23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İbrahim Yıldırım’ın yeni romanı ‘Nişantaşı Suare‘ Bir zamanlar Nişantaşı İbrahim Yıldırım’ın yeni romanı Nişantaşı Suare okuyucuların karşısına çıktı. Yıldırım bu romanında, semtin geçmişi ve bugünüyle hesaplaşmasını sayfalara taşımış. Yazar “tuhaf” ama bir o kadar da büyüsünü, lezzetini, esprisini ve en önemlisi hikâyesini kendi içinde saklayan anılarla, Nişantaşı’ndan sürülmüş insanları ve onlar aracılığıyla semtin, anlatıcının çocukluğundaki ve gençliğindeki yaşamın örtüsünü aralıyor. Ekmek Fabrikası Sokağı merkezinde semtin çok ayrı bir yüzünü, çok da bilmediğimiz, aslında dikkat de etmediğimiz tarihine “farklı” bir yolculuğa çıkarıyor. ? Eray AK brahim Yıldırım, 1980’lerde başlayan yazarlık kariyerinden bugüne edebiyat dünyasında ve akıllarda kendine özgü dili, anlatımı ve yapıtlarıyla yer etmiş bir kalem. Edebiyat serüvenine öyküyle başlayan yazar, ancak 1997’den sonra roman verimleriyle karşımıza çıktı. Bu noktada iyi ki de çıkmış demekten kendini alamıyor insan çünkü Yıldırım’ın her romanı gerçek bir edebi lezzet ve hiç abartmadan rahatlıkla söylenebileceği gibi dil şöleni. Hele daha geçen yıl okuyucu karşısına çıkan ve yılın en iyi romanları arasında üst sıralarda kendine yer bulan Her Cumartesi Rüya, yazarın da en nitelikli verimlerinden biri olarak gösterilmişti. 2011’de yayımlanan Her Cumartesi Rüya’dan sonra ise çok bekletmedi yazar okuyucularını ve daha geçtiğimiz günlerde Nişantaşı Suare ile bir kez daha karşımıza çıktı. Yıldırım Nişantaşı Suare’de semtin geçmişi ve bugünüyle hem kendi kendine hem de yüksek sesle topluluklar önünde “cesurca” hesaplaşıyor. Okuyucusuna yaptığı sürprizler ve anlattığı çarpıcı öyküler eşliğinde kimi zaman hüzünlü kimi zaman neşeli bir yolculuğa çıkarıyor. Yıldırım’ın bu romanı yazmadaki amacı sadece büyülü ve güzel bir “eski Nişantaşı” manzarası, portresi çıkarmak ise hiç değil; geçmişle yüzleşmeye, “yeni Nişantaşı” ile ödeşmeye de çalışıyor yazar. Anlatıcımızın bu eskiyeni hesaplaşmasını tetikleyen ise yılbaşına yakın bir günde, yolda yürürken gördüğü yılbaşı ağacı şeklinde dizilmiş içki şişeleri. Bunlardan ateşlediği düşüncelerden yola çıkıp geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor anlatıcımız. Yazar “tuhaf” ama bir o kadar da büyüsünü, lezzetini, esprisini ve en önemlisi hikâyesini kendi içinde saklayan anılarla, Nişantaşı’ndan sürülmüş insanları ve onlar aracılığıyla semtin, anlatıcının çocukluğundaki ve gençliğindeki yaşamın örtüsünü aralıyor. Bu örtüyü kaldırdığımızda ise şimdiki “şıkşıkıdım” Nişantaşı yerine bambaşka, kendi doğal rengiyle hemhâl olmuş bir görüntü, bir semt ortaya çıkıyor. Anlatıcının dediğine göre “kırk elli yıl öncesinin oldukça ayrıksı bir mekânı olan” Ekmek Fabrikası Sokağı civarına konağını kuruyor Yıldırım. Sokak ve bu sokakta yaşayan “Nişantaşılılar” merkezinde de semtin çok ayrı bir yüzünü, çok da bilmediğimiz, aslında dikkat de etmeyip umursamadığımız tarihine gerçekten “farklı” bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuktaki amacımızı ise “cüretkâr”, “umursamaz”, “kalbikırık”, “delişmen” ama en çok da “dürüst” anlatıcımız kendine yakışacak biçimde şöyle anlatıyor: “Amacım burayı merkez alarak sizlere Nişantaşı’nın hiç kimsenin araştırmak için zahmet etmediği eski görünümünü duyumsatmak, semtimizin çok kalın muhasebe defterinde sıfır değerinde bir iz kaydı bile bulunmayan insanları tanıtmaya çalışmaktır.” TAŞKINA YAKIN SEVİYEDE AKAN “MONOLOG” “Bu gece, Nişantaşı ile ilgili öyküler ve çok daha başka şeyler anlatacak, sizleri kimi zaman hüzünlü, kimi zaman neşeli, bambaşka bir geçmiş zaman yolculuğuna çıkaracağım. (…) suare boyunca sürprizlere açık, hareketli – kim bilir belki de etkileşimli ve oynak öyküler dinleyecek, göreceksiniz. Az önce kullandığım kıpırtılı, cilveli, ünlem çağrışımlı sözcükler sizleri sakın yanıltmasın: Akış düzenim ve öykülerim, meyhane meddahlarının kıssaları gibi dumanlı, pavyon komedyenlerinin şakaları gibi banal ve çapaçul olmayacak: Her ayrıntıyı uzun uzun düşündüm, neredeyse kendi kendimin dramaturgluğunu yaptım. (...) kimi zaman hınzır ve tatlı, kimi zaman hüzünlü ve acı, kimi zaman hırçın ve dalayıcı lezzetler içermesine (de) özen gösterdim.” Bunlar Nişantaşı Suare’nin giriş sayfasından. Daha ilk sayfadan kendini ele veriyor yazar. Kahramanını çıkardığı sahnede ona neler yaptıracağını peşin peşin söylüyor. Bunları da roman boyunca ismini öğrenemeyeceğimiz anlatıcısına söyletiyor. Aslında tüm bir roman bu anlatıcımızın bitmez bir monoloğundan oluşuyor. Anlatıcımızı o sahneye iten neden ise Nişantaşı’ndaki yardıma muhtaç çocuklar için düzenlenen bir gece. Kimi yeniyetme “zıpçıktılar” bu gösteriyi yapmayı kabul etmedikleri için sahneye “yedek” kontenjanından çıkarıldığından kırgın ve kızgındır da ama bu onun yapacaklarını esirgeyeceği anlamına asla gelmez. Anlatıcımızın gösterisi taşkına yakın seviyede akıp giden bir “monolog” olsa da arada araya girip onun konsantrasyonunu düşürmeye çalışanlar da çıkmıyor değil ancak bunlar dinleyici koltuklarından sahneye fırlatılan birkaç küçük taştan ibaret. Halihazırda dernek yöneticilerine, kendisini “yedek” kontenjanından davet ettikleri için öfkeli anlatıcımız da bunların cevaplarını hemen veriyor zaten. Ki bu küçük salonda gösteri sonunda bir elin parmağını geçmeyecek insana sesleniyor anlatıcımız. Bu araya karışmalar sadece monolog halinde akan sayfalara bir küçük renk vermek belki de okuyucunun dikkatini yoğunlaştırmak, hatta metne yabancılaştırarak daha da ilgili hale gelmesini sağlamak adına konulmuş yazar tarafından. GERÇEK KAYNAK: “İNSAN” Bir sokağın tarihini gösterisine taşıyan anlatıcımızın kaynakları da doğal olarak ne tarihi kitaplara ne de bilimsel araştırmalara dayanıyor. Onun kaynakları sokaktan daha çok küçük yaştan beri tanıdığı Sıtkı Ağabey, annesi ve kendi belleğiyle beraber gelişen çocuk gözleri. Pek sahici kaynaklar gibi durmasa da aslında tam manasıyla “gerçek” kaynaklara yönelmiş anlatıcı burada: İnsana. Tüm çiğliği, fesatlığı, yalanı, riyayı içinde taşısa da insan gözüyle bir tarihin nasıl canlandırılabileceğinin örneğini vermiş. Anlatıcımızın gözleri tarihi durakların dışında neler görmüyor ki zaten; Ramiz, Stavro, Acu Gucu, birer cin olsalar da Azmi ve Kazmi, Maho, Madam Vartuhi, Karakoducu Hayriye, küçük ifrit Bensiyon, mavi boncuklu Şefika, itfaiyeci deli Nedim, Şeref Dayı ve daha niceleri de bu gözün önünden akan canlı tarihin bezemelerini meydana getiriyorlar. Nişantaşı’yla beraber bir ailenin de tarihi aynı zamanda roman. Anlatıcımızın ailesi bu ve onlar da romanın diğer kahramanları gibi Nişantaşı’nı Nişantaşı yapan her parçası kadar önemli bir ahengi bütünlüyorlar. Ressam babası, kıyafetler yapmaya meraklı annesi, herkesten uzakta yaşayan “üşütmüş” gözüyle bakılan Şeref Dayısı ve sokağında uçan kuştan haberdar olmak isteyen anneannesiyle çok da farklı duran bir aile değil aslında bu. Diğerlerinden tek önemli farkı –şansı da diyebiliriz anlatıcımızın bu aileden çıkması ve bizim okuyucu olarak onları bu sayede daha yakından tanımamız. KELİME VİRTÜÖZLÜĞÜ “ (…) bir semtin tarihi, yalnızca uzmanların kaleme aldığı metinlerden, seçkinlerin anılarından, tarihi yapıların özgeçmişlerinden oluşmaz. Bir semtin tarihi aynı zamanda kuytu sokaklarının, çıkmazlarının, aralıklarının; sıradan insanların öykülerininrivayetlerinin; hatta ve hatta hayvanlarının da tarihidir.” (s. 30) Yıldırım aslında çok zor bir işe kalkışıyor bu romanında. Dev bir tarihi ardına alsa da tarih bilinci hiç mi hiç gelişmemiş bir topluma, asıl tarihin –ana caddelerde de değil arka sokaklarda attığını anlatmaya çalışıyor. Hem de birçok kimsenin adını dahi bilmediği Ekmek Fabrikası Sokağı’nda zamanında nefes alıp vermiş ama kimsenin umursamadığı insanlar eşliğinde. Yıldırım’ın bu tarih rehberliği ise Nişantaşı’nın bağrına saplanan ilk “okun” atıldığı güne kadar uzanıyor. Daha birçok tarihi durağa ve bu önemli durakların Ekmek Fabrikası Sokağı’na ettiklerini romanına taşıyor yazar ancak bunlardan en öne çıkanı ve ayrıntılı anlatımıyla gerçekten yürek burkanı anlatıcımızın “kırımkıyım günü” olarak adlandırdığı 1955 olayları. Bu olayların Nişantaşı’nın o renkli dünyasına nasıl “bıçak” gibi saplandığı anlatılıyor yazar tarafından. Bu bağlamda sosyal ve toplumsal olayların, Nişantaşı’nın demografik yapısında ne denli etkili olduğu da masaya yatırılıyor ama bundan da öte, semte önemli renk katan mecnun “Stavro” gibi insanların nasıl uzaklaştırıldığı, yok edildiği “insanlık” yörüngesinde ele alınıyor. Tüm bunlardan sonra İbrahim Yıldırım’ın romanını işlediği dile de değinmek gerekir biraz. Yıldırım’ın eskimiş değil eski kelimeleri, kaleme aldığı metinlere çok güzel, okuyucuyu yabancılaştırmadan yedirebildiğini diğer yapıtlarından da biliyoruz zaten. Nişantaşı Suare için de biraz daha fazla ironi dışında farklı bir durumdan bahsetmek imkânsız. Bin bir öyküyü bir seste, bir gözde buluşturuyor yazar burada. Bu işin zorluk derecesini anlatmaya ise gerek yok. İbrahim Yıldırım’ın “kelime virtüözlüğünün” nitelikli bir yansımasını görüyoruz Nişantaşı Suare boyunca.? e.erayak@gmail.com Nişantaşı Suare/ İbrahim Yıldırım/ Doğan Kitap/ 188 s. İ Nişantaşı’ndan sürülmüş insanları ve onlar aracılığıyla semtin, anlatıcının çocukluğundaki ve gençliğindeki yaşamın örtüsünü aralıyor. Bu örtüyü kaldırdığımızda ise şimdiki Nişantaşı yerine bambaşka bir semt ortaya çıkıyor. SAYFA 8 ? 23 ŞUBAT 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1149 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle