25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
A " itaplar Adası MLSADKASLMKARA Yazında karariılık, yazınsal karariılık... £ nsanoğlu çok • yönlü yay- • gınlığa dayalı • ansiklopedist tutumla tek yönlü derinliğe dayalı uzluk arasında gi- dip geliyor... özel- likle aydınlanma çağıyla. bilimsel devrimlerieTanrı- sallık dışında bir alanda kendini bulgulama, ola- naklarını yönlen- dirme, kendini or- taya koyabilme yetisini geliştir- menin bilincine vardığında insan, daha da katmer- lendi bu... insanın Tann'ya yüklediği nitelikler çerçeve- sinde hem her ya- kaya uzanıp "çok"lu yüze sa- hip olmak istiyor birey hem de "tek" bir alanın uzu, yetkesi olma- ya yönelik çaba harcıyor. Diyelim öykü mü yazıyor, öteki yazınsal tür- lere de uzanıyor büyük bir iştahla. Yazınsal alanı bı- rakıp görsel, plas- tik alanlara uzanı- yor, ne bileyim müziğe, sahne sa- natlarına yöneli- yor... Ama ilgilen- diği alan ne olursa olsun, buralarda kendini gerçekleş- tirip "mükem- mel"i yakalayabil- menin kavgasını veriyor... Sözün kısası insanoğlu, Tann'ya yüklenen niteliğe koşut ni- teliklerle donana- bilmek için hem "bir" hem "çok" olmak, bir perva- ne gibi ışığa yöne- lip onunla bütün- leşmek, güneşte erimek istiyor... C U M H U R İ Y E T K İ T A P SAYI 1 0 6 4 Şiir, öykü, roman, oyun vb. yazınsal türlerde ürün veren kimi yazariann kendi alanlanna dö- nük kuramsal tabanlı üretime yönelmesi, dene- me ya da eleştirileriyle görece bile olsa bir açı- dan alanlanna değgin kılavuzluğa soyunması da bir bu kadar ilginç geliyor bana... özellikle Calvino, Eco, Kundera gibi yazarlan okurken, tuhaf bir tedirginlikle sarsılıyorum. "Ya- ratıcılık" olgusunu doğaları gereği kendi özlerin- de taşıyabilecek böylesi sanatçıların, alanlannda hem Tann hem de kul olmaya giriştiklerini düşü- nerekirkiliyorum... Bizde Melih Cevdet Anday, Memet Fuat, Ce- mal Süreya gibi yazarlar, şairier günümüzde de az... Bundan ötürü konui^erinde yeterince yo- ğunlaşmıyoruz belki, afna^taflkal verimler yel- pazesinde çok yönlülüğe ulaşma arzusu yansı- tan sayısız çabayla karşılaşabiliyoruz. Bunlann başında öykü, roman yazarlığı geliyor bana so- rarsanız... Oysa ikisi de farklı dillerde yapılandı- nlabilecek alanlann verimi. öykü daha çok şiirle içlidışlı olarak değeıiendiriliyor. Roman ise tamı tamına bir düzyazı ömeği... Bu hafta iki öykücünün romanlarına eğilirken, kıyısından da olsa bu konuteiİ|leğinmek zorun- lu... ™ . ROMANIN DAYANILMAZ ÇEKİM CÜCÜ... Izzet Harun Akçay'dan Gülistan (Beriin, 2005) başlıklı öyküler demetini okumuştum daha ön- ce. Bu kez bir romanını okudum: General Söz Verdi (Berfjn, 2006). Yaşamöyküsü bilgisinden Akçay'ın iki öykü kitabı daha yayımladığını öğ- rendim: Bir Mektup Yazmak Istiyorum (1991), Mavi Şehir (1992). öte yandan andığım roma- nın "Bahar Ulkesi" başlıklı üçlemenin ilk kitabı olduğu söyleniyor... Demek ki ilkinin ardından ötekiler de gelecek yakın zamanda. Günhan Kuşkanat'ın da ilk öykü kitabını aynı dönemde okudum aşağı yukan: Kış Leylekleri (Doğan, 2005). Ötesinde romanını da Akçay'ın- kiyle birlikte aldım masama: Kıyısız Gemiler (Doğan, 2006). Kuşkanat'ın öyküleri üzerinde o yıllarda dura- bilmiştim de Akçay'ın öykülerinden söz edeme- miştim. Gülistan'daki öyküler, genelde anlatım- cı çizgide kendilerini göstermekle birlikte Ak- çay'ın eğretilemeyle, yerine koymayla öykülere derinlik içirdiği görülebiliyordu. Böylece anlam- landırmaya dönük içses yaratılıyordu bu örnek- lerde. En azından bu yanlarıyla dikkat çekiciydi öyküler. Ancak bu iki yazar öykücülüklerinin ardından romanlannda neler getiriyor? Diyelim soyutla- yımcı öykülerin yazarı Kuşkanat ile anlatımcı öy- külerin yazan Akçay, yapıtlarında nasıl açılım sergiliyor acaba? Birbirinden farklı biçemlere dayanarak yapıt verimleyen iki yazar, iş romana geldiğinde önceki türierinden kopup bir farklılık koyabiliyor mu ortaya? Aykınlıklar ya da benzer- likler varsa neler? Günhan Kuşkanat, Kıyısız Gemiler'de, kendi- ne sığınacak yer arayan bireyin dramına eğiliyor denebilir. Bu yönde gelişen romanın, belleksizli- ğe övgü gibi alınabilecek girişi ardından yine de bireysel yanlmayı kışkırtan toplumsal oluntularla bunun karmaşasına yöneldiği söylenebilir her- halde. Izzet Harun Akçay ise General Söz Verdi'de, bireysel, toplumsal belleksizliğe karşı bir mani- festo getiriyor göründüğü kadanyla. Ne ki so- nuçta her iki roman da kapitalist sanayi ile bu- nun yol açtığı doğal kıyımda, insani özü hiçleyen tutuma karşı kişinin bireysel varlığını ortaya koy- ma, düşünsel içkinliğini besleme yönünde karar- lı duruş sergiliyor. Peki, yazarlar, yapıtlarını romanın gereksindiği büyüyle karabiliyor mu? Çekimine dayanılama- yan bir roman büyüsünün peşine bizi takabiliyor mu? öyle ya romanın okur için olduğu kadar ya- zınsal tür olarak kendisi için de büyüyü içkin kıl- mak zorunluluğu söz konusu... Bu açıdan baktığımızda, andığım romanlara, taşıdıklan büyü değeri bağlamında yaklaşmak zorunlu herhalde... BİR ROMAN, BÜYÜSÜYLE KURULUR... Izzet Harun Akçay, romanın ilk sayfalannda daha, toplumsal sorunlara karşı ne ölçüde du- yarlı olduğunu gösterirken bunu okurla paylaş- maya, bu doğrultuda bir ortak payda kurmaya çabalıyor. Sakarya Nehri kıyılarında, dağlar, or- manlar, derin vadilerle kaplı bir coğrafyada Ka- yabaşı Köyü ile ilçesi tam bir bütünlükle karşımı- za geliyor. Orman kaçakçılığının yapıldığı bir coğrafya burası. Ama buna tövbe etmiş, askerlikteki ko- mutanının adını verdiği tek oğlu Tayfun'u subay, ötesinde general yapmak için düşler içinde yo- ğun çaba harcayan bir "Küçük Ali"yi tanıyoruz. Romanın adı da buradan geliyor zaten... Oğlu- nu general yapacaktır, söz vermiştir. Dağlı adlı traktörü, yardımcısı Kadir, güvenip sığındığı dostu Değirmenci Davut, köyün, çevre- nin kötü adamı Nevzat... Çıkara dönük siyasal ilişkilenişler... Toplumsal oluşumlan, sınıfsal te- melde çok yönlü yaklaşımla ele alıp didik didik ederken yazar, yöre insanının toprağa, doğaya, bu arada yaban yaşamına, sebzeye, meyveye, hatta tarihsei gerçekliklere karşı ihanetinin de al- tını çiziyor bir bakıma. Bu çerçevede sözlü tarih- sei belgelere, bu yönde anılara yaslandığını ele verecek anlatı bölümleriyle karşılaşılıyor roman- da. Ne var ki yığma aynntılarla, sözlü belgelerle uzayıp giden sayfalar arasında çok şey yitiriyor roman. Nitekim anlatımda hiç de ekonomik dav- ranmıyor yazar. Işlevsel ayrıntıları, örtük tutarak başanyla anlatıya yerleştirse de kimileyin, olan bitenin olgusal düzlemde sürekli aktanlması, ek- siltiye gidilmeden bunlann arka arkaya sıralan- ması romanın havasızhktan boğulmasına yol açıyor yazık ki. Sonuçta bu tutumuyla, yazann romandan beklenebilecek soyutlayıma, dönüş- türüme sırt döndüğü, yer yer bir röportaj anlatı- mının romanda egemen duruma geçtiği, sonuç- ta yazınsal dilin ötelenip kullanım temelli günde- lik iletişim dilinin baskın hale geldiği söylenebilir. Oysa romana giydirebileceği büyü için göründü- ğü kadanyla tek dayanağı, anlatımındaki yazın- sallık yazann. örneğin Davut'un kedisi Safinaz'ı çınar ağacının dallan arasından yere indirirken (48, 49), bunu dilde parlat- maya çabala- dığı görülebili- yor açıkça. Izzet Harun Akçay'ın Ge- neral Söz Verdi'si ile Rı- fat llgaz'ın Yıl- dız Karayel, Karadenizin Kıyıcığında, Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf romanları arasında ör- tük de olsa, özellikle kahramanların diklenmele- ri, sönmeleri bağlamında ilişkiler kurulabilirmiş gibi geliyor bana. Nitekim Akçay'da da bir "sos- yal isyancı" fıgürünün (Değirmenci Davut, Oflu Nihat vb.) bulunması, halkın "Küçük" adını taktı- ğı, kendisinin bile kendini "Kıytınk" olarak gör- düğü (53) Ali'nin de kahramanlığa öykünmesi bu yönde gösterilebilecek ömekler. Yazar, herhangi kurgu oyununa girmeden, bi- çemsel açılımlara gerek duymadan, yalnızca an- latım güzelliğine dayalı bir büyü giydirmeye çalı- şıyor göründüğü kadanyla romanına. Yazann başarısı da zaten kurduğu roman evreninde, an- lattıklannda, bunlann oturduğu toplumsal ilişki- . lenişte değil yukanda örneklediğim biçimde an- latımından sızan ustalıklı dil oyunlarıyla eğretile- melerinde, bir de özellikle Ali'yi kahraman olarak yapılandınrken gösterdiği ustalıkta ortaya çıkı- yor. Gerçekten korkuları, kuşkuculuğu, kuruntu- lanyla, tedirginlikleri, hayalleri, özlemleriyle iyi çatılmış bir karakter olarak yapılandınlıyor Ali. BÜYÜYLE UÇURULAMAYAN ROMANLAR YERE ÇAKILIR... Bir romanın ille de büyülü gerçekçiliğe dayalı verimlenmesi gerekmiyor elbette, ama herhangi romanı, türün gereksindiği büyüden ayn düşün- menin de olanağı yok! Günhan Kuşkanat, Kıyısız Gemiler'i, biçemde böyle bir büyüyle karmak, bunu yapıta yaymak üzere yola çıkıyor. Bir kıyı köyde, emekli köy öğ- retmeni Ihsan'la köyün "kahve takımı" sayabile- ceğimiz sakinleri, apansız biçimde köylerine ge- len yabancıyı karşılıyorlar. Ne ki