29 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

GDO’lar masum değil! Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Bşk. B iyoteknolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilen bitki hayvan ya da mikroorganizmalara "transgenik" ya da "genetiği değiştirilmiş organizma" denilmekte ve bu ürünler kısaca GDO olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamda, örneğin domuza ait gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de bir bitkiye aktarılabilmektedir. GDO’lu ürünler üzerine çalışmalar, ABD kökenli şirketler tarafından başlatılmıştır. Tarla denemelerine 1985 yılında alınan GDO’ların ticari anlamda ekimine 1996 yılında başlanmıştır. Bugün tüm dünyada Türkiye yüzölçümüne yakın bir alanda transgenik ekim yapılmakta olup ekim alanlarının yüzde 99’u ABD, Arjantin, Kanada, Çin ve Brezilya’da bulunmaktadır. GDO’lu bitkiler açısından da büyük oranda bir toplanma söz konusudur. Dünyada GDO’lu olarak üretilen bitkilerin yüzde 99’unu soya, mısır, kolza ve pamuk oluşturmaktadır. Bunların yanında patates, domates, pirinç, buğday, balkabağı, ayçiçeği, yer fıstığı, bazı balık türleri, kasava ve papaya da GDO’lu olarak üretiliyor. Muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun ve karpuzda halen çalışmalar devam ediyor. GDO’lu ürünlerin üretilme amaçları arasında açlıkla mücadele, hammaddeden işlenmiş maddeye kadar olan zincirde, çevreye daha az zararlı, besleyici değeri daha yüksek, raf ömrü daha uzun ürünler elde etme gibi söylemler yer almaktadır. Oysa bu ürünler bu denli masum değildir. GDO’lu ürünler çevre, biyolojik çeşitlilik ve ekolojik denge, insan ve hayvan sağlığı, ülkelerin sosyoekonomik yapıları üzerine birçok olumsuz etkiler doğuruyor, varolan ilişkileri – dengeleri bozuyor ve yeni bağımlılık ilişkileri yaratıyor. GDO’lu ürünlerin dünyada açlık sorununa bir çare olamayacağı, dünyanın mevcut toprak kaynaklarının ve üretim kapasitesinin herkesi fazlasıyla doyurabileceği ve var olan açlık sorunun esasen dünyadaki üretimde ve dağıtımdaki adaletsizlikten kaynaklandığı bilinmektedir. Soruna teknoloji ve mülkiyet ilişkileri açısından da bakmak gerekir. GDO teknolojisi, mülkiyetine sahip olanlar açısından, çok büyük bir "sermayenin yeniden üretim alanı" dır, teknolojiyi satın alanlar açısından ise bağımlılık derinleşmektedir. Terminatör tohum teknolojisi ile üreme yeteneği alınmış tohumları, çiftçiler her yıl para vererek yeniden satın almak zorunda kalmakta ve bu alanlarda kullanılmak için üretilmiş birkaç çeşit kimyasala da bağımlı olmaktadırlar. GDO’lu ürünleri tarımsal üretim alanlarınıza soktuğunuzda, genetik çeşitler kayboluyor, yerel türler GDO’lu ürünlerle rekabet edemediğinden hızla kayboluyor, doğadaki yabanıl varyeteler de dominant özellikli GDO’lu ürünler tarafından kirletiliyor. Bir kez gen aktarımı başlamışsa, genetiği değiştirilmiş ürünün değiştirilmemiş ürünlere bulaşması önlenemez hale geliyor. Bir süre sonra, zengin biyoçeşitliliğin yerini, GDO’lu homojen ürünler alıyor. Ayrıca, tarımsal üretime zararlı olduğu kabul edilen böceklere karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için bitkilere aktarılan toksin (zehir) karakterli genler, o böcekleri yiyerek beslenen yararlı böcek türlerinin de yok olmasına neden olabiliyor. Bunun yanında, yabancı ot ilaçlarına dayanıklılık geni aktarılmış bir bitkinin bu genlerinin rüzgar ya da kuş, arı gibi etkenlerle başka bitkilere bulaşması sonucunda bu geni alan yabancı otlar savaşılması güç bir şekilde çoğalabiliyor. GDO’ların insan ve hayvan sağlığı açısından doğurduğu risk ve tehditler arasında, yatay gen transferi, yiyecek alerjileri, insan bünyesinde antibiyotiklere direnç, toksin birikimi ve doğurduğu metabolizma değişikleri gelmektedir. GDO teknolojisi, "yaşamı patent altına alma esasına" dayanıyor. Birkaç gen aktarılan "yeni çeşit", firmaların mülkiyetine giriyor ve sonra "yeni piyasa" kurgulanmaya başlanıyor. Tohumlar kendini yeniden üretemiyor. Bu bağlamda, artık çiftçinin ürününden tohumluk ayırma hakkı ortadan kalkmaktadır. GDO’lu ürünler, 1998 yılından bu yana, hiçbir denetime tabi olmadan, Türkiye’ye rahatça girmektedir. Örneğin, yalnızca 2003 yılında Türkiye 1.8 milyon ton mısır, 800 bin ton soya ithal etmiştir. Mısırın yüzde 81’i, soyanın ise yüzde 88’i ABD ve Arjantin’den gelmiştir; neredeyse tamamı GDO’ludur. Türkiye’nin gümrüklerinde, GDO’lu ürün ayrımı yapabilecek laboratuvar altyapısı yoktur. Ankara ve Bursa’da kurulu laboratuvarlar ile etkin bir denetimin yapılabilmesi olanaksız. Gerek GDO’lu hammaddeden Türkiye’de işlenen, gerekse yurtdışından ithal edilen işlenmiş ürünlerden önemli bir kısmı GDO içeriğine sahip. Mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakkaroz, fruktoz içeren gıdalar; bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalar ile pamuk GDO’lu olma riski taşıyan gıdaların başında geliyor. Sadece mısırdan üretilen ve çeşitli gıdalarda "bileşen" veya katkı maddesi olarak kullanılan yan ürün sayısı 700’ü, soyadan üretilen türevlerinin sayısı ise 900’ü buluyor. Yani bu yan ürünleri içeriğinde kullanan her bir işlenmiş ürünün GDO’lu olma riski bulunuyor. Işık Tarım, üretiminin yüzde 90’ını ihraç ediyor İ ZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu)Kemalpaşa Ören’de bulunan Işık Tarım, 1974 yılında Mehmet Ali Işık tarafından öncelikle çekirdeksiz kuru üzüm ticareti yapmak amacıyla kurulmuş. Firma 1990 yılında ihracata ve aynı yıl organik tarıma başlamış. Bugün 40 ana, 120’ye yakın yan ürünle çalışan Işık Organik Gıda, üretimin yüzde 90’ını ihraç ediyor. Tüm ülke genelinde 3 bin hektar arazide 573 üreticiyle sözleşmeli tarım yapıyor ve yaklaşık 15 milyon dolar ciroya sahip. AB ağırlıklı 28 ülkeye ihracat gerçekleştiriyor. Şirketin kurucusu Mehmet Ali Işık, Türkiye’deki organik tarım sektörünün olumlu yönde geliştiğini düşünenlerden. "Bardağın dolu tarafını mı, yoksa boş tarafını mı görüyorsunuz. Önemli olan bu" diyen Işık, organik tarım ticaretinin her yıl yüzde 20 oranında artış gösterdiğini söylüyor. Işık, organik tarımın altyapı ve süreç gerektirdiğini belirterek, "Çiftçi bu üretim şeklini benimsemeli. Maliyet girdileri en az yüzde 2025 düzeyinde azalıyor. Ürününü yüzde 1015 fiyat farkıyla da satınca üretici için önemli kaynak sağlanıyor" dedi. Sektörünün önünün açılması için iç pazarın canlandırılması gerektiğini vurgulayan Işık, bu nedenle 1996 yılından bu yana marketlerde yer aldıklarını söylüyor. Işık, tüketicinin değişen ve gelişen anlayışının sektöre yarayacağını savunarak, organik ürünlerin fiyat farkına ilişkin "Bir kişi yılda kaç kilogram incir yiyebilir ki? Bütün yaşantımızda organik ürün olacak diye bir şey yok. Ancak bilinçli beslenme fiyat farkını ortadan kaldırıyorsunuz. Yani aslında organik ürünlerin fiyatlarının yüksek olduğu inanışı tamamen psikolojik. Çok daha yüksek bedellerle o kadar ürün tüketiyoruz ki. Devlet tarafından yapılacak desteklerle, iç pazar genişletilebilir. Hep ihracatla büyüyoruz. İç pazarın da büyümesi gerekir" yorumunu yapıyor. Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin Türkiye’nin rakibi konumuna geldiklerini belirten Işık, son yıllarda Çin’in de sektöre hızlı girdiğine dikkat çekiyor. Işık, "Bakliyatta Çin’le rekabet edemez duruma geldik. Türkiye’nin atılıma geçmesi için üretim kooperatiflerinin desteklenmesi ve yönlendirilmesi gerekiyor" diyor. 8
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear