07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C P E kitap R V A S I Z P E R T A V S I Z 16 KASIM 2007 CUMA KULE CANBAZI SUNAY AKIN Soyadları ve gemiler... göre, Kaptan Jan Demons “iki ay yirmi gün ağır hapis ve 225 lira para cezası ödemeye”, Hasan Kaptan ise “dört ay ağır hapis ve 33 lira para cezası ödemeye” mahkum edilir. Ancak, Lahey Adalet Divanı’na taşınan dava farklı bir seyir alır. Fransızlar, Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin bu davaya bakmaya yetkili olmadığını ve Kaptan Jan Demons’un tutuklanmasından dolayı kendisine tazminat ödenmesini talep ederler. Günlerce süren davada Türkiye, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey tarafından temsil edilir. 1927 yılının 7 Eylül günü, Lahey’den gelen telgraf sevince boğar, dört yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’ni. Lahey Adalet Divanı, Türkiye’nin Lozan Antlaşması’na uyduğu ve uluslararası hukuk kurallarına aykırı davranmadığı kararına varır. Böylelikle, bir yıl önce verilen kararın doğruluğu onaylanır. Atatürk, davadaki başarısından dolayı, soyadı kanunu çıktığında Mahmut Esat Bey’e “Bozkurt” soyadını verir. Birçok kanunun yanı sıra Deniz Ticaret Kanunu’nu da hazırlayan Mahmut Esat Bey, Ege Denizi’ndeki bir batıktan almaktadır soyadını!.. 1927 yılında, çalıştığı sigorta şirketinden istifa eden Atıf Bey, okul yıllarında tutulduğu tiyatro sevdasından daha fazla kaçamaz ve Darülbedayi’de alır soluğu. 1932’de yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul’un yaptığı “Bir Millet Uyanıyor” filminde Ercüment Behzat Lav ve Ferdi Tayfur ile birlikte önemli rollerin birinde görürüz Atıf Bey’i. Kurtuluş Savaşı sırasında, İstanbul’dan Anadolu’ya adam ve silah kaçıran Yahya Kaptan’ı canlandıran Atıf Bey, İstanbul hükümetinin işkence yaparak öldürdüğü yürekli kaptanı başarıyla yansıtır beyazperdeye. Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk’ün “Nutuk” adlı kitabında “Meydana getirebildiğimiz ulusal birliklerin en önemlisi ve güçlüsü ‘Yahya Kaptan’ diye tanınmış olan bir özverili yurtseverin birliğiydi” sözleriyle andığı Yahya Kaptan sinemaseverler tarafından da tanınmış olur. Soyadı kanununun çıkmasıyla Atıf Bey de filmdeki başarısından dolayı “Kaptan” soyadını alır ve adını sinema afişlerine “Atıf Kaptan” olarak yazdırır. Enis BATUR Gezi Edebiyatı A rkamdaki azımsanmayacak sayıda seçki hazırlığından kaynaklanan deneyim, bir konu etrafında geniş taramaya yönelmenin bakış açısı derinliği sağladığını gösteriyor. Şüphesiz, nicedir çokça örneğiyle karşılaştığımız 'kesyapıştır' yöntemiyle kotarılan antologyalardan söz etmiyorum burada; seçilen alana kendi kendine dalmadıkça, bir tür kayboluş dönemini göze almadıkça, değindiğim deneyim payı geçerlilik taşımıyor. Türk seyyahlarının dünya ölçeğindeki yolculuklarına eksenli bir seçki düzenleme çalışması, bana “gezi edebiyatı”mızla ilgili önemli gözlemler yapma fırsatını vermişti. Her şeyden önce, giriştiğim kütüphane taramaları sırasında, yabana atılamayacak sayıda “amatör yayın”la tanıştığımı söylemeliyim. Daha çok şiir alanında gördüğümüz “kendi yayını” çözümü burada da benimsenmişti, besbelli çaresizlikten: Profesyonel yazar olarak herhangi bir varlık göstermemiş kişilerin “yolculuk izlenimleri”ni içeren dosyalarıyla profesyonel yayıncılar ilgilenmek için istek duymamıştı doğal olarak; oysa, “tür”ün yelpazesi açısından bakıldığında, ilgiye değer bulunacak çok sayıda örnek çıkmıştı önüme, sıradan sayılamayacak vesilelerle, sıradan sayılamayacak diyarlara yolcu çıkmış, defter tutmuş seyyahlarımızın arasında mühendisler, hekimler, hukukçular göze çarpıyordu. Bazılarına, yaptığım seçkide yer vermemenin ana gerekçesi farklılıkları olmuştu. Türk edebiyatından örneklere dayanan güçlü bir seçmeyi, yıllar önce Türk Dili dergisi özel sayı olarak sunmuştu okura; o gün bugün, işin açığı, bu oylumlu özel sayıyla aşık atacak kapsam ve nitelikte bir 'genel tablo' ortaya koyulmuş değildir. Gezi edebiyatımızda aslan payını “gazeteciyazar”larına ayırmak kaçınılmazdır, bir tarihe gelesiye: Uzun ve ilginç seferler çoğu kez basın desteğiyle gerçekleşmiştir. Gazetecilerimizin bir bölüğü “meslek”tense, bir bölüğü de, özellikle köşe yazarlığının söz konusu olduğu alanda, doğrudan doğruya, baştan beri, edebiyat cephesinden devşirilmiştir. Bu komşuluk bağlantısının bir önemi şurada aranabilir: “Meslek”ten gazeteci yazarlar, edebiyatçılarla yan yana geleceklerini göz önünde tutarak bir üslup geliştirmeye, 'iyi yazı'yı ciddiye almaya yatkın olmuşlardır. Beni en çok düşündüren, gezi edebiyatı bağlamında, bir iki ayrıcalıklı örnek (Hâşim gibi) ayrılacak olursa, üzerinde durulmaya değer bir geçişimin karşılıklı gerçekleşmesi oldu. Gazeteci yazarlar ediplere, edipler muharrirlere özenmişler yolculuk yazısında; öyle ki, sonuçları açısından, birini ötekinden ayrı tutmak güçleşmiş. Bunun temel nedeni, kim yazarsa yazsın, yolculuk izlenimlerinin gazete okuru göz önünde tutularak kaleme alınmış olmasıdır. Perspektif, üslup, öznellik sınırı çerçevesinde, genellikle aynı ölçütlerin işe koşulduğu gözlemleniyor. Bugün de mi, diye soranlar çıkacaktır. Geniş çapta öyle olduğu görüşündeyim. Hâlâ gezi yazılarının büyük çoğunluğu basın tarafından ısmarlanıyor ya da hedefe göre hizalanıyor. Belli bir okur tipolojisinin hesaba katıldığını, metinlerin ayarının buna göre yapıldığını düşünüyorum. Başımdan geçen bir olay, beklentinin çehresini gözümde enikonu netleştirdi: Son dönemin en etkili, genişçe bir okur kitlesini tiryakisi kılmayı başarabilmiş gezi kültürü dergisinin yöneticisi, birkaç yıl önceydi, benimle görüşmek için kapımı çalmıştı. Derginin düzenli yazarı olmamı istiyordu. Her sayıya, dilediğim noktaları seçerek, ister Alaska'ya, ister Nijerya'ya yapacağım bir yolculuktan damıtacağım izlenim metinleri vermemi; fotoğrafları da kendi makinalarımla çekmemi bekliyordu: Hem yolculuk kitaplarımı seviyor, hem de fotoğraflarımı beğeniyordu. Bir tek önemli sorun vardı, bunu olanca inceliğiyle, kafa göz yarmamaya büyük özen göstererek ifade etmişti: Yazacaklarımı her zaman yazdığım gibi yazmamı istemiyor, okurunu yadırgatmayacak bir yaklaşım tutturmakta güçlük çekmeyeceğimi söylüyordu. İkinci bir görüşme yapmamıza gerek olmadı. Derginin fazla zorlanmadığını ekleyebilirim: Başka bir yazarla hemen anlaştılar. Dergi yöneticisi haklıydı. Okur çoğunluğu jurnalistik bir üsluba ve yaklaşıma yatkındır. Dünyanın her yanında iyikötü böyledir bu. Gelgelelim, bütün yolculuk edebiyatına üniforma giydirilmesi doğru tavır sayılmaz: Binbir türlü gezme biçimi olduğu gibi binbir türlü yazma biçimi de olabilmelidir bir dilin yazı dünyasında. Benim yolculuk kitaplarımdan uzak durmayı yeğleyecek pek çok okur vardır şüphesiz; okumak isteyenlerle yetiniyorum. Başkalarınınkini seçenlerin sayısının daha fazla olmasını anlayışla karşılamanın da ötesinde, doğal buluyorum. Gezi kültürünü kuşatan kitapların bulunduğu raflar, yeryüzünün bütün kitabevlerinde genişliyor. Kişisel kitaplığımda iki farklı kategorinin ürünleri ağır basıyor: En geniş anlamıyla kılavuz kitaplar bir yandaysa, en öznel yolculuk metinleri öbür yandalar. Arayı dolduran kitaplardan her vakit uzak durmayı seçmiş bir okur oldum, kaldım. stanbul limanından, 30 Temmuz 1926 tarihinde “Bozkurt” adlı kömür yüklü bir şilep hareket eder. Hasan Kaptan yönetimindeki şilep, 2 Ağustos gününün gecesi, Midilli adası açıklarında, Beyrut’tan İstanbul’a gitmekte olan Fransız yolcu vapuru “Lotus” ile çarpışmaktan kaçamaz. Bozkurt kısa sürede batarken, Lotus hasar görür ama suyun üstünde kalır. Gökyüzü son derece karanlık olduğundan, Bozkurt mürettebatından ancak on kişi kurtarılabilir. Geri kalan denizcileri gece, siyah peleriniyle gizler. Lotus, İstanbul limanına geldiğinde, çarpışma sırasında gemiyi yöneten 3. Kaptan Jan Demons, Hasan Kaptan ile birlikte birçok insanın ölümüne neden olmak suçuyla tutuklanır. Bu olay gerek Fransa’da ve gerekse Türkiye’de büyük yankı uyandırır. Fransızlar, kaptanın derhal özgür bırakılmasını isterler. Türk basını da Hasan Kaptan’ın tutukluluğunun kefalet karşılığında sona erdirilmesinde ısrar eder. “Yeni Ses” gazetesinin de sahibi olan Trabzon milletvekili Nebizade Hamdi Bey’in çabalarıyla Bozkurt şilebinin kaptanı dört duvar arasından kurtulur. Batan geminin sahibi Nef’i Bey, Fransızlardan uğradığı zararın karşılanmasını isterken, Lotus’un sahibi olan “Mesajeri Maritim” şirketi de gemilerinin uğradığı hasarın ödenmesi gerektiğini ileri sürer. Her iki taraf kazadan birbirlerini sorumlu tutar. Amiral Vasıf Paşa başkanlığında hazırlanan bilirkişi raporuna dayanarak, savcı Cemil Bey her iki kaptanın da suçlu olduğuna karar verir ve “cinayet” suçuyla yargılanmaları yönünde mahkeme yolunu açar. Gelişmeler üzerine Fransızlar tarafından, çarpışmanın Türk karasularının dışında olduğu belirtilerek, davanın kendi mahkemelerinde görülmesi gerektiği iddia edilir. Ankara’dan, sorunun Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerine aksettiği ve bundan da Fransa Hükümeti’nin haberdar edildiği belirtilir ve istenirse davanın Lahey Adalet Divanı’na götürülebileceği yönünde açıklama yapılır. Bu arada, “LotusBozkurt” davası on beş gün gibi kısa bir sürede sonuçlandırılır. 15 Eylül 1926 tarihli karara İ Tarih ve Tarihçi/ Burke, Bloch, Febre, Braduel, Mc Lennan, Ladurie, Vilar, Hobsbawm, Lefebre, S. Jones/ Der: Ali Boratav/ Kırmızı Yay./ 338 s. Fransa’da yayımlanan ‘Annales dergisi’ etrafında oluşan yeni tarihçi okul, tarih bilimini içerik ve yöntem bakımından sorguladı ve yeni bir tarih anlayışının oluşumuna öncülük yapmayı amaçladı. Tarih yazımının bir yana itilip, her şeye yeniden başlamanın önerilmesinin en önemli nedeni; ‘olayların tarihi’ olarak adlandırılabilecek eski tarih yazımının, ötesine geçebilme isteğiydi. Derleme iki bölümden oluşuyor: Birinci bölümde, Annales Okulu’nun metedolojik öncülleri ve yönelimleri ile iki değerlendirme metni (Mc Lennan ve Burke) yer alıyor. İkinci bölüm ise “Annales E.S.C.” dergisine parelel olarak İngiltere’de kurulan “Past and Present” dergisinin oluşturucularından biri olan E. J. Hobsbawn’ın (Annales’çilerinkine) benzer bir bağlamı sergilediği denemesi; G. S. Jones’un İngiltere’de tarihçiliğin ve tarih yazımının eleştirel bir değerlendirmesini yaptığı bir makalesi ve Henri Lefevre’in tarihsel bilginin zorunlu sınırlılığı çağının bilinci yansıtması üzerine denemesi yer alıyor. Meryem Planı/ Mehmet Coral/ Doğan Kitap/ 292 s. Meryem Ana’nın kayıp mezarının peşindeki bir grup insan... Dünyadaki ekonomik ve ruhani güçleri bünyesinde toplamak ve böylelikle dünya egemenliğini perçinlemek, yeni bir Vatikan oluşturmak isteyen ABD... Hâlâ bir güç olduğunu kanıtlamak isteyen Vatikan... Efes’te faaliyet gösteren Basel Vakfı... Bulunan mezar gerçekten Meryem Ana’ya mı ait, yoksa bu Türk hükümetinin bir aldatmacası mı? Yunanistan 1920’lerde ma bir dostluk biçimidir. Ama en azından dostluğun samimî bir biçimidir ve bir ölüye, olmayan birine yönelik olması ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir. Batı Anadolu’da kurulmuş ve 1 yıl yaşamış İyonya Cumhuriyeti’ni yeniden canlandırmak ister. Türk hükümeti ise gerekli her tedbiri alır, her şeyi sükunetle izler... Cantatrix Sopranica L. ve Diğer Bilimsel Yazılar/ Georges Perec/ Çev.: Alper Ünal/ Sel Yay./ 80 s. Perec, yeri geldiğinde değerli kadın ses sanatçılarının üzerine domates atılması deneyinin sonuçlarını göstermek için nörofizyolojist veya İputupi Adası’ndaki kelebeklerin melezleşmesini incelemek için böcek uzmanı; yeri geldiğinde iki büyük adamın arkadaşlığının şarkısını söylemek için kutsal işler bilimci veya Chartres Katedrali’ni takdim etmek için tarihçi olacaktır. Bu kez, arkadaşı Harry Mathews’la işbirliği yaparak, bilgili bir filolog kimliğiyle, Raymond Roussel’in daha önce yayımlanmamış yapıtını yorumluyor. Agnes Grey/ Anne Brontë / Çeviren: Azize Bergin/ Merkez Kitaplar/ 212 s. Bu kitapta Anne Brontë, Viktorya dönemi İngiltere’sinde, bir mürebbiyenin toplumsal sınıflar arasına sıkışmış yaşantısını anlatıyor. Romancı olan diğer kardeşleri Emily ve Charlotte’a göre, daha doğrudan ve naif bir üslupla yazan Anne, kendi hayat hikâyesinden sahneleri de malzeme olarak kullanıyor. Katı bir sınıf sistemine sahip, okuryazarlık oranının düşük olduğu Viktorya döneminde Brontë kardeşler, aldıkları eğitime rağmen mütevazı bir yaşam sürdürmüşlerdi. Romanlarını pastoral yaşam, ilişkilerdeki görünmez kurallar, kaba, doğal ama özgür ruhlar, ahlaki yargılar üzerine kurmuş, yazdıklarıyla toplumlarının dönüşmesine de katkıda bulunmuşlardı. Can/ Andrei Platonov/ Çeviren: Didar Zeynep Batumlu/ Sel Yayıncılık/ 136 s. ‘Rejisör’ Atıf Yılmaz/ Derleyen: Müjde Arslan/ Agora Kitaplığı/ 220 s. “50 yılı aşkın sürede 113 film: Atıf Yılmaz, ölümüne kadar neredeyse hiç sinema kitabını okumadığını söylese ve sinemayı bir sanat olarak hafife aldığını yer yer ifade etse de, katıksız bir sinema âşığıydı ve bütün ömrünü sinema sanatına adadı. Yılda altı film birden çektiği de oldu, uzun yıllar hiç kamera arkasına geçmediği de. Ortaokulda bir arkadaşının taktığını söylediği isimle bir ‘rejisör’dü; halk onu böyle tanıdı, böyle sevdi. Tek kelimeyle Atıf Yılmaz, ülke sinemasının ‘rejisör’üydü” diyor Müjde Arslan. Harfler ve Notalar/ Hasan Ali Toptaş/ Doğan Kitap/ 164 s. “İşte, şimdi bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceğe doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta; dünya dediğimiz şu daracık genişliğe oradan, ruhunda bütün harflerin ruhunu taşıyan zamansız bir harf gibi bakmayı da arzu ediyorum.” Bu kitapta Hasan Ali Toptaş’ın denemeleri yer alıyor. Sıra insanoğlunda Çeviri Servisi Bilim insanları, insanoğluna en yakın canlı türü olan maymunu klonlamak için yürüttükleri çalışmalarda dönüm noktası sayılabilecek önemli bir adım attı. ABD’deki Oregon Ulusal Primat Araştırmaları Merkezi’nde görevli ekip, yetişkin maymunlardan klonlanmış embriyon üretmeyi başardı. İngiliz The Independent gazetesinde yayımlanan habere göre, Rus asıllı Şukrat Mitalipov ve ekibi ‘rhesus makak’ maymunlarından elde ettikleri embriyonları yine aynı tür maymunların rahimlerine yerleştirdi. Ancak klonlanan embriyonlar sayesinde oluşan gebeliklerde şimdiye kadar olumlu sonuç alınmadı, başka deyişle klonlanmış maymun “anne rahmi aşamasında gelişti, büyüdü” ama “doğmadı”. Mitalipov, yaptıkları 100 denemenin çoğunluğunun düşük veya ölü doğumla sonuçlandığını söylerken koyun Dolly’nin 277 deneme sonucunda klonlandığını anımsattı ve yakın gelecekte kopyalanmış bir maymuna sahip olacaklarından emin olduklarının altını çizdi. Mitalipov, kullandıkları yeni mikroskobik tekniğin başarısının altında yumurtalara zarar veren morötesi ışın içermemesinin yattığını vurguladı. ABD’li bilim insanları klonlanmış maymun embriyonu üretmeyi başardı Moskova Ekonomi Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamlayan Nazar Çagatayev, açlık ve sefalet içinde yaşayan halkı, ‘Canlar’a yardımcı olabilmek için yollara düşer. Çetin doğa koşullarında, her türlü zorlukla mücadele ederek yaptığı yolculuğun sonunda göçebe ‘Canlar’ı bulur. Ancak halkı çektiği acıların etkisiyle yaşama arzusunu yitirmiş, doğanın kucağında ölümü beklemeye koyulmuştur. Çagatayev, tüm yaşamı boyunca arzuladığını başarıp halkını kurtarabilecek midir? Yoksa daha mutlu ve güçlü olanlardan korunmak için ölü taklidi yapan halkı kendi yazgısını kendisi mi çizecektir? Okuma Üzerine/ Marcel Proust/ Çeviren: Işık Ergüden/ Notos Kitap/ 72 s. Marcel Proust’un birey ile kitap arasındaki ilişkiyi ve özgün psikolojik edim olarak okumayı irdelediği “Okuma Üzerine”, bu edimin kaynaklarına yaptığı yolculuğu içeren bir anlatı. Bir yazarın kitapla kurulan ilişki üstüne derin düşünme denemesi... Aynı zamanda Proust’un kütüphanesinde bir yol haritası olan “Okuma Üzerine”, dünyanın şimdi durduğu yeri de aydınlatıyor. “Hiç kuşkusuz, dostluk, bireyler arasındaki dostluk hava cıvadır ve oku ABD ’deki Oregon Ulusal Primat Araştırmaları Merkezi’nde maymundan klonlanmış embriyon üretildi. Bu yöntemle henüz sağlıklı bir maymun dünyaya gelmemiş olsa da bundan sonraki denemelerde klonlanmış bir maymunun doğacağına kesin gözüyle bakılıyor. ‘İNSAN KLONLANMAMALI’ Koyun, fare, at, kedi ve köpekten sonra maymun klonlanmasına bu kadar yaklaşılmış olması, bunu “insan kopyalamaya ramak kaldı” şeklinde algıyan kimi çevreler tarafından memnuniyetle karşılanırken konuya ilişkin etik tartışmalarını da yeniden gündeme getirdi. İnsan klonlanmasının etik boyutuna ilişkin en ciddi uyarı Birleşmiş Milletler’den (BM) geldi. BM Gelişmiş Araştırmalar Enstitüsü yayımladığı raporda, “Dünya, Alzheimer ve diyabet başta olmak üzere bazı hastalıkların çaresini bulma ve araştırma amacı güden çalışmalar dışında insan klonlamayı kesinlikle yasaklamalı” görüşüne yer verdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle