04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

YUNUS NAD ÖDÜLLER 2011 ÖYKÜ mine yansıyor hem yazarın temasına bakış açısına, yazarın duruşuna yansıyor. Ben eleştirel duruşu yitirmemeye çalışan yazarlardanım. Bugün toplumsal yozlaşma, çok boyutlu olarak yaşamımızı işgal ediyor. “Ben yozlaşmayacağım” diye direnen insanların yaşamını dahi... Bunun birkaç nedeni var. Biri, biraz önce de sözünü ettiğim görsel teknolojinin yaşama geçmesi, amaçları dışında kullanılması. Bu durum insanları kitaptan, tiyatrodan, opera ve baleden, kısacası sanattan uzaklaştırdı. Ayrıca hükümetlerin de kültür politikaları olur değil mi? Bizim, 1980 sonrasında hükümetlerimizin edebiyatı, tiyatroyu, opera ve baleyi, çoksesli müziği, resim ve heykel sanatını geliştirmek gibi bir kaygısı olmadı. Halk sanatını yozlaşmadan çağdaş sanata katmak gibi de bir derdi olmadı. Bugün ne yazık ki sanattan ve edebiyattan hiç hoşlanmadıkları açık olan bir politik görüş tarafından yönetilmekteyiz. Tabii bu siyasi tutumun yozlaştırıcı, kitleleri ürkütücü, sanatçıları bedbinliğe sevk edip üretemez hale getirici etkileri yadsınamaz. Ancak bugün Türkiye, yurtdışındaki birçok kitap fuarına katılıyor. Bir dönem Türkiye’nin onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı gibi... Bu tür fuarlarda Türk eserlerine ilginin yoğunluğundan söz ediliyor hep... Yurtiçinde düzenlenen fuarlarda büyük bir kalabalığın olduğu doğru. Ancak bu fuarlarda kim, ne kadar kitap alıyor, onu bilemem. Yurtdışındaki fuarlara gelince, iki yıl önceki Frankfurt Kitap Fuarı’na ben de katılmıştım. Burada daha ziyade, Türkler Türkleri ağırladı. Yabancı Türkologların Türk eserlerine karşı canlı bir ilgileri vardı ki, bu da önemli tabii ama o kadar. Alman kamuoyunun göçmen edebiyatının dışında bizim edebiyatımıza ilgi gösterdiğine ben tanık olmadım. Vahim olan nedir biliyor musunuz? Bizim kendi yazarlarımıza ilgimizin giderek yok olması... Biz ülkece tuhaf bir aşağılık duygusu içinde yaşıyoruz; bu kompleksin bir de tam tersi bir tezahürü vardır ki o da boş gururdur, böbürlenmedir... Kendimizi sağlıklı bir şekilde değerlendiremiyoruz. Ya mazimizle, ya da kâğıt üstündeki gerçeklerle ilgisiz abartılarla övünüyoruz. Ya da kendimizi tamamen yerin dibine batırıyoruz. Okurun Türk yazarlarına olan ilgisinin azalması çok vahim. Türkçe için, Türk edebiyatı için son derece zayıflatıcı bir unsur. Bir başka çelişki de şu: Bizde Avrupa’nın ya da ABD’nin “beşinci sınıf” yazarlarına merak var. Neden bu merak? Çünkü onlar “çok büyük yazarlar” olarak yansıtılıyorlar. Ticarileşen ortam, Avrupa’nın ve ABD’nin de “günün değerlerine şirin görünmek istemeyen yazarları”nı gölgede bırakıyor. Örneğin antiemperyalist vurgularla yazan çok önemli yazarlar var ki, kimse onları çevirmeyi ya da yayımlamayı düşünmüyor. Peki, Erendiz Atasü, hangi yazarların eserlerini okumaktan haz duyuyor? Modern Türk edebiyatında, zamandaşım kadın yazarların eserlerini okumayı seviyorum. Hepsini olmasa da, pek çoğunu... Yabancılardan da Virginia Woolf’u ve Thomas Mann’ı hayranlık duyarak okuyorum. Hayatın En Mutlu An’ı/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 138 s. ‘İnsanların en mutlu anlarını anlattım’ Erendiz Atasü Üzerine en çok akademik çalışma yapılan çağdaş yazarlarımızdan biri Erendiz Atasü. Yazar, her bir kitabında göz ardı edilen, yaşamda tökezleyen insanların, çoğunlukla da kadınların öyküsünü anlatıyor. Bu nedenle “kadınların öznel tarihini, kadın bireyin gözüyle irdeleyen” yazar olarak da biliniyor. Atasü’nün Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görülen son kitabı Hayatın En Mutlu An’ı’nda da yaşamda, bilinçli bir kadının gözünün gördükleri var. Yazar, bu kitabını 1970’li yılların kayıp gençliğine armağan ettiğini söylüyor. Atasü’yle kitabını, öykücülüğünü ve Türk edebiyatının yaşadığı sorunları konuştuk. Ë Selda GÜNEYSU iz kadın sorunlarını edebiyatımıza taşıyan ender yazarlardan birisiniz... “Yunus Nadi Öykü Ödülü”nü kazanan son eseriniz Hayatın En Mutlu An’ı’nda da kadınların sorunları işleniyor mu? Kadın sorunları benim için çok önemli. Çünkü salt bir coğrafi bölgenin ya da bir ülkenin sorunu değildir kadınların sorunları. Bütün medeniyetlerin sorunudur. Bütün uygarlıkların... Cehaletin, sefaletin, işsizliğin, iç savaş gibi şiddetin öne çıktığı toplumlarda, kadınların sorunlarının daha da ağırlaştığına tanık oluruz. İşte bu nedenle kadın sorunlarından vazgeçmek mümkün değil. Bilinçli bir kadının yaşama bakış açısını anlatan öyküler var Hayatın En Mutlu An’ında da. Ancak ben bir yazarım ve yaşamın bütünü benim ilgimi çekiyor. Yaşamın dokusu, değişkenliği, öngörülemez karmaşıklığı belki... Yani bütün yaşam benim için bir konu. Yaşama bilinçli bir kadının gözüyle bakıyorum ben. Bu kitapta, yaşlanan bir insanın hüznü de var. Geriye dönüp bakıldığında, tanık olunanları yaşlanan bir insanın bakış açısıyla değerlendirilişi var. Böyle bir kitap yazma fikri nasıl belirdi? Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesini okuyordum. Güzel bir kitap. Beğendiğim ve eleştirdiğim yanları var, o ayrı. Kitapta, 1970’li yıllarda, bir işadamının oğlunun aşk macerası da anlatılıyor. Kitabının kahramanı iki aşk arasında kalan, aşk yüzünden mutsuz biri. Yani kitabın bir yüzü bu. Çünkü çok katmanlı bir kitap o. Bilirsiniz, 1970’li yıllar bu ülke gençliğinin çile çektiği yıllar aslında. Politik nedenlerle, sokaklarda insanların birbirini öldürdüğü yıllar... Birçok insanın gençliğinin hapishanelerde gömülü olduğu yıllar... Onlar, ne aşklarını, ne de gençliklerini doğru dürüst yaşayabildiler. Üstelik, şikâyetçi de olmadılar. Acı bir hayat yaşadılar onlar... Ben de o gençler için bir öykü yazmak istedim. O insanların “en SAYFA 14 5 MAYIS 2011 S mutlu anlarını”... İşte böyle ortaya çıktı öyküler. “Yunus Nadi Ödülleri”nin sizin için anlamı nedir? Aslında ben kişisel olarak yarışmalara başvurmuyorum. Bu yarışmaya da yayınevi başvurdu. Ancak çok mutluluk verici Yunus Nadi adına düzenlenen bir ödülü almak. Çok onurlandım. Biliyorsunuz, bu benim Yunus Nadi’den aldığım ilk ödül değil. Taş Üstünde Gül Oyması adlı eserim de, 1997 yılında ödüle değer görülmüştü. Edebiyat dünyası içinde çok değerli bir ödüldür Yunus Nadi Ödülleri. “HER ŞEY TİCARİ...” Bugünün Türkiyesi’nde insanların kitap okumadıklarından söz edilir. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın son yaptığı “Türkiye’de OkurYazar Araştırması”nda, kitap okuma oranının yüksek olduğu belirtiliyor. Hatta yılda 1213 kitap ortalamasıyla, en çok kitap okunan iller Erzurum ve Erzincan... Ancak araştırmada şu bilgi dikkat çekici: En çok dini kitaplar okunuyor, özellikle sözü edilen illerde. Burada bir çelişki yok mu? İnsanlar neyi okuyacaklarını bilmiyorlar mı? Yeni dünya düzeni dediğimiz süreçte, her şey gibi yayın ve edebiyat dünyası da çok fazla ticarileşti. Eskiden de yayınevlerinin ticari kaygıları vardı; sonuçta ticari kuruluşlar, bunlar. Ancak ticari kaygıların yanında kültürel kaygılar da ağır basardı. Giderek kültürel kaygılar azalıyor. Kârı putlaştıran neoliberalizm, kültürsüzlüğü adeta dayatıyor, buyruğuna girmeyeni tasfiye ediyor. Edebiyat, tüm bilim ve sanat dalları gibi, kendini yeniledikçe gelişen ve öyle var olan bir sanat dalıdır. Yayınevi risk alamazsa, batmamak kaygısıyla çok satmaya, çok satmak kaygısıyla okurun alıştığı türde, dahası okurun algılama düzeyini daha da aşağılara çeken yapıtlara yönelirse, edebiyat kendini nasıl yeniler? Edebiyat bütün dünyada gerilerken, gene bütün dünyada dine dönüş, dahası bağnazlığa dönüş yaşanmakta. Maalesef bunu körükleyen, dini araçlaştıran da neoliberalizmin ta kendisi. Dinin bireyin vicdanında, iç dünyasında, özel yaşamındaki rolüne kimsenin söyleyeceği bir şey olamaz. Ancak, bir toplumun tüm referanslarının dinsel hale geçmesi, dinin topluma biçim ve yön vermesi durumunda, o toplumda dinden başka hiçbir şey gelişemez, hiçbir şey var olamaz. Haa, bir de sömürü iyice güçlenir! Sadece inanca bağlanan ve akıl yürütme yeteneği zayıflayan toplumlarda kimse sömürüldüğünün farkına varamaz. Bu durum daha çok sanat alanında kendisini hissettiyor değil mi? Sizin aynı zamanda çok iyi bir tiyatro izleyicisi olmanızdan hareketle soruyorum... Her yerde... Sanatta da tabii... On yıllardır Türkiye’de laik, ulusal eğitimin altı oyuldu. Üstelik, görsel iletişimin yaygınlaşması ne yazık ki beraberinde müthiş bir “basitleştirme” getirdi. Buradaki “Basitleştirme” sözcüğünü, her şeyi kalın kalıplara dönüştürme anlamında kullanıyorum. Tüm bunlara karşı yeterli bir kültürel mücadele verilemedi ne yazık ki. Siyasi iktidarların işine geldi bu durum. Ben bugün, birçok yerde basına yansımayan sessiz sedasız ama etkili sansürlerin yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Etkileyici TV dizileri örneğin “Türkan” apar topar sona erdirilerek, fiilen yayından kaldırılıyor! Niçin? Tıklım tıklım salonlara oynayan, eleştirel içerikli tiyatro oyunları birdenbire, “seyirci çekmiyor” hayali mazeretinin ardına saklanılarak sahnelerden siliniyor. Sanki buharlaşıp, hava oluyor. İyi bir tiyatro izleyicisi değilseniz, bu “gizli sansürü” fark etmiyor olabilirsiniz, lakin gerçek. “KÜLTÜR POLİTİKAMIZ YOK” Peki, ilk yazdığınız kitapla, son yazdığınız kitap arasında sözünü ettiğiniz toplumsal dönüşümlerin anlatımı açısından farklar var mı? Yani, toplumsal dönüşümler edebiyat eserlerine yansıyor mu? Yansımaz olur mu? Hem tema seçi CUMHURİYET KİTAP SAYI 1107 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle