29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Daha önce yaşayanların gerisinde kalmamızın nedeni, “doğayı insanlığın dışında, ruhsuz dünyada, kendi hakikati içinde” görmemizdir. “İlişkilerimiz, durumlarımız ve törelerimizin doğa karşıtlığı”, bizi, “aynı kaynaklandığı ahlaki yeti gibi, satın alınamaz ve ortadan kaldırılamaz bir şekilde bütün kalplerde yatan uyanmakta olan hakikat ve yalınlık güdüsüne, fiziksel dünyada bir doyum yaratmaya itmektedir.” Böyle bir doyum, “ahlaki dünyada” söz konusu değildir. Bu nedenle, doğaya bağlanma duygusu ile çocuksu masumiyet duygusu yakın akrabadır. “Çocukluğumuz, kültürlenmiş insanlık içinde hâlâ rastladığımız, biricik parçalanmamış doğadır.” Schiller’in söyleyişiyle, “bizim doğa duygumuz, hastanın sağlığı duyumsamasına benzer.” Doğa, zamanla “deneyim ve özne olarak insansal yaşamdan yok olmaya başlamasına” koşut olarak “ide olarak, nesne/konu olarak yazarlar/şairler dünyasında” belirmeye başlamıştır. “Saflık” olgusu, “doğa olmayan doğa ve ona ilişkin düşünümü” ilerleten toplumu “en güçlü biçimde duygulandırmıştır.” ? Duygulu/Düşünceli Şair/Yazar Kimdir? Schiller’e göre, “safı duyumsama ve ona ilgi, ahlaksal ve estetik bozulmanın” başlamasından öncedir. Örneğin, Horaz, “kültürlenmiş ve bozuma uğramış dünya çağının şairidir”; “dingin bahtiyarlığı” öven bu şair, “duygulu/içli edebiyat türünün hakiki kurucusu” olarak adlandırılabilir. Ayrıca, Horaz “duygulu edebiyat geleneğinde henüz aşılamamış bir örnektir.” Schiller’in açımlaması uyarınca, şairler, “kavramları gereği, doğanın koruyucularıdır”; onlar “ya doğa olacaklar ya da yitirilen doğayı arayacaklardır.” Buradan “edebiyatın bütün alanının tüketildiği ve ölçüldüğü birbirinden tümüyle farklı iki edebiyat tarzı kaynaklanır.” İçinde geliştikleri zamanın yapısal özelliklerine göre, “gerçek şair olan bütün şairler/yazıncılar veya rastlantısal durumlarının ve genel kültürlerinin geçici ruh hallerini etkilemesine fırsat verenler”, Schiller’in öbeklendirmesine göre, “ya saflara ya da duygulu olanlara ait olacaklardır.” Orhan Pamuk ise, kendi anlatımıyla, bu ikisini romancı kişiliğinde uyumlulaştırmaya uğraşmaktadır. Schiller’in belirlemesi uyarınca, “saf ve tinsel bakımdan zengin bir gençlik dünyasının” şairi/yazıncısı ve “yapay kültür çağında” saf şaire en fazla yaklaşanı, “bakire Diana gibi sert ve katıdır”; bu tür bir şair, “her türlü gizlilikten yoksun olarak kendisini arayan kalpten ve kendisini sarmak isteyen arzudan kaçar.” Dünya denilen binanın arkasında duran bir tanrı gibi, “yapıtının gerisinde durur; o yapıttır; yapıt odur; onu sormak için”, insan, “ilkine değer olmamalıdır veya ilki kadar güçlü olmalı veya ilkine doymuş olmalıdır.” Schiller’e göre, biraz da yeni şairlerin etkisiyle, “şairi/yazarı, yapıtta arayıp bulmak, onun kalbine rastlamak, şairle birlikte konusu üzerine düşünüm geliştirmek”, kısa ve bir başka deyişle, “özneyi nesnede görmek” eğilimi ortaya çıkmıştır ve bu eğilim, saf ve duygulu yazıncının en belirgin özelliğidir. Saf ve duygulu/düşünceli yazıncı, doğaya “anlık/kavrayış yoluyla düşünümlenmiş olan ve kural yoluyla düzenlenmiş olan imgenin yardımıyla” katlanabilir. Orhan Pamuk, bu ilkeyi sözleri, sözcükleri, yazınsallaştırma yol ve yordamını düşünme olarak nitelendirmiştir. Schiller’in deyişiyle, “şairin tini, ölümsüz ve yitirilmez olarak insanlıktadır.” Bu belirleme uyarınca, şairin düşün ve esin kaynağı her zaman ve her koşul altında insandır. Bu kaynak ebedidir ve yitirilemez. Bu kaynağın ebedi ve yitirilemez olmasına karşın, yine Schiller’in sözleriyle, “şair/yazar, aynı zamanda insanlıkla birlikte ve insanlık yetisiyle birlikte kendisini yitirmekten başka bir şey de yapamaz.” Yazınsal/şiirsel yeterlilik, aynı zaman “salt doğal yalınlık ile birlikte kendisini yitirmekle kalmaz, bir başka doğrultuya göre etkisini gösterir.” Doğa burada da “şair tininin beslendiği biricik alevdir.” Şair, salt bu doğal alevden “bütün gücünü türetir; yapay ve kültürlenmiş insanda da” bu doğal aleve seslenir. Schiller’in kavramlaştırmasıyla, “duyular ve akıl”, bir başka deyişle, “alımlayan ve özerk yeterlilik, henüz kendi işinde (işleyişinde) birbirinden ayrılmamıştır” ve ayrılmadığı gibi, az miktarda “birbiriyle çelişki içindedirler.” İnsanın, dolayısıyla da şairin “duyumsamaları, rastlantının biçimsiz bir oyunu değildir”; düşünceleri “tasavvur gücünün içeriksiz oyunu değildir; biri gerekirlik yasasından, öbürü gerçeklikten doğar.” İnsan, “kültür konumuna/düzeyine geldiğinde ve sanat elini insana değdirdiğinde”, insandaki “duyusal uyum ortadan kalkmış olur” ve insan “artık sadece ahlaki bir birlik olarak”, bir başka deyişle, “birliğe ulaşmaya uğraşan olarak kendisini dışavurur.” Bu aşamada gerçekleşen “duyumsama ve düşünmesinin örtüşmesi”, şimdi artık yalnızca “ülkü/ideal” olarak var olur. Schiller’in belirlemesi uyarınca, edebiyatın amacı, “insanlığa olanaklar ölçüsünde kendi eksiksiz anlatımını vermektir.” İnsanın “bütün doğasının uyumlu etkileşimi yalnızca bir ide olduğu kültür durumunda”, şair/yazar “gerçekliğin ideal durumuna yükseltilmesini”, bir başka deyişle, ideali, “insanlık idesini” anlatır. Saf şiir veya şair, “bizi doğa yoluyla, duyusal gerçeklik ve canlı şimdi ile duygulandırır”; öbürü, bizi “ideler ile duygulandırır.” Ayrıca, yeni şairlerin “yürüdüğü bu yol, insanın hem tikel hem de tümel olarak gitmek zorunda olduğu yoldur.” Doğa, insanı “kendisiyle birleştirir”; sanat onu “ayırır, ikiye böler”; ikiye bölünmüş insan, “ideal yoluyla birliğe geri döner.” Fakat ülkü veya ideal, insanın “hiçbir zaman ulaşamayacağı bitimsiz/sonsuz bir şey olduğu için”, kültürlenmiş insan, “kendi tarzında hiç veya tavrını hesaba katar. Bütün bu ince hesaplamalar, “çocukluktaki saflığın tersi bir kendinin bilincinde olma halini gerektirir.” Sonuç olarak Orhan Pamuk, Schiller’in konuya ilişkin belirlemelerini çok doğru alımlamış ve başarıyla yazınsallaştırmıştır. Anlatı Sanatı Olan Edebiyat, Kurgudur Pamuk’un “Saf ve Düşünceli Romancı”nın ilk bölümü olan “Roman Okurken Kafamızda Neler Olup Biter?”i “Yeni Hayat”ın başlangıç tümcesi olan “bir roman okudum, hayatım değişti” benzeri bir tümceyle, “romanlar ikinci hayatlardır” ile başlatmış ve izleyen tümcede “romanlar hayatımızın renklerini ve karmaşalarını gösterir” anlatımına yer vermiştir. “Romanlar ikinci hayatlardır”, “romanlarda karşılaştığımız hayali dünyanın keyfini çıkarırız” ve bir sonraki sayfadaki “romanları gerçek sanarak okuruz” tümceleri, çağdaş edebiyatın kapsayıcı ve taşıyıcı türü olan romanın, her sanat yapıtı gibi, yazarının kurguyla oluşturulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Orhan Pamuk, “Orhan Bey Siz Bunları Gerçekten Yaşadınız mı?” adlı bölümde yazınsal kurgu kavramını biraz daha belirginleştirmiştir: “Roman sanatı etkileme gücünü, okur ile yazar arasındaki ortak bir kurmaca anlayışı olmamasından alır.” Bu son belirleme, roman sanatının yazarın kurgusuyla oluştuğunun altını çizmekle birlikte, romanı okuma sürecinin, yazınkuramsal deyişle, alımlama sürecinin de okuyucu tarafından gerçekleştirilen bir yeniden kurgulama olduğunun altını çizer. Orhan Pamuk, anılan bölümün devamında “Batı’da kabul görmüş ‘kurmaca’ anlayışını kendi çevrelerine uyarlayan Batı dışındaki yazarlardan” ve “Batı’dan gelen romanın ‘kurgusallığı’ fikrinin yerel kültürlere yaratıcı ve yararcı bir şekilde uyarlanmasından” söz eder. Burada belki de önemsiz gibi görünebilecek bir ayrıntının üzerinde durmak istiyorum: Pamuk, “kurmaca” (Batı dillerinde “fiktion”) kavramını kullanmasına karşın, aynı kavramı yeni türetimlerde kullanmamaktadır. Eğer bir sonraki türetim için “kurmaca” kavramını temel almış olsaydı, doğal olara “kurmacasal” ve “kurmacasallık” demesi gerekirdi. Pamuk’un hangi gerekçeyle “kurmacasallık” yerine “kurgusallık” kavramını yeğlediğini bilemem; ancak bir tahmin yürütebilirim: Kurmaca’yı sıfatlaştırmak için “kurmacasal” (fiktional) ve bu sonuncudan da “kurmacasallık” (fiktionalitaet, fiktionality) kavramlarını türetmekten kaçınmıştır. Bu anılan kavramlar, yazarın dil beğenisine uymamış olabilir. Bu nedenle de “kurgu” yerine “kurmaca”yı kullanmasına karşın, “Batı’dan gelen romanın ‘kurgusallığı’ fikri” anlatımında “kurmacasallık” yerine “kurgusallık” kavramına yer vermiştir. Bu açıklamalar ile varmak istediğim nokta şudur: Kurmaca, hem içerdiği küçümseme öğesi, hem de yukarıda sözünü ettiğim nedenlerle, yerini “kurgu”ya bırakmalıdır. Burada edebiyatı üretenler ve yazınsal ürünler üzerinde araştırma yapan edebiyat bilimciler arasında bir uzlaşıya varılmalıdır. Bu kolay olabilir; çünkü dil, bütünüyle uzlaşıyla oluşan ve gelişen bir anlatımiletişim dizgesi ve dolayımıdır. Orhan Pamuk, “Masumiyet Müzesi”nde (2008) anlatılaştırdığı aşk ve bu aşkın takıntılı erkek kahramanı Kemal ile kendisinin en yakın arkadaşı tarafından bile çeşitli nedenlerle karıştırıl? dığını belirtir. Bir kurgu ürünü “Saf ve Düşünceli Romancı”, Schiller’in aynı adlı yazısının, Orhan Pamuk tarafından derin ve içten bir kavrayışla nasıl muhteşem bir tarzda yazınsal üretime dönüştürüldüğünün bir kanıtıdır. bir zaman eksiksiz/yetkin olmayacaktır. Buna karşın, doğal insan kendi tarzında “eksiksiz olma yeterliliğini” taşır. Öte yandan, insanlığın sonal amacı, söz konusu “ilerlemeyi” gerçekleştirmek olduğundan, doğal insan veya doğa durumundaki insan, “kültürlenmek” yoluyla “ilerleyebilir.” Dolayısıyla, “son erek” açısından hangi insan türüne “öncelik” vermek gerektiği sorusunun yanıtı açıktır. Schiller, “insanlığın iki ayrı biçimine ilişkin söylenilen şeyin, onların