yabancı, belleği- ni yitirmiştir; tek uman yanındaki deftere yazdık- lanndan yaptıklannın izini sürmektir. Ihsan'la ar- kadaşlan, adını Mehmet koyduklan yabancıyla hep birlikte bir belleksizlik oyununa girişirler. Çö- züm için yeni bir defter öngörürier. Şöyle der fh- san: "...Yeni bir defter yazarsak, geçmişi kendi- miz istediğimiz gibi, yeniden yazarsak... acısı, pişmanlığı, korkusu... olmaz..." (32) Kuşkanat, Kıyısız Gemiler'i bu yönde yapı- landırıp romandaki büyüyü hariandırmak yerine, böylesine yoğunlaştırabileceği bir ana daman elinin tersiyle itip görece yükseklik yitirmeyi gö- ze alarak bir ölçüde anlatımcılığa kayıyor sanki. Nitekim sonradan adının Fikret olduğunu öğre- necekleri yabancı, birden intihar edecek, ölümü- nün kırkında bu kez annesi çıkagelecektir köye. Sonuçta romanın kıvamı, tadı yerinde olsa da biraz gevezelik kokan bir anlatı daman yansıttı- ğını söylemek olası. Ihsan'ın evinde okutulan Mevlit, bir güreş tefrikasının topluca dinlenişini anımsatan kahvedeki toplaşma, Karagöz göste- rimi vb. bölümceler bu doğrultuda örneklenebilir herhalde. Kuşkanat, benzersiz bir öğretmen yaratıyor Ihsan'da. Kıyı köyünde yalnız yaşayan emekli bir öğretmen. Kendine özgü küçük dünyası olan, ev işleriyle içlidışlı, kurabiye pişiren, yaprak sarması yapan... Tüm dünyayla banşık olsa da yalnızlığı bir derviş adabıyla içmişçesine görüntü sergile- yen... özellikle yabancılaria biraz kınk biraz mahcup konuşan, içine kapanık görece öğret- men ahlakçılığını sürdüren biri Ihsan. Yine de kendisine sormak gerekecektir ama; mutlu mu- dur gerçekten? Fikret'in annesine karşı duyduğu ilgi giderek büyürken, Ihsan, onun bir sözünü anımsar iç dünyasında: "Söylemek istediklerimizi şimdi böyle susacağız, hep susacağız belki..." (94) Ne var ki roman, söylenmek istenenlerin su- sulduğu bir yapıta dönüşemiyor yine de. Aşka doğru uzanan filizi de gereğince uzanıp tutuna- mıyor bir türlü herhangi yere. Fikret'in önceki yıl- larında doldurduğu defterierden birinde yazdığı, "Bu kadar kolaydı işte sevmek. Sevilmek zor- du," (77) deyişindeki gibi... Köyde öğretmenlik yapan Gül'ün sözleriyle, "Aşk bazen öyle anla- şılmazdır ki, sevmeyi hak edeni bulmaz" (55) ne- dense. Bunlara uygun romansa dönüşebilseydi bari roman. Bir yazann romanda büyü yaratması bir yana kalem oynattığı türde ya da türlerde yazınsal ka- rarlılık sergilemesi de gerekiyor demek ki... Ama bir öykü, roman yazarı olarak karariı duruş yan- sıtması ilkönce... Gerek Günhan Kuşkanat gerekse Izzet Harun Akçay'ın, çok farklı damarlarda yol alıyor görün- seler de yazınsallıkta, öykü, roman türlerinde sürdürecekleri kararlılıklanyla kendilerini çok da- ha ileriye taşıyacaklanna inanıyorum..." DÜZELTME: 1063. sayımızda M. Sadık Aslanka- ra'nın yazısında kullandığımız fotoğraf All Balkız'a de- ğil Kaam Genç'e aittir. Ali Balkız, Kazım Genç ve tüm okurlarımızdan özür dileriz. SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle