Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> yum? n Beş Şehir, hiç şüphesiz Türkçenin görkemli metinlerinden biridir. Tanpınar, bu kitabında anlattığı şehirlerden ziyade görkemli bir geçmiş ve üslup derdindedir sanki. Bir yanıyla Tanpınar’ın medeniyet tasarımının ipuçlarını da verir kitap. Bense, Tanpınar’ın yaklaşık altmış yıl önce anlattığı bu şehirlerin öteki yüzüne bakmak istedim belki de. Onun metniyle kendimi kıyaslamak gibi bir derdim yok. Ama Beş Şehir’de eksik kalan bir şey vardı bence. Bu şehirlerin doksanlı yıllardaki halini, bulvarlarını değil de ara sokaklarını, Tanpınar’ın anlatmaya değer görmediği sıradan insanlarını, kirli hallerini anlamaya çalıştım bir bakıma. Tanpınar’ın bir türlü anlatmaya yanaşmadığı ya da üslubuyla gizlediği şehirlerin o soğuk gerçekliğine bakmak istedim. Benim yapmak istediğim, bu toprakların asıl ruhunu ortaya çıkarmaktı bir bakıma. Senin Beş Şehir’in “ötekiler”in Beş Şehir’i gibi. Yanılıyor mu n Konya’da dini bütün demiryolcu bir adamı, Bursa’da bir Ermeni’yi, İstanbul’da devletini çok seven bir askeri, Erzurum’da ülkücü Como Emmi’yi, Arkanya’da dağa çıkan Ümit’in hikâyelerini öğreniyoruz. Tüm bu kişileri birbirine lehimleyen nedir sence? n Türkiye, yurttaşlarını fazlasıyla yoran bir ülke. Geçmişiyle, bugünüyle ve gelecek tasavvuruyla yoruyor. Ülkenin doksan yıldır bir türlü içinden çıkamadığı, birini çözdüm derken bir diğeriyle uğraşmak zorunda kaldığı sorunlarını kısmen de olsa bu romana taşıma gibi bir derdim vardı bu kitaba başlarken. Roman kahramanlarına biraz daha yakından bakınca herkesin ölüme yakın asıl benliğine dönmek için nasıl can attığını görürüz. Ancak ölümle paklanabilecek bir ukdeleri var diyelim ya da. Lehim kelimesi önemli ama belki de tam da bu lehimlenme meselesi yüzünden roman kahramanları son bir çırpınışla kendileri olmaya çabalıyor. Onları lehimleyen şey, kendileri olmaya izin vermeyen, ona dar gelecek bir elbise biçen, toplumu her zaman kendi meşrebince şekillendirebileceğini zanneden otoriter baskılar aslında. Bu topraklarda herkes ölünce kendisi oluyor ne yazık ki. Bazen o bile olmuyor. n Herkes yasına Ağıtçı Kadın’ı “çağırırken” devlet onu İstanbul’a, Sedat Komutan’ın yasına zorla “götürüyor”. Devlet yasına dahi çağırmayan, “götüren” biri galiba... n Bizde devlet böyledir ama. Halkının ayağına gitmez, onu ayağına çağırır. O da olmasa zorla ayağına getirtir. Ağıtçı Kadın, her şehre bir rüyanın yardımıyla giderken İstanbul’a zorla götürülüyor. O sahnede de bile isteye böyle bir yola başvurdum. Devletlerin, en azından bizim gibi ülkelerin bir yası olmadığı için bu haldeyiz belki de. Halklara sorsak bize bin şey anlatırlar ama devletlerin yası yoktur. Olsa olsa geniş zaman kipiyle kurulmuş sahte “TÜRKİYE, YURTTAŞLARINI FAZLASIYLA YORAN BİR ÜLKE” bir dili vardır. Arşiv kayıtları, sıra numaraları, kayıt defterleri vardır devletin. Ama bir sözü yoktur. n Gelelim o hikâyeye; ülkesini, devletini çok seven Sedat İlteriş Komutana... O Mardin Cezaevi’nin “kahraman”ı. Sonrasında bir halk otobüsünde öldürülen, bir “kanlı” tarihin de... Bize bir yanıyla hayli tanıdık gelen bir hikâye anlatıyorsun. Bu hikâyeyi gerçeklik ve temsil bağlamında ele alalım istersen... n Bu hikâyenin beni romanda en çok uğraştıran hikâye olduğunu söyleyebilirim. Onlarca defa yeniden yazmak zorunda kaldım. Herkesin iyi bildiği bir hikâyeyi bambaşka bir açıdan görmeye niyetlendim. Kötülüğün sıradanlığını, sevmediğim bir adamı anlamaya çalıştım. Bir SS subayı gaz odasının düğmesine basıp akşam eve gidince ne hissediyordu mesela. Ya da, tankla sivilleri katleden bir asker o akşamı sahiden nasıl geçiriyordu. Ya da bu kitaptaki anlatmaya çalıştığım namlı işkenceciyi, tamam biz az çok biliyoruz ama eş dostu nasıl biliyordu? Kötülüğünü nasıl açıklıyordu insanlar? Yaptıklarının bir kötülük olduğunu sahiden düşünüyorlar mıydı? Ona hangi bahane veya kılıfı buluyorlardı. Sahiden pişmanlıkla mı örülüydü hayatları, yoksa bu onlar için sıradan bir eylem miydi? Peki, kötülük fikri bir insana mı aitti, yoksa toplumu da arkasına almış mıydı? Onu anlamaya çalıştım. n Toplu Şiirler’i yayımlanan ve şiire erken veda edenlerdensin sen. Bu romanın ağıt bölümlerinde Kemal Varol’un da şairliğini, şiirle yeniden hemhal olduğunu görüyoruz sanki... n Bu kitapta Ağıtçı Kadın’ın ağzından ağıtlar yazmaya başladığımda şiiri sahiden özlediğimi fark ettim. O ağıt parçalarına şiir demek zor belki ama bir zamanlar şiir yazmış olmanın katkısını gördüm yazarken. Necatigil, “bazı şiirler bekler bazı yaşları” der. Galiba bazı edebi türlerin de zamanla bağı var. 90’lı yılların sonunda, o çalkantılı dönemlerde şiir yazdım. Sonra ortalık biraz durulmuşken roman yazmaya başladım. Şimdi yeniden o kötü günlere dönmüşken yeniden şiire sarıldım galiba, bilemem. Ülkenin, Diyarbakır’ın zor zamanlar geçirdiği günlerde yazdım bu romanı. Ülkenin bir kısmında adı konmamış bir savaş yaşanırken roman yazıyor olmanın utancını yaşadım. Bu ülkede yaşananlara ağıt yakmaktan başka çaresi olmayan o kadın gibi ben de ağıdımı yaktım bir bakıma. n Bütün romanlarında 90’lı yılları anlatıyorsun. Bu kitapta da öyle. Bugünü ne zaman anlatacaksın peki? Ona ne zaman sıra gelecek? n 90’lı yılların savaş ortamını en derinden yaşadım. Tanık olduğum bütün o görüntülerin en azından benim içimde soğuması, yazıya dökülmesi yirmi yılımı aldı. Bugün yaşananlar çok daha farklı. Bu yüzden bugünlerin hikâyesi ancak kırk elli yıl sonra yazılabilir. n Ucunda Ölüm Var/ Kemal Varol/ İletişim Yayınları/ 228 s. “ŞİİRİ ÖZLEDİĞİMİ FARK ETTİM” KItap 14 Ocak 2016 21