleri üretti insanoğlu; önce dinlerin yargılarına bağlanan insan aklı sonra bağlarından kurtuldu; dinden soyutlandı akıl, bilime yöneldi. Sömürüyle oluşan uygarlıklardan sonra sömürüsüz uygarlıklara yöneldi insan... Savaşlar, talanlar, yıkımlara karşı direnmeler, başkaldırmalar, devrimler sürecine girildi. Tarım devriminden sonra sanayi devriminin patlamasıyla insanın insanlaşması yolunda adım adım yüründü. Hiç durmadı insan, insanlaşma yolunda... Ve durmayacak. İnsanın insanlaşma dönüşümünde çaba göstermesi, varoluşunun doğasındandır. İnsanoğlu özgürlüklerini genişletmek ister, demokrasiyi derinleştirmek için çabalar, tüm devrimlerin kazanımlarını savunmak ve sosyal adalete doğru yeni atılımlarla yürümek insanın öylesine doğasındadır ki bu tutum ve davranışlar, balığın yüzmesi, kuşun uçması, karıncanın çalışması, ipekböceğinin kozasını örmesiyle eşanlamlıdır. “İnsan gibi yaşama”ya yönelmek veya yönelmemek bizim elimizde değildir; bu yoldaki engelleri aşmaya çabalamak, varoluşumuzun bilinci ve mutluluğumuzun gerekçesidir. Ama insanın insanlaşmasına karşı çıkanlara ne diyelim? Tarihin hangi döneminde insanın insanlaşmasına karşı çıkanlar olmamış ki? Bu da doğaldır, evren diyalektiğinin gereğidir; kertenkelenin ya da yılanın niçin süründüğüne şaşıyor muyuz? (20 Aralık 1997 tarihli yazısı) G üney Afrika’da yapõlan dünya ku- pasõ, üzerinden bir ay geçmeden, neredeyse unutuldu. Yakõn tarihi õrkçõlõkla özdeşleşen ve buna kar- şõ savaşõmda adõ simgeleşen Mandela’nõn ül- kesine dünyanõn dört bucak yedi ikliminden gelen her renk ve kökenden, her dilden ve inançtan insanlarõn, bu büyük spor şenliğini gerçekleştirmeleri ayrõ bir önem kazandõ. Ulusal takõmlarõn maçlara ellerinde õrkçõlõk kar- şõtõ belgilerle çõkmalarõ anlamlõydõ. Bu bağlamda, şampiyonada güzel oyunlar çõkararak üçüncü olan Alman ulusal takõmõ ta- rihinde ilk kez kadrosuna sekiz yabancõ kökenli oyuncuyu alarak, bu ülkenin ve toplumun zi- hinsel bir sõçrama sürecine girdiğini gösterdi. Daha yakõn yõllara kadar ten rengi farklõ, ya- bancõ kökenli yeni Alman yurttaşlarõnõn ulu- sal takõma girmesi akla bile gelmiyordu. Ör- neğin, Jupp Derwall, ulusal takõmõn başõn- dayken Hamburg birinci lig takõmõnõn (HSV) başarõlõ oyuncusu Jimmy Hartwig’in elini bi- le sõkmaktan kaçõnmõştõr. Jimmy, annesi Al- man, babasõ kara derili Amerikan işgal aske- ri olan melez bir Alman yurttaşõ. İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi kolonici tarihi olan ve hâlâ kolonileri bulunan ülkele- rin ulusal takõmlarõnda yõllardõr alõştõğõmõz gö- rünüm, kolonicilikte hem geç kalmõş, hem de bunu iyice yüzüne gözüne bulaştõrmõş Al- manya’da yakõn zamana kadar veba gibi ka- çõnõlan bir görünümdü. Şimdi 23 kişilik oyuncu kadrosuna farklõ kö- kenden sekiz oyuncunun alõnmasõ, Alman top- lumu için bir devrimdir. Serdar Taşçı ve Me- sut Özil ile iki ulusal oyuncu da bu arada Türk kökenli. Almanya futbol federasyonu yöne- timinin bu yeni zihniyeti ulusal takõm dõşõn- da da desteklediğini görüyoruz. Genelde spor, özellikle futbolda köken ve renk sõnõr- larõnõn aşõlmasõ toplumsal uyum ve barõş ta- sarõmõnõna önemli katkõlar sağlõyor. Irkçõ ve ayrõmcõ zihniyeti aşmada bu dev- rimsel sõçrama ama sorunu toplumun günde- minden silip atmõyor. Bunu da özellikle õrk- çõ düşünce ve politikalarõn anayurdu olan Av- rupa ülkelerinden beklemek gerçekçi olmaz. Tõpkõ Rönesans ve Aydõnlanma ile ortaçağcõ ve karanlõk zihniyetin beş yüz yõldõr süren sa- vaşõmõ gibi, bilim ve hurafenin, bağnazlõğõn yüzyõllardõr süren ve belki daha yüzyõllar sü- recek çarpõşmasõ gibi, bunun bir kolu olan õrk- çõlõk ve ayrõmcõlõkla savaşõm da daha uzun erimde gerekli olacaktõr. Bir yandan, ulusal takõmõn seçimiyle örnek bir davranõş sergileyen Almanya’da, bunun ter- sinin, yani õrkçõ ve ayrõmcõ zihniyetin çarpõ- cõ görünümlerini de her gün yaşõyoruz. NPD gibi õrkçõ ve ayrõmcõ olduklarõ zaten bilinen, zaman zaman yerel seçimlerde yüzde beş ba- rajõnõ da aşan partilerin ve kümelerin yanõn- da, şaşõrtõcõ kişilerden şok edici açõklamalar ve öneriler gündeme oturuyor. (NPD yan- daşlarõ Alman ulusal takõmõnda yabancõ kö- kenli oyunculardan haz etmediklerini açõkça söylediler.) Türkler aşağılanıyor Sosyal Demokrat Parti (SPD), üyesi ve Fe- deral Banka Yönetim Kurulunda bulunan Thilo Sarrazin, uzunca bir süredir ağzõnõ açõn- ca, Almanya’daki Müslümanlarõ, özelde Türk- leri horlamaktan büyük zevk alõyor. Bu kişi, Türkleri ‘geri zekâlı’ diye damgalamaktan çe- kinmiyor. Alman toplumu için, Türklerin varlõğõ yüzünden, “Toplumumuz gittikçe da- ha aptallaşıyor”, diyebiliyor. Bu õrkçõ, ayrõmcõ ve insan düşmanõ zihniyetin Federal Banka yö- netiminde ve sosyal demokrat partide ne işi var, anlamak mümkün değil. Sosyal demokrat Sarrazin böyle konuşur da, Başbakan Merkel’in Hõristiyan Demokrat Partisi (CDU) geri kalõr mõ? Yoksa seçim ya- tõrõmõnda bir fõrsat kaçõrõr!? CDU federal milletvekili Peter Trapp da son olarak, göç- menlerin zekâ testinden geçirildikten sonra ül- keye alõnmasõnõ önerdi. Bu kişinin de iktidar partisinde ne işi var bilinmez. Aslõnda bu ki- şilerin zekâ testinden geçirilmesi gerekir, bu- lunduklarõ partilere ve görevlere alõnmadan ön- ce. Bu õrkçõ, insan düşmanõ, ayrõmcõ sözler, ze- kâ ürünü değil, olsa olsa ‘zekâ gerisinden’ fõş- kõran atõklar. Parti başkanı Türk Bütün yetersiz koşullara karşõn yine de Al- manya’ya göç eden Türkler, hiç kimseden ge- ri olmayan zekâ, beceri ve çalõşkanlõklarõnõ ka- nõtlamõşlardõr. Yalnõz yõllardan beri parla- mentolara seçilerek değil. Yeşiller Partisi eş- bakanõ Cem Özdemir federal parlamentodaki bir partiye başkan olmuş ilk yabancõ köken- li siyasetçi. Aylin Özkan, Aşağõ Saksonya’da bir eyalet hükümetine bakan olmuş ilk yabancõ kökenli siyasetçi. Şimdi en büyük eyalet olan Kuzey Ren Vestfalya Sosyal Demokrat - Yeşiller Koalisyonunda bakan olmalarõ için teklif alan Bremen Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu ile Brandenburg Eya- leti Yüksek Mahkeme yargõcõ Nevin Belkıs, bu önerileri şimdilik bulunduklarõ görevleri- ni sürdürmek istedikleri gerekçesiyle red- dettiler. Günümüz Alman edebiyatõnõn önemli tem- silcileri arasõnda Türkler ve diğer yabancõ kö- kenli yazarlar önemli yer tutuyorlar. Türk oyuncunun, Türk müzisyenin bulunmadõğõ ne bir tiyatro, ne de bir orkestra kaldõ. Üniversitelerin hemen hepsinde Türk kö- kenli öğretim ve araştõrma görevlileri var. Res- samlarõyla, Alman medyasõnda sayõlarõ gün geçtikçe artan üyeleriyle Türk göçmenler kendilerini kanõtlõyor ve kabul ettiriyorlar. Sa- yõca ve oran olarak henüz yeterli değil. Ama süreç işliyor. Düşük düzey eğitimle gelip uyum sağlamõş birinci kuşağõn çocuklarõ ve torunlarõ karõnca gibi, arõ gibi ilerliyorlar. Türkiye ile Avrupa arasõnda en sağlam ve iki tarafa da yararlõ bağ- larõ örüyorlar. Bunu görmeyen Sarrazin’ler, Trapp’lar hep olacaktõr. Irkçõlõk ve ayrõmcõlõk veba gi- bidir. Bulaşmamasõ için çok dikkat edil- melidir. Dünya Kupasõ ve Irkçõlõk... Yüksel PAZARKAYA Günümüz Alman edebiyatõnõn önemli temsilcileri arasõnda Türkler ve diğer yabancõ kökenli yazarlar önemli yer tutuyorlar. Türk oyuncunun, Türk müzisyenin bulunmadõğõ ne bir tiyatro, ne de bir orkestra kaldõ. Üniversitelerin hemen hepsinde Türk kökenli öğretim ve araştõrma görevlileri var. SAYFA CUMHURİYET 5 AĞUSTOS 2010 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Hak Ediyor Olmak... İ nsanlar sahip olduklarõ tüm varlõklarõnõ, makamlarõnõ, sos- yal konumlarõnõ, aldõklarõ ce- zalarõ veya takdirleri hak ederek sahibi olmuşlarsa o toplumlarda rahatsõzlõk ve huzursuzluk ol- maz. Bu toplumsal yargõ çocuk- luğumuzdan itibaren yaşadõğõ- mõz davranõşlar bütünüdür. Ya- ramazlõk yaptõğõmõzda anne ve babanõn verdiği ceza diğeri tara- fõndan “hak ettin ama” diyerek onaylanõr. Okulda gösterilen başarõ da çalõşarak hak edildiği için mü- kafatlandõrõlõr. “Aferin çocu- ğum sen bunu hak ettin” denir. Açõkçasõ hak etmek bir çabayõ ge- rektirir. Olumlu ya da olumsuz hak edişte mutlaka bir çaba var ise toplum vicdanõnda rahatsõzlõk yaratmaz. Arkadaşlõk, dostluk ilişkilerinde de karşõdakinin gön- lünü ve güvenini kazanmak için çaba sarf etmek gerekmektedir. Peki, hak ediyor olmanõn ölçüsü nedir sorusunun cevabõ “top- lumsal vicdan”dõr. Türkiye gibi fõrsatlar ülkesinde, hak edilenler çoğunlukla tesadüf gibi etkenler sonucu olduğu için toplum vicdanõ sürekli rahatsõz- dõr. Bu yüzden de toplum sürek- li çalkantõ halindedir. Kişisel ve toplumsal vicdan sürekli isyan ha- lindedir. Bu isyan değişik za- manlarda eyleme dönüşür ve anarşi yaratõr. Yani şartlar öyle davranmayõ gerektirdiği için insanlar veya gruplar o şekilde davranmak zo- runda kalõr. Toplumsal olaylarda “inatlaşma” mutlaka anarşiyi getirir. Esas olan olaylarõn sebe- bini anlayabilmek ve somut çö- zümler üretebilmektir. Bunu an- cak hak ettikleri için o konuma gelmiş insanlar yapabilir. Anla- şõlacağõ gibi bu bir birikim ve se- viye işidir. Hayatõn her alanõnda birilerine bir sorumluluk verildi- ğinde mutlaka o işe uygun nite- likler aranõr. Şimdi devlet me- murluğunda da hangi eğitimi alõrsa alsõn seviye belirleme sõnavõ yapõlmaktadõr. Politik mevkiler ve konumlar da sorumluluk gerektiren yerler- dir. Buralara gelecek insanlarõn- da bu makamlara uygun dona- nõmda olmasõ gerekmektedir. Ül- kemizde hayata eşit şartlarda başlanmadõğõ için bu durum hep böyle sürüp gidiyor. Cumhuriyeti kuranlar bunu gördükleri için, yani herkesi eşit şartlarda haya- ta başlatmak için eğitimi bir ka- mu görevi kabul edip mümkün ol- duğunca bu eşitliğin altyapõsõnõ hazõrlamõşlardõr. Tabii insanõn başarõsõnda gen- lerin, toplumsal ilişkilerin, aile ya- põsõnõn da eğitim kadar etkisi ol- duğu bir gerçektir. Takdir yetki- siyle değil de hak ederek yönetim kademelerine gelenler hem yetkili olduklarõ kurumlarõ hem de ülkeyi başarõlõ bir şekilde yönetirler. Başarõlõ bir işletmeyi başarõsõz bir mirasçõ kõsa bir sürede batõrõr. Öl- çüsü nedir bunun? Hak etmediği halde sõrf mirasçõsõ olduğu için iş- letmenin yönetimini devralmõştõr. İnsan doğadaki tek toplumsal varlõktõr. Kişisel çõkarõnõ top- lumsal çõkara endeksleyenlerin yönettiği ülkeler kalkõnõr, başarõlõ olur. Dünya ekonomisi krize gi- rince bizim “piyasa manyakla- rının” sesi artõk çõkmõyor. Onlar her şeyi kişisel çõkarda görüyor- lardõ. Bir de televizyonlarda on- lar gibi düşünmeyenleri aşağõlõ- yorlardõ. Sonradan ortaya çõktõ ki bunlarõn büyük çoğunluğu büyük paralarla satõn alõndõklarõ için böyle konuşuyorlarmõş. Piyasa bu ya... Anlaşõlõyor ki bunlar hak et- tikleri için profesör olmamõşlar, piyasa şartlarõna uymuşlar. Ge- çenlerde bunlardan birisi GAP’a yapõlan yatõrõmõn vatana ihanet ol- duğunu söylüyordu. Ülkede her şey hak edilerek sahip olana ka- dar bu işkenceye katlanacağõz. Bunlarõ o işgal ettikleri makam- larda ve ekranlarda gördükçe maneviyatõmõz sarsõlõyor. Ülkedeki makamlarõ ve mev- kileri hak edenler gelene kadar... Ercan YEŞİLYURT Posta Gemileri... K aradeniz diyorsam, Anadolumuzun bu yalnõz kendine benzer denizin kõyõ- larõndaki o inci taneleri gibi dizilmiş kent kasaba ve yerleşimlerinden söz ediyo- rum. Ben o coğrafyada doğup büyüdüm. Ye- teneğim olsa da onu tüm özellik ve güzel- liklerine layõk olduğu güzellikte anlatabilsem. Evet Karadeniz kõyõlarõmõzdaki hiçbir nok- taya belki elli yõlõ aşkõn süredir bir gemi ile ulaşamaz durumdayõz. Osmanlõ döneminden 50’li yõllarõn sonla- rõna kadar kendisi de başlõ başõna bir geliş- menin tarihi olan ve Fevaid-i Osmani’den baş- layan bildiğimiz Denizyollarõ İşletmesi’nin muntazam gemileri (Karadeniz Postalarõ) Avrupa’yõ ve İstanbul’u Karadeniz kõyõlarõ- mõzdaki önemli yerleşimlere -limanlarõ ol- madõğõ dönemlerde dahi- bağlayagelmiştiler. Halkõn hizmetindeki bu imkân geçen yarõ yüz- yõl içinde gözlerimizin önünde resmen yok edilmiştir. İstanbul’u Karadeniz’in en doğu noktasõ- na kadar ve bu şeritteki yerleşimleri kendi ara- larõnda bağlayan sadece denizyolu ulaşõ- mõydõ. Tophane rõhtõmõndan haftada en az iki gemi kalkõyordu Karadeniz’e. Sürat Postasõ ve çok uğraklõ Karadeniz Postasõ (halk ara- sõnda Dilenci Postasõ da denilirdi). Rus (şim- di Gürcistan) sõnõrõndan İskenderun’a kadar bütün kõyõ kent ve kasabalara belirli uğrak ve programlarõ olan bu posta gemileriyle gidi- lirdi. Posta gemileri yolculuğu bir yaşam bi- çimi, bir ulaşõm kültürüydü. En ücra kõyõ li- manlarõna mendireği, barõnağõ olmayan ka- sabalara en az bir haftada bir gelip demirle- yen o rüya gemiler, hele gece olup õşõklarõ- nõ da yaktõ mõ bir başka dünya gelirdi yaşa- mõmõza. Tuz, şeker, un, kumaş gibi gazete, kitap, dergi de onlarla gelirdi. Kõyõlarõmõzdan hafifçe arkaya eğik bacalarõndan duman tü- terek gelip-giden ve insanlarõmõzõ, mallarõ- mõzõ, taşõyan gemiler bu yõllar içinde eriyip gittiler. Genç Cumhuriyetin, kõyõlarõmõzda ya- põlan toplu taşõma sistemi böylece tümüyle yitirilmiş oldu. Karadeniz, küçük ama doğasõ zorlu olan bir ulaşõm alanõdõr. Ama gene de antikçağlardan bu yana sürekli bir ulaşõm yolu olagelmiş- tir. Bu deniz trafiğini Rusya ile Osmanlõ’nõn mal alõşverişinin yelken hatta kürekle yol alan teknelerde yapõldõğõ yõllarõ denizci dedele- rimizden dinleyerek büyüdük. Ege ve Ak- deniz kõyõlarõmõz, bu yörelerdeki antik kent- devletler ve Roma idaresinde yüzyõllarca dünyanõn en denizci ve en tüccar insanlarõ- nõn yurdu olageldi. Ticaret mal ve insanla- rõn ulaşõmõ bu kõyõlarda hep denizlerden ya- põldõ. Baltõk, en az Karadeniz kadar sert ve huysuz, Kuzey Denizi, bizde olmayan duvar gibi sisleri, med-cezir akõnlarõ ile tehlike po- tansiyeli çok daha yüksek denizler olmasõ- na karşõn Kuzey Avrupa, İngiltere, İskandi- nav ve Baltõk ülkelerinin insanlarõ toplu ta- şõma modellerine uygun inşa edilmiş, hõzlõ, güçlü ve ekonomik gemilerle seyahat et- mekteler. Bizde de süratle yapõlmasõ gereken budur ve İstanbul’da son yõllarda servise ko- nulan deniz otobüsleri, hõzlõ feribotlar bu an- layõşõn bir öncüsü olarak algõlanmalõdõr. Lütfen, aklõn yolu bir. Kanlar içindeki ka- rayollarõnõn yoğunluğunu giderelim. Tek yol, modern posta gemileri. Posta gemileri bir özlem olduğu kadar, kesin ve gerçek bir zorunluluk. Daha sonraki yõllar içinde ne Karadeniz Postasõ kaldõ, ne İskenderun, ne Bandõrma, Tekirdağ, Ayvalõk seferleri. Artõk halk, oto- büslerde, kamyonlarda, gösterişli ve benzin yutan arabalarda yolculuk ediyordu. Hafif- çe arkaya eğik bacalarõndan duman tüterek gelip-giden ve insanlarõmõzõ, mallarõmõzõ, hayvanlarõmõzõ taşõyan posta gemileri bu yõl- lar içinde eriyip gittiler. Genç Cumhuriye- tin, kõyõlarõmõzda yõllarca uygulanan toplu ta- şõma prensibi de böylece yitirilmiş oldu. Ne var ki olayõn temelinde, bu projelerin altyapõsõ olan politik etkilerden uzak, altya- põsõ, bilgi ve deneyimi olan denize sevdalõ “yurtsever insan” en önemli unsur olmak- ta devam ediyor. İşin çözüm noktasõ bence budur. Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle