25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K zun öyküyü, kısa ya da kısakısa öyküden, oyunu kısa oyundan, operayı müzikalden, uzun metrajı kısa filmden, belgesel veya deneyselden, çevrim senaryosunu romandan, eleştiriyi denemeden, özyaşam öyküsünü günlükten, mektubu gezi yazısından nasıl ayıracağız? Öyküyle masalı ayırt ederken herhangi kesinlemeye dayanabilecek miyiz? Kullanıma hazır bir el altı ölçütleri var mı bunun için? Bu doğrultuda bir hazır reçete yoksa eğer elimizde, bu kez tersinden söyleyecek olursak, bunları birbiri yerine koymaya kalktığımızda ne olur acaba? Örneğin şiire öykü katılsa biraz biraz, deneme olarak kaleme alınsa eleştiri yazısı sonuçta hangi türün verimine örnek gösterilebilir bu? Şiir, öykü, roman, oyun, deneme, eleştiri vb. türleri bir arada götüren bir yazar, verim alanı içindeki bu yelpazeyi nasıl ayırıp dengeleyecektir, daha doğrusu nasıl ayırmalıdır? Birbiri içinden üretilebilecek bir dizi soru… Hani türler arasında geçirgenlikten, birbiriyle etkileşiminden, etkitepki alışverişinden, sonuçta metinlerarası ilişkilenişe benzer bir türlerarasılıktan söz edilir ya, bunların altından hangi yöntemle nasıl kalkılacak peki? Başlangıçta bütün sanatlar değil yalnız, söylenle dinler de, felsefeyle bilimler, teknikler de bütündü elbette; sonradan ayrıştı bunların tümü… Şimdi bütünselleşme yönünde yeniden adımlar mı atılıyor dersiniz? Deneme türüne değgin bu yönde bir soruyu da Mehmet Serdar, Uğur Kökden’e soruyor ikilinin Kanlıca’da Akan Zaman (Sözcükler, 2011) başlığı altında gerçekleştirdiği dizi söyleşinin daha girişinde. İnsan, Melih Cevdet Anday’ın da odaklandığı Akan Zaman Duran Zaman’ı (Adam, 1984) ardından, “zaman” kavramının geçmişten günümüze akarak önümüze geldiğini düşünüyor elinde olmadan. Uğur Kökden, deneme yazınımızda, dıştan, bir ölçüde gecikmiş izlenimi bıraksa da, önemi bağlamında kunt duruş sergileyen bir yazar. Son yirmi beş yılda, neredeyse her yıl için yayımladığı birer deneme kitabıyla bu alanın en “sıkı” verimleyicilerinden biri. Bu kadar da değil! Kökden’in, bir önemli yanı da denemeyi kendine özgü biçemle kotarıp bu alanda belirgin yer edinmiş olması… O halde önemli olduğu denli sorunsallara yaklaşımıyla özgünlük taşıyan bir yazıncı o. İşte iki değerli yazar, Kökden’le Mehmet Serdar oturmuşlar “Kanlıca İskelesi yanındaki küçük meydana bakan” İsmail Ağa Kahvesi’ne, sözü söze ekleyip, düşünceyi düşünceye vurarak unutulmaz bir söyleşi çıkarmışlar bu buluşmalarıyla… BİLİM, DÜŞÜNCE, SANAT EDİMİ OLARAK DENEME... Mehmet Serdar, söyleşiye, “Uğur Kökden’le biz denemenin doyumsuz tadının, sınırsız olanaklarının farkındayız” diyerek giriyor, türe değgin bir dizi soru getirip Kökden’in önüne, bunları neşterlemeye çalışıyor: “…Denemede yazar olarak kendine bir ‘okuyucu’ seçiyorsun ve ona doğrudan fikirle itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Çağlar aşırı birikimiyle deneme U çeşit yapı olarak kendi kavramlarını getirmekte, sınırlarını çizip kurallarını koymakta gecikmedi. Sonrasında bu da kendi gerçekliğini aşarak farklı bir niteliğe doğru evrildi, bu hep böyle sürdü. Sözgelimi Türkçe üretilmiş bir metne siz, bir başka dilden pek çok alıntı ekleyebilirsiniz, ama dil sonuçta neyse yine odur; Türkçedir, Kürtçedir, İngilizcedir, Fransızcadır… Peki, nereye kadar? Antikçağda Sofistlerin paradokslarından biri de şuydu: Tek tel saç koparmayla insan kel olur mu? Soru “Hayır”la yanıtlandığında, kopyalanarak sürdürülüyordu: Bir tel daha? Hayır! Bir tel daha, bir tel daha, bir tel daha… Sonunda saçlı baş, kel kalıncaya dek bunu sürdürmek olanaklı olunca, sorunun ilk yanıtı “evet”e dönüyordu bu kez. Sözü şuraya getireceğim. Yazınsal tür olarak denemeyi zorladığınızda bu, ya ayazda kalmış makaleye ya da görevci anlayışla derli toplu kaleme alınmış hanım hanımcık tahkiyeye, böyle kurulan bir hikâyeye dönüşecektir. Ama yine de kendi gerekleri yönünde yapılandırılmış bir “öykü” çıkmayacaktır. Bilimsel, düşünsel, sanatsal metinlerin kendi genetiklerini bir biçimde koruduğu öngörülebilir burada… Sonuçta her sanat biçimiyle alt türünün kendine özgü dilmantık örgeni ancak belirli bir doygunluk eşiğine dek birbirine dönüştürülebilir demek ki. Eşik aşıldığında, olası ki bu başka türe dönüşecek, ortaya başka bir tür çıkacaktır. ÖYKÜYÜ ÖYKÜYE, DENEMEYİ DENEMEYE ÇATMAK... Bize belletilmiş gerçeklik doğrultusunda eskiden elmalarla armutlar toplanmazdı. Ya şimdi? Son yıllarda bitkilerde genetiği değiştirilmiş yapılar başlı başına bir uğraş alanı. Hayvanlar için de yapılıyor böylesi çalışmalar, ötesinde yine aynı yöntemle görece insana yönelik de benzer uygulamalara kapı aralanıyor. Sanatlarda niye yapılmasın bu? Yazınsal tür olarak denemeye kısıt getirmek, sınırlar çizip kayıtlar koymak değil; türün dönüşerek başka türe kapı aralayabileceğini vurgulamak benimki yalnızca. Uzlaşım sonucu genel kabul görmüş yaklaşımlar bunlar… Fotoğrafla sinemanın yeniliği çoktan eskidi; kısa kısa öykü, kısa oyun da öyle… O halde deneme de öyküye geçiş yapabilir doğal olarak, ama ortaya çıkacak tür ne olur, buna da bakmak gerekmez mi? Mehmet Serdar, Uğur Kökden’in Kaz Dağı Çobanları (Dünya, 2005) başlıklı deneme seçkisi için kaleme aldığı “İçten İçe Kaynayan Zaman” başlıklı sunuşunda Kökden denemesi için şöyle diyor: “Kökden’in denemeleri insana geniş bir tarih ve yeryüzü alanı açar. Sanatçıların çağları, yaşamları ve yapıtlarıyla genel bir insanlık serüvenine yöneliriz. Yapıtlarda dile gelen insanlık değerleri, durumları, yapıtların üretildiği koşullarda yeniden kurgulanarak öykülenir.” (15) Burada Mehmet Serdar’ın sözünü ettiği, denemenin öyküleşmesi değil, öykülemeden yararlanma olgusu… Deneme de bir öykülemeye dayanacaktır, bundan kuşku duyulabilir mi? “Öyküleme”, sanatsal anlatıda kurulan bütünleme biçemindeki uygulayım aslında, öykü değil yani. Bu anlamda romanla oyunun da, filmle müziğin de, resimle öykünün de bir öykülemesi var elbette, bundan daha doğal ne olabilir? O halde denemenin de öyküsü olacaktır. Ama bu, denemenin, öykü türünün gereklerini karşılayıcı bir konuma geleceği anlamında alınabilir mi? Önümüzdeki hafta konuyu kaldığımız yerden sürdüreceğiz… TEMMUZ 2011 SAYFA 21 Uğur Kökden ve Mehmet Serdar. rini söylüyorsun. (…) Araya sanatsal bir dolayım girmiyor. …İmge oluşturmuyorsun. Bir düşünceyi doğrudan söylüyorsun. (…)…Olay kurgusu yok; kahramanlar yok. Doğrudan doğruya ‘ben’ diliyle konuşan yazarın kendisi var. Araya başkası girmiyor.” “Deneme… geniş tartışma düzleminde elverişli bir araç mı? …Deneme aracılığıyla bu kapsamlı sorulara ne ölçüde uzanabiliriz? Yoksa sonuç olarak deneme, bir sanat, bir edebiyat dalı mı sayılmalı? Sınırda duruyor gibi geliyor bana.” “Sanat her şeye karşın dolayısıyla anlatmak demek. Bir şeyi doğrudan değil de dolaylı bir biçimde, okuyucuyu bir dolayıma sokarak o dolayımın itici gücüyle olayın içine katmak, yaratıcı sürecin parçası kılmak. (…) Deneme, acaba, daha çok doğrudan anlatıma mı yaklaşıyor ve yaklaştıkça da sanatsal niteliğinden bir şeyler mi yitiriyor?” “Ben… senin denemelerinin hep sanatsal nitelik taşıdığını düşünüyorum. Sende hep şiirsel bir söyleyiş, biçim öğesinin her zaman önde oluşu, öykü kurgusu ve parlak betimlemeler var. Düşüncenin doğrudan aktarımı yok sende.” (21 vd.) Mehmet Serdar, “Denemede kendini nereye koyuyorsun?” sorusunu yöneltiyor sonuçta Uğur Kökden’e. Kökden, şu karşılığı getiriyor bu sorulara (23 vd.): “Denemenin öznesinin de nesnesinin de insan olduğuna inanıyorum. …İnsan çevresinde dönüp dolaşılıyor, sonuç olarak. Bunun ortaya çıkardığı sanatsal bir ürün var, elbette.” “Denemede kurgusallık var; ancak bu, romanda, öyküde, tiyatroda gördüğümüz klasik anlamdaki bir kurgusallık değil.” “Bütün sanat dallarının, plastik sanatların, resmin, müziğin, kurgusal sanatların roman ve öykünün, anı ve mektup, bunların imbikten geçmiş, damıtılmış, süzgeçten süzülmüş biçimi deneme. Doğal ki, eğer bunları başarılı bir şekilde sunabiliyorsan.” “Dikkat edilirse, önce bir yerlerden insan çıkıyor ortaya; daha sonra da, oradan denemeyi çağırıyor; deneme yazarını kendine çekiyor, kendi yazgısını âdeta bir sır gibi ona anlatıyor. Artık, deneme yazarı için, o noktadan sonra tüm bunların yazılmaması diye bir şey düşünülemez.” “…İşte o zaman benim kafamda bir deneme içgüdüsü kendini duyuruyor.” “…İnsanı hem başkasına hem kendine karşı savunmak durumu doğuyor. Benim denememin görevi bu.” “Ben denemenin, başlayan XXI. yüzyılın yazın türü olduğunu; onu temsil edecek başlıca tür olduğunu düşünüyorum.” “Deneme, yükselen bir değer. Cemal Süreya bunu söylemiş,‘Önümüzdeki yüzyıl denemenin yüzyılı olacak!’ demiş…” DİLİN TADINI, KIVAMINI DENEMEYE İÇİRMEK... Mehmet Serdar’ın savruk görünmekle birlikte kışkırtıcı, atak sorularıyla gelişen söyleşi, deneme yazını üzerine geniş açılımlar getiriyor. Kökden ise, “denemenin düşünceye bağlı bir ürün olduğunu, salt bir üslup ürünü olmadığını söylemek isterim” (34) diyor bir başka yerde… Söyleşiyi okurken, Kökden’in bilim, düşünce, sanat sarmalındaki hoş gidiş gelişlerine tanık oluyor insan. “Uğur Kökden” imzalı “ilk yapıt” olarak alınabilecek Geceye Evet (Sözcükler, 2009), dosya bütünlüğüne ulaştırıldığı 1964–67 sürecinde, yazarın nice çabasına karşın yayımlanamıyor. Kitap, aradan geçen yaklaşık yarım yüzyıl sonra okurla buluşurken, öyküyle denemenin bir yazın sorunsalı olarak birbirinde burgaçlanan yumağıyla bir kez daha yüzleşiyoruz böylece. Bir sanatsal verimde, kimi sorunlara açılım getirmek amacıyla bir an önce deyiverme dürtüsünü, insanlara çağrı çıkaran o safdil boşboğazlığı, zaten bu amaç doğrultusunda verimlenmiş kimi ürünlerde bunu sanatlı kılıyormuş havasında sergilenen şairaneliği, müsamereciliği, şu çok bildik sanattoplum odaklı tartışmaya geri götürmek olası görünüyor bana. Bunun bir örneği, en azından yarım yüzyıldır belgesel sinema alanında da yaşanıyor ülkemizde. Süha Arın’ın, belgesel sinemayı çok açık olarak sinema sanatı içine yerleştiren tutumu ortadayken bu alanda verimlenmiş görünen pek çok yapımın, saltık anlamda belgeyi öncelediğini, sinema sanatını kullanıyormuş gibi yapıp belge anlatma sığlığı sergilediğini görmek insanı üzüyor. Belgesel film, adı üzerinde sinemanın bir alt türüyse, sinemanın bütün o genel özelliklerini, niteliklerini yansıtmak zorunda değil midir? Denemeyle eleştiri de birer yazınsal türse eğer bunun gereklerini yansıtmak zorunda o halde… Yıllar önce Adam Sanat’ta yazınsal eleştiri ile yazın eleştirisini birbirinden bu nedenle ayırmaya girişmiştim. Memet Fuat’ça söylersek derli toplu yazmayı öğrenen her yazınbilimci yazın eleştirisi kaleme alabilir kuşkusuz, ama yazılanın ille de yazınsal eleştiri örneği sayılacağı anlamına gelmez bu. Aynı şekilde görsel dizilişi derli toplu öğrenen biri de bu yolla bir belgenin sunuşunu yapabilir. Ama bu da belgesel değil, belge film olur… Sorunun çözümünde ayırıcı yan olarak temele, “anlatıanlatım dili ile biçem” ya da “öyküleme dili ile biçem”in alınması zorunlu. Çünkü her sanat biçimiyle bunun alt türlerinin kendine özgü bir mantıkdil örgeniyle yapılandırıldığı görülüyor. Denebilir ki tüm sanatlar, uzun bir dönemi katederek, birikimsel yığılmalar sonucunda buraya geldi. Bir türden ötekine geçiş veya birden çok türü aynı bir türde hamurlaştırma ya da aynı bir tür içinde farklı değişkeler halinde çoğalma zorunluluk sonucu ortaya çıktı. Bir biçemin, anlatımın, dilin yapısal somutlayışı ile biçimleyişinin her yetmezliğinde yeni bir arayışa yöneldi insan. Ama her yeni alan, tür, 28 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1119
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle