07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 KASIM 2007 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL ürkiye mağduru bol bir ülke. Cinselliği genelden farklı yaşayanları, etnik, dini, politik ayrıma muhatap olanları düşününce, bu belirlemeye “yanlış” diyen, sanırım pek çıkmaz. Dolayısıyla, herkesin bildiğini, yani “malumu ilam”ı tekrarlamış olduğum düşünülebilir. Mağdur deyince bu kesimlerin anlaşılması doğal elbette. Onları mağdur duruma düşüren de, hem eylem hem de söylem bazında kimi tavırlarla karşılaşmış olmaları. Aşağılanmak, hırpalanmak, dıştalanmak gibi birçok tutumla karşı karşıyalar, malum. Ama ben onlardan söz etmiyorum. Karar verme mekanizmalarında olup da, alınan kararlardan, haksızlığı yaratanlardan oldukları halde o haksızlıklardan yakınanlardan, giderek de sadece kendilerinin mağdur olduğuna inanan, başkalarını da buna inandırmaya çalışanlardan söz ediyorum. Sayılarının çokluğuna bakarak şu sonuca varmak mümkün: Türkiye’de herkes mağdur. Haksızlığa uğramayan, haklı da olmayan kimse yok neredeyse. Mahallede hırsızlığın artmasından en çok yakınanın, bizzat o mahallenin hırsızı olması gibi bir durum düşünün. Ne demek istediğim daha kolay anlaşılır. ??? Birkaç gündür Mehmet Selahattin Merih adlı bir çete liderinden söz ediliyor basında. Spiker sevgilisi istedi diye bir gazeteciyi dövdüren, uyuşturucu satışı dahil her tür suça bulaştığı iddia edilen bir zat bu. Basında, saray yavrusunu andıran villasıyla, beslediği aslanı, kaplanı ile haber oldu daha çok. Bence de haberlerde sadece bunların öne çıkartılması isabetli olmuş, çünkü ülkemizde bol miktarda bulunan çete liderlerinden biri nihayetinde. Artık alışıldık bir durum olduğundan, hiçbir gazetenin, hayretler içinde kalarak, yeni bir çete liderinin yakalanışını haber yapması gerekmiyor. Ama aslanı, kaplanı olması elbette önemli. Zaten ilginç bir zat Mehmet Selahattin Merih. Coppola’nın ünlü “Baba” filmindeki Don Vito Corleone karakterine benzetiyormuş kendini, ki adamlarına da bu filmdeki karakterlerin adlarını takmış lakap olarak. Elin mafya liderinin filmi yapılırken, bizim çete liderimiz, filme bakarak kendisine “ayar” veriyor. Nasıl ilginç bulmazsınız? Eğer bir polis uydurması değilse, Mehmet Selahattin Merih, aralarında kaplan ile aslanın da bulunduğu hayvanlara olan düşkünlüğünü şu cümlelerle açıklıyormuş: “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sever oldum.” Eğer yanlışsam, cahilliğim için bağışlanmak dileğiyle belirteyim ki, ben bu vecizeyi Voltaire’indir diye bilirim. Merih’in Voltaire okuması gerekmez bunu bilmek için. Her yere, her zaman yayılabilen, ibret dolu bir cümledir bu aslında. Merih, Voltaire okumuş olsa sadece bu vecizesini değil, başka Mehmet Faraç’ın yeni kitabı, törenin gerisindeki ataerkil aşiret düzenini sorguluyor ‘Söyleyin Anama Ağlamasın!’ Zeynep ORAL Suçu, kabahati yoktur. Evden kaçmamıştır, sevdiğine varmamıştır, kimsenin hakkını yememiştir, kimsenin malını çalmamıştır, kimseye kahpelik, saygısızlık, terbiyesizlik etmemiştir. Ezilmiştir, horlanmıştır; çocuk yaşındayken ya da hemen sonra görmediği, bilmediği, sevmediği bir erkeğe verilmiştir. Belki berdel, belki satılmış, belki değiş dokuş, ama mutlak bir “mal” olarak verilmiştir... Sonra günün birinde, değil isyan etmek, “Ama neden” diye soracak, sorgulayacak olsa vurulur, boğulur, kafası taşla ezilir, kafasına namlu dayanır, nehre atılır, bir ipin ucunda sallandırılır, intihara zorlanır... Suçu, kabahati, olsa olsa kadın olmaktır, kız çocuğu olmaktır... Ondan geriye, son söz olarak, “Söyleyin anama, ağlamasın!” sözleri kalır. Kızların kanı, anaların gözyaşlarına karışır ve töre devam eder... Mehmet Faraç Anadolu’yu çok iyi bilen, çok yakından izleyen, bildiklerini kendi deneyimleri, gözlemleri, yorumlarıyla harmanlayan; bununla yetinmeyip olayların perde arkasındaki, göze görünmeyen politik, ekonomik, toplumsal açılımlarını irdeleyen bir gazeteci. Bundan on yıl önce yayımlanan “Töre Kıskacında Kadın” adlı inceleme kitabı o gün bugün, bu konudaki sayısız çalışmaya ve araştırmaya kaynak oluşturdu; çeşitli sivil toplum kuruluşlarının bu soruna eğilmesine neden oldu. Bu kitabı izleyen “Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok” kan davalarını ele alıyordu. Töre dizisinin üçüncü ve son kitabı “Söyleyin Anama Ağlamasın” (Cumhuriyet Kitapları) geçen günlerde yayımlandı. Kadın, erkek herkesin okuması gereken bir kitap. Sorunu, çözüm önerileriyle birlikte ortaya koyan bir kitap. SUÇLUYMUŞ GİBİ bir önemli saptama daha: “O dönemde Doğu’daki 108 milletvekilinin yüzde 70’i aşiret mensubuydu.” Yazara göre baskı unsuru yalnızca aşiret örgütlenmesi değildir. Siyasal gücün arkasında da feodal ilişkiler vardır. “Komisyon, çalışmalarını tamamlayıp rapor yazma aşamasına gelince (2006) iktidar milletvekillerini feodalite korkusu sarar. Milletvekilleri, töre raporunda siyasi rant uğruna gerçek faili gizlemeye çalışır.. dinin, ahlaki, geleneklerin feodaliteyi, aşiretçiliğin töreyi ayakta tuttuğunu görmezden gelirler!” (AKP’liler, CHP’li Canan Arıtman’ın tüm muhalefetine karşın rapora, feodalite gerçeğini yazmaktan kaçınırlar, CHP rapora şerh düşer.) Görüyorsunuz işte Meclis’in de töresi var! C 15 Yarı Filozof Çete Lideri T TÖRE VE TERÖR Cehalet, geri kalmışlık, yoksulluk, bağnazlık... Bunlar giderilmedikçe, sosyal bataklık derinleşiyor ve yayılıyor. Acil ve etkin seferberlik ve yasal düzenlemeler kaçınılmaz. Peki ama kim alacak bu kararları? Feodal ilişkilerden beslenenler mi? Geri kalmışlığı, “törenin bereketli toprağı” diye niteleyen Mehmet Faraç, şöyle diyor: “Bazen tarımsal kalkınma, bazen şiddeti kutsayan güç ve bazen de politik çıkar uğruna hareket eden feodaller, kendi kurallarının geçerliliği uğruna çağdışı kalmış yasaları işte bu verimli toprak üzerinde uygulamakta ısrar ederler.” İşte bu nedenle feodal ilişkilerden beslenenler ne eğitim ister ne de halkın bilinçlenmesini, aydınlanmasını... Kırsal alanlarda geri kalmışlık sürdükçe ağalar, beyler, tarikatlar, aşiretler, feodal ilişkilerini daha güçlü sürdürebilecektir. “Belki de” diyor Mehmet Faraç, “bu geri kalmışlık aynen terör olaylarında olduğu gibi devlet ve hükümetlerin geçmiş 50 yılda uyguladığı bir ihmalin sonucudur ve bu ihmal, günümüzde de hem törede hem de terörde intikam almaktadır!” “Belki de” sözcüğüne gerek var mıydı, doğrusu pek emin değilim... Töre ve namus cinayetlerinde kızların dilinden düşmeyen “Söyleyin anama ağlamasın” sözlerini hiç kuşkum yok çatışmalarda ölen her çocuk en az bir kez içinden geçirmiş, söylemeye fırsat bulmuş ya da bulamamıştır... Yıllar geçiyor ve analar ağlamaya devam ediyor. Kana gözyaşı karışıyor. Bir çocuk daha.. Bir çocuk daha.. Bir çocuk daha.. Bir çocuk daha!.. TÜM KADINLAR Mehmet Faraç, “Duygu Asena’nın değerli anısına” ithaf ettiği yeni kitabında, töre ve namus cinayetlerine, bu vahşete, bu kez anaların gözünden bakıyor. “Her töresel öfke öncesinde, sanki bir genç kızın tepki çeken hareketinden aile ya da aşiretlerin tüm kadınları suçluymuş gibi bir psikolojik ortam yaratılır ve kadınlar şiddetin hem önünde hem arkasında mağdur olarak bekletilir.”Bildiğimiz ya da bilmediğimiz, kamuoyuna yansımış ya da yansımamış namus ve töre cinayetlerinin neden, nasıl kaynaklandığını ayrıntılı örneklerle bize yeniden iletirken, Mehmet Faraç, ısrarla ze hrin ve panzehirin aynı yerde olduğuna işaret ediyor. Yazar analizleriyle, namus ve töre cinayetlerinin, “inançgelenekgüç” zincirinin halkalarından beslendiğini gösteriyor. Din, ahlak kurallarını ortaya çıkarıyor; gelenekler, ahlakla şekilleniyor. Töre ise aşiretçilikle ayakta duruyor. Gücün kimde olduğunu sormak bile abes! Elbet erkeklerde! Aşiretlerde de öyle, Meclis’te de! Çözüm aranan sorunun merkezinde ataerkil, erkek egemen bir yapının kuralları ve dayatmaları işliyor! Düşünsenize Meclis’te bu vahşetin nedenleri ve önlem belirlenmesi için 2005’te bir komisyon kuruluyor ve komisyonun çoğunluğu erkeklerden oluşuyor. “Çünkü” diyor Mehmet Faraç, “çünkü Doğu kadınını törelerin kıskacına alan feodalitenin önderleri ve temsilcileri Meclis’tedir ve komisyonu onlar belirlemiştir”. Ve ‘Fiac’tan izlenimler... Kaya ÖZSEZGİN Çağdaş sanat fuarlarının öncülerinden biridir “Fiac”. En fazla ses getiren bir fuar olması, çağdaş sanat eğilimlerinin odaklandığı Fransa’da düzenlenmesi kadar, dünya ülkelerinin orada tanıtım ve pazar şansı aramasıyla da ilgilidir. Daha önce Paris’in uzak bir semtine taşınarak kitle ilgisinden bir ölçüde kopmuş görünen fuar, 34’üncüsünün yapıldığı bu yıl, eski yıllarda olduğu gibi gene merkezi ve saygın mekânlara (Grand Palais, Louvre’un Kare Salon’u ve Tuilerie) gelmekle, tarihsel işlevine de sahip çıkmış oluyor. Güncel olayların, politik gelişmelerin yoğunlaştığı, SarkozyCecilia çiftinin boşanma dedikodularının çevreyi sardığı, metro grevinin sürdüğü, rugby maçlarına ilginin arttığı bir döneme rastlaması, fuarın önemine hiç de gölge düşürmemişti. Gencinden yaşlısına herkes, basında çıkan, özellikle satış olanaklarının daha çok Fransa dışından fuara akın ettikleri öne sürülen alıcı kesimle (“art busines” bu kez de belirleyici) canlandığına dair yorumların da etkisiyle, standlar keli, bu yıl fuarın benimsenmiş arasında gezinip duruyor, dikkatlerine takılan bir şey gördüklesimgesi olarak görünüyor, fuarın rinde orada oyalanıp zaman ayıiddialı tavrıyla bu heykel arasınrıyor. da ilişki olduğu izlenimi bellekGenel anlamda “çağdaş” ve lerde yerini alıyordu.“Fiac”, “modern” gibi iki ana kategori bundan dolayı, bugüne kadar çevresinde gruplandırılan, düzenlenenlerin en ‘kozmopoama ayrımlara o kadar da lit’i diye tanımlanıyor. Fransızitibar edilmeyen işler, ların bu özelliğe bu kez, beklentilerin vurgu yapmaları, aksine, teknolojik olfuarların doğal gulara fazlaca açık göyapısından gelen rünmüyordu. Örneğin özellikler göz video art örneklerine ya önüne alındığında benzerlerine fazla da, biraz abartılı rastlanmıyordu. 23 görünebilir. ülkeden (Türkiye Ama altı çizilyine yok) 179 katımesi gereken lımcı galerinin yer asıl özellik şualdığı fuar, seçkindur kanımca: liği hedef almakla “Fiac” da kendini beraber, bu tür etyenileme ve çağkinliklerin doğadaş oluşumlara sından kaynakladaha büyük ölnan çeşitlilikle çülerde katkıkendini açığa vuda bulunma ruyordu. Bu çeşitçabasındadır. lilik içinde, katı Peter Parkanyi Raab’ın ‘Rite Her yıl olduğu lımcı ülkelerin ye Rite’ adlı ahşap yontusu. gibi bu yıl da rel kültürlerinden yeni isimlerin kaynaklanan çizgiler, Uzakdoğu yanında tarihsel misyona sahip dışında, çok da öne çıkmıyor; bilinen isimler (Dubuffet, Gabo, David Mach’a ait dev goril heySol Lewitt, Hockney, Rodchenko, Caro, Malevitch, Fabre, özellikle de birkaç yerde karşımıza çıkan Viallat vb.) var kaçınılmaz olarak. Yine bu anlamda gruplar da fuarı biçimlendirenler arasında dikkat çekiyor. YAVRU FUAR... Fuarların, rekabetten kaynaklanan çoğalımı, bizde de örneklerine tanık olduğumuz gibi bu yıl yeni bir “yavru” fuarın devreye girmesiyle kendini gösterdi: Çeşitli nedenlerle “Fiac”tan dışlanan galeriler, Paris Belediyesi’nin kendilerine ayırdığı, Petit Palais ile Concorde arasındaki 3500 metrekarelik alanda, birbirine bağlı iki dev çadır içinde alternatif bir fuar oluşturuyorlardı. Çoğunluğunu Fransa’dan galerilerin oluşturduğu bu protestocu topluluk, kendilerine bir de isim bulmuşlar: “Les Elysees de Tart”.Bu yılki fuarın bir başka şansı da hemen yanıbaşındaki Courbet sergisi ile Lüksemburg’daki Arcimboldo, Pompidou’daki Giacometti ve Jacquemart Andre’deki Fragonard sergileri gibi önemli etkinliklerle buluşmuş olması. ‘Sersemler Evi’ Çin’de Kültür Servisi Çin Halk Cumhuriyeti’nin Şanghay şehrinde, Şanghay Dramatik Sanat Merkezi tarafından düzenlenen ve 30 Kasım’a kadar sürecek “Asya Çağdaş Tiyatro Festivali”ne, İstanbul Devlet Tiyatrosu da “Sersemler Evi” oyunu ile katılacak. Toby Wilsher’in yazıpyönettiği ve dekor tasarımını yaptığı; “beden dili” James Greaves’e, kostümü Medine Yavuz’a, ışığı Önder Arık’a ait oyun, bugün sahnelenecek. önemli ilkelerini de herhalde öğrenirdi büyük filozofun. Voltaire’in bu cümleyi söylemesinin çok gerekçesi vardı elbette. Dine ilişkin görüşleri ile yaşadığı dönemde dile getirmesi çok riskli felsefesi yüzünden, yakınları dahil, birçok kimseden darbe yemiş biriydi Voltaire. Mehmet Selahattin Merih ise, yapıp ettiklerine bakarak söylüyorum, hepimizin hayvanları insanlardan daha çok sevmemize yol açan, toplum zararlılarından biri. Yani, uyuşturucu ticaretiyle, çeteciliğiyle, tüm haksız para kazanma yöntemiyle “mağdurlar” yaratan biri. Onun hışmına uğrayan, acı çeken, canı yanan birinin, evine koşarak, kedisine, köpeğine daha çok sıcaklık duyması anlaşılabilir. Ama, Mehmet Selahattin Merih, kendisini insanların hışmına uğramış biri kabul ediyor belli ki. Yani insanlardan zarar gördüğüne inanıyor. O kadar inanıyor ki, insanlara olan nefretinden, gidip kendini hayvanlara vurmuş. Hayvan sevgisinin bilinçli değil, adı insan olan başka bir canlıya “nefret”ten doğduğunu söylememe de gerek yok. Olsun, bunu da kusurdan sayacak değiliz. Hem Mehmet Selahattin Merih, hem de canını yaktığı insanlar nasıl mağdur olabilirler? O hayran olduğu film “Baba”da geçen bir diyalogdu sanki diye hatırlıyorum, “biz pek de temiz insanlar değiliz” der kahramanlardan biri. (Başka filmde de olabilir, emin değilim.) Bir mafya üyesinden beklenmeyecek dürüstlükte bir itiraftır bu. Merih, “Baba” ya da benzeri kendisi açısından öğretici “mesleki” filmleri bence iyi izlemeli, ki, o film karakteri kadar dürüst davranabilsin. Çünkü bir toplumda sadece mağdurlar olmaz. Mağduriyet yaratanlar da olur ki Merih bunlardan biri olduğunu kabul etmeli. Peki Mehmet Selahattin Merih gerçekten mağdur olmuş olamaz mı? Olabilir, çünkü herkes kendi dünyasının mağdurudur, kabul. Ama onu mağdur edenler de herhalde kendisi gibi olanlardır. Gerçekten gariptir. Aynı yollardan geçmeseler de, dertlerinin, sıkıntılarının kaynağı farklı da olsa, Mehmet Selahattin Merih’in, Voltaire’le aynı noktada buluşması sizce de ilginç değil mi? Kütüphanesinde sekiz bin kitabı olduğu söylenen Dündar Kılıç’ı en entelektüel kabadayı bilirdik, ama Merih, farkında değil belki, filozofmuş meğer. Voltaire’in yetişmesi, toplumunun yüzlerce yıllık düşünce birikimiyle ilgili. Bizim çete filozofumuzun yetişmesi ise, 1980 sonrası Türkiye’sini düşünerek söylüyorum, yirmi beş yılı biraz geçmiştir. Bir çete liderini, hem de bu kadar kısa sürede yarım yamalak da olsa, filozofa dönüştüren kaç memleket var? Övünmek lazım belki de. [email protected] Aydın Doğan Karikatür Yarışması ödül töreni yapıldı Yarışma’nın birincisi Belarus’tan... Zeynep ALTAY XIV. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması’nın Türk ve Dünya karikatüristlerimizi bir araya getiren Ödül Töreni MSGSÜ Tophanei Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde yapıldı. 91 ülkeden 1218 sanatçının 3326 çalışma ile katıldığı serbest konulu yarışma sonuçları haziran ayında Antalya’da açıklanmıştı. Yarışmanın birincisi Belarus’tan Marina Markevitch mazereti nedeniyle törene katılamadı. Ödülü Belarus fahri konsolosu aldı. İkincilik ödülü Küba’dan Angel Boligan Corbo ve Brezilya’dan Dalcio Machado arasında paylaşıldı. Hintli C.B. Shibu üçüncülük ödülü aldı. Glen Baxter (İngiltere) başkanlığında, Tan Oral, Latif Demirci, Hüsamettin Koçan, Selçuk Demirel, Peter De Seve (ABD), Aristides Esteban Hernandez Guerrero (Küba), Julian PenaPai (Romanya), Norio Yamonoi’den (Ja asımın ne kadar güzel bir ay olduğunu çok geç anladım. Sonbahar ayları içinde eylüldür hep en çok sevilen. Yazın en olgun biçimi olan eylül, insanı sıcaklığı, dinginliği ile sarar. Eylül yazla birlikte anılırken, kasım kışın içinde sayılır: Kısalmış günler, çoğu kapalı havalar... Daracık kent sokaklarında yaşayanlar başka bir yönünü göremez kasımın. Ben de birkaç yıl önce Üsküdar’a taşınıp, Salacak’la Harem arasından günbatımlarını seyretmeden önce bilmezdim kasımın yumuşaklığını, aydınlığını. Güneşin uzaklaştıkça güzelleştiği bir aydır kasım. Haziranda BeyoğluGalata üzerinden batarken, yazboyu günden güne önce Haliç’ten, sonra da tarihi yarımada üzerinden batar. Kasım geldiğinde iyice uzaklaşmış, doğrudan Marmara’nın sularına inmektedir. Belki de bu uzaklıktır kasımı bu denli güzelleştiren, uzaklaştıkça gözümüzde değerlenen pek çok başka şey gibi. Öyle saf bir aydınlığı vardır ki kasım güneşinin, bütün fazlalıklarından arındırılmış gibidir. K DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Kasım ca kuşların uğrak yeridir. Kimi yerlerde de dalındaki güzelliğine kıyılamadığından toplanmadan öylece bırakılmış portakallara rastlanır. Yazın gürültülü kalabalıklarının dağıldığı, doğanın kendi güneşi, kendi ürünleriyle başını dinlediği bir aydır kasım. Geçen yıl 14 Kasım günü Kaş Kitap Şenliği’ne katılmak için, bu ülkemizin en güneydeki köşelerinden birine gitmiştim. Otobüs daha Eşen Çayı vadisi boyunca Fethiye’ye inmeye başladığında içimiz gürbüz bir kasım güneşiyle dolmuştu. Palmiyelerin, portakalların, sıra sıra dizili seralarda kıpkırmızı olgunluklarıyla göz alan domateslerin arasından geçerek gelmiştik Kaş’a. Her şey açık havada yaşamayı sürdürüyordu. Öylesine sarıcı bir ışıkla kaplıydı ki her yan, dayanamayıp Sanki içinde bulunduğumuz yıl yaşlanmış, ama henüz güçten düşmediğinden yaşamının en olgun ve güzel dönemini geçirmektedir. Bu olgunluğun en göze çarptığı yerlerden biri de çarşı pazarlardır. Çoğu yaz meyveleri henüz tezgâhlardan kalkmamış, üstüne güz meyveleriyle daha da zenginleşmiştir. Narların, ayvaların, turunçgillerin, trabzonhurmalarının, türlü armutların, muşmulaların doldurduğu tezgâhlarda, yeni toplanmış karnıbaharlar, lahanalar, ıspanaklar, pırasalar da pırıl pırıl parlar. Köylülerin heybelerinde cevizler, bademler, fındıklar, kestaneler doludur. Kasım ışığı, ülkemizin güneyine indikçe daha da parlar. Ürünleri devşirilip dinlenmeye bırakılmış bağ, bahçe ve tarlalar, artık yalnız ertesi gün denize girdim. Koca denizde tek başıma, kasımı bir kez daha sevdim. Değerli öykücümüz Cemil Kavukçu ile önce bir kitabevinde okurlarla söyleştik. Sonra yazarlar, dağ köylerine dağıldılar, oralardaki ilkokullarda öğrencilerle tanışmak, konuşmak için. Unutamadığım bir başka kasım günü de birkaç yıl öncesine ilişkin: O sıralar kış aylarını da BurhaniyeÖren’de geçiren günümüzün önde gelen şairlerinden Gülten Akın’ı ziyarete gitmiştim. Nasıl da ışıl ışıldı, ön bahçeler, “sessiz arka bahçeler”. Bir şairi görmenin belki de en ilginç yanlarından biridir, onun çevresinde şiirlerinden izler bulabilmek. İşte öyle bir gündü, sanki her adımda şiirlere dokunuyormuş duygusuyla yürüdüğüm. Evin üst kat odalarından biri, kış için saklanmış ayvalar, narlar, elmalarla doluydu. Odadan yayılan olgun meyve kokuları bütün evi sarmıştı. İşte o gün, o kokuların arasında uyudum. Belki de en güzel uykumdu. [email protected] X ponya) oluşan seçiciler kurul 11 sanatçıya da Başarı Ödülü verdi. Başarı Ödülü alan sanatçılar: Alessandro Gatto (İtalya / iki başarı ödülü). ThiWaWat Pattara Gulwanit (Tayland), Mikio Nakahara (Japonya), Ahmet Aykanat (Türkiye), Alexandr Kostenko (Ukrayna), Osman Güral Suroğlu (Türkiye), Sergei Bobylev (Rusya), Gerhard Gepp (Avusturya), Alberto Morales Ajubel (Küba), Xiao Qiang Hou (Çin). Aydın Doğan Vakfı tüm sanatçılara plaketlerin yanı sıra para ödülü de verdi. Sunuculuğunu Korhan Abay’ın yaptığı ödül töreni canlı müzik eşliğinde büyük ekranda sergilenen karikatürlerin gösterilmesiyle başladı. Açılışta Aydın Doğan Vakfı Yürütme Kurulu Başkanı Candan Fetvacı yarışmanın gelişimi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yarışmanın önemi üzerine konuştu.Konuklara Aydın Doğan Vakfı’nca yayımlanan yarışmaya katılan karikatürlerle ilgili kapsamlı kitap ve broşür dağıtıldı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle