Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ë Barış BARDAKÇI enim başucumda kitap durmaz. Kimlerin durur, kendini kabul ettirmiş yazarların mı? Bilemem, ayrıca “başucu kitabı” terimi her ne kadar mecazi kullanılırsa kullanılsın, her darda kalışta bakılan, “hayat kullanma kılavuzu” gibilerinden bir şeylere gider. Giderek kutsallaştırırsınız “başucunuzu”. Kitap için söylenmiş ne şanssız bir söz! Ama bazı kitap size kütüphane yutmuşsunuz hissi verir. Her şeyin doldurulduğu, sanki bir daha asla yayımlanamayacakmışçasına sıralanmış imgelerle dolu olanlardan bahsetmiyorum. Bir “ilk adım sanatçısının” düştüğü en sıradan çukurdur. Dolmalık imge sendromu! Film çekmek isteyen, artık orta yaşı da geçen bir şair dostum bir sohbet ortamında açıkça dile getirdi bunu. “Ya bir daha film çekme imkânı bulamazsam?” Oysa tek atımlık sanatçılar öyle çoktur ki. Tek bir film, çok şiir yazmıştır ama bir teki, tek vuruş! Ya da ortalama bir filmin içinden çekilmiş tek bir sahne, tek bir söz belki… Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’sinde ailenin askerlik yaşına gelmiş genci askere gidecektir. Nişanlısına kendisi yokken bakıp oyalanacağı bir şey bırakacaktır. Herkes bunun bir fotoğraf olduğunu düşüneceği bir anda bir kutu çıkarır cebinden meçhule gidecek asker. Kutunun içinde, tanıştıkları günün bir anısı vardır. Bir diz kapağı yarasının kabuğu ve şöyle der: “Fotoğraf versem bakar bakar alışırsın, oysa yara öyle de B Bir demet değinme Selçuk Altun benim için anları olan bir yazar. Müthiş bir tek vuruşçu. Bir sürü “çok kabullenilmiş” yazara tercih ederim. Selçuk Altun daha “yazar” diye mi? Hayır. Ama “an”ları, benim anlarımdır. Tek vuruş anındaki soğukkanlılığı, “kullanılmış kelimeler” dükkânındaki bilgeliği ve hüznünü de yokuş aşağı koyverişiyle. Bu tek vuruş “an”larının çoğalması kitabı, romanı giderek başta hoşlanmadığım “kutsallaşma”ya götürür ki bunun kimseye hayrı dokunmamıştır. Anları severim, tek vuruşları. Mükemmel gibi görünmeyen yazarları. Yaralı, sorunlu, düşkün, alkolik olabilir yazar. Berbat yazma hakkını kimsenin elinden alamazsınız. Çünkü kötü yazma ğildir. Ne zaman baksan acırsın…” Tek bir sahnedir ve sinemadır. Bunlar muhteşem “an”lardır. Yazarların da muhteşem anları vardır ve bunlar genelde okuyucularının söylemek isteyip söyleme şansı bulamadığı şeylerdir. Kendi gerçeğiniz bir başkasınınkiyle buluşursa o “başkası” adamınızdır artık. yanın “an”ları olmaz. Sürekli kötü yazdığı halde basılanları, ya da okunduklarını sananları ayrı bir yazının konusu yapmak gerek. Tek vuruş, futbolda bir forvet oyuncusunun kaleciyle karşı karşıya kaldığı anki endişesi ya da rahatlığı gibidir. Tek vuruş… Yazar gibidir bir forvet; ya plasedir ağları bulan ya da yıldızları sayar. Selçuk Altun benim için anları olan bir yazar. Müthiş bir tek vuruşçu. Bir sürü “çok kabullenilmiş” yazara tercih ederim. Selçuk Altun daha “yazar” diye mi? Hayır. Ama “an”ları, benim anlarımdır. Tek vuruş anındaki soğukkanlılığı… “Kullanılmış kelimeler” dükkânındaki bilgeliği… Hüznünü de yokuş aşağı koyverişi… Baudelaire’i daima şair ol, düzyazıda bile” öğütlendirişi… Javier Marias’ın o yazarlara çektiği keskin bıçağı bize anımsatışı, “yoksa siz anlaşılmak için mi yazıyorsunuz...” Metin Üstündağ, Enis Batur, görünmez adam Barış Bıçakçı, Canetti, Nabokov, lanetlenmiş/ kutsallaştırılmış yazar galerileri… Edebiyatın en elitini de sunmaktan, göstermekten kaçınmayan ama gidip Bir Demet Tiyatro’nun Laz Bakkal’ını anımsamasıyla belki de birilerini şaşırtan Selçuk Altun ve madem sırası geldi; Yılmaz Erdoğan’ın Tombalak (Gürdal Tosun) için yazdığı şiiri vereyim ben de. Mürekkep katil, yazı bitti! Tam da soruyordum/ “Madem ölecektin niçin bu kadar güzeldin?”/ peçetedeki balığı gördüm ağlıyordu/ “Niçin ağlar peçetedeki balık?” diye sordum/ “bir mendil neden kanarsa ondan” dedi Gürdal. Feridun Ulusoy’un baleye verdiği emeğin ayrıntılarına, yine onun yazdığı bir anıroman sayesinde ulaşıyoruz. “Bir Dansörün Anıları” alt başlığıyla değerlendirdiği romanı Hüzünle Dans, bir yandan kendi kişisel tarihinden çarpıcı anları sunarken öte yandan da aslında toplumsal kimliğimizin evrimi ve topraklarımızda sanata bakışı da mercek altına almış. Ë Sedat DEMİR stanbul bulvarlarının, ana caddelerinin ilan tahtalarında ilginç bir gösterinin haberi vardı: Pink Floyd Balesi. Yeryüzünün en sert tınılarını çığlık çığlığa çıkaran, sistemin bel kemiğini kütürdeten Pink Floyd şarkıları ile “puant”larıyla zeminde süzülen, mayolarıyla, “tütü”leriyle dans figürleri çizen balerinlerin flörtü, kulağa hem cazip geliyor hem de garip. Böylesi bir birlikteliğin olanakları, görüntüsü, sonucu doğrusu merak uyandırıcı. Kentlerimizde, senfonik rock’ın nimetlerinden haberdar olanların, balenin estetiğiyle ve gerçeğiyle tanışmalarının içinde, tanışmak’, burada, en uygun yakıştırma bambaşka bir büyü oluyor. İstatistiklere ya da beylik sözlere hiç SAYFA 24 ŞUBAT Selçuk Altun Feridun Ulusoy’dan ‘Hüzünle Dans’ az gerek yok: Kültür endüstrisinin artıklarıyla ve kırsal göçün ürettiği acayiplikler arasında dimağını, ruhunu doyurmaya çalışan, deyim yerinde ise, “kaçak avcı”ların barındığı mekânlara dönüşen sokaklarda, balenin beyazlığına yer kalmamış. Ancak, kimi zaman küçümsenen, birkaç kişinin çabalarıyla çatılmaya çalışılan bale sanatına verilen değer, fark edilmeyecek kadar küçük ama Feridun Ulusoy gibi yaptığı işin güçlüklerine, hem de uzun yıllardır, ve koşullarına aldırmadan savaşım verenler aracılığıyla bu beyazlık hiç kirlenmedi. Örneğin Feridun Ulusoy, 1998’de Pink Floyd’un Duvar’ıyla (TheWall) yaptığı koreografide, dansa dönüştürdüğü isyankâr duvar yazılarını sevgi devinimleriyle süsleyip Ankara’lılara sunmuştu. Ulusoy’un Hüzünle Dans adlı romanının ana kahramanı, eski bir balet ve gerçek zamanı ise sadece birkaç duraktan oluşan bir otobüs yolculuğu. İşte, bu duraklarda ve onların arasında okur, ülkemizin Celâl Bayar’lı tarihlerinden günümüze kadar uzun bir yolculuk yapıyor. Dansörümüz ile yanında oturan, şöhretli bir geleceği düşleyen gecekondu delikanlısı Azamet’in diyaloglarının direksiyon kıvırdığı yön, bütünüyle ülkemizdeki zıtlıklar, sanatın nefes alıp vermekte güçlük çekmesi ve kültür yozlaşması doğrultusunda. Bu sohbetin dili, her ne kadar sıklıkla hüzünlü bir gülmeceye dönüşse de çevremizdeki kültür ve sanat ortamının ıssızlığını ortaya koymasıyla acı. Şükür ki Azamet’in varlığının kurmaca olmasının karşısına Ulusoy’un anıları gerçekliğiyle dikiliyor; bu, okuru bir nebze de olsa rahatlatıyor, umutlandırıyor. İnegöl’de çok kardeşli, babasız, az gelirli ama bazı değerlerin doğru olan ruhundan sapmamış bir ailenin en küçük üyesi, Ulusoy. On iki yaşındayken, eniştesi Celâl Bayar’ın sözüyle kendisini, içinde müziğin, dansın gizemi olan devletin seçkin okulu Konservatuar’da buldu. Ulusoy, dansın uygulamalarından koptuktan sonra bile, bildiklerini öğretmeyi temel amaç edinerek, bu okulda ve İ Feridun Ulusoy’un Hüzünle Dans adlı romanının ana kahramanı, eski bir balet ve gerçek zamanı ise sadece birkaç duraktan oluşan bir otobüs yolculuğu. kendi kurduğu özel Ulusoy Bale Kursu’nda ders vermeyi geçen yıla kadar sürdürmüş. Akademisyen olarak uzun yıllar hizmet veren Ulusoy, bu çalışmalarına 1975’te, daha sonra Hacettepe Üniversitesi’ne bağlanan Ankara Devlet Konservatuvarı Bale Ana Sanat Dalı’nda öğretim üyesi olarak başladı. Uzun yıllar sürdürdüğü bu görevin yanına ¥ Cüneyt Gökçer’in daveti üzerine 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1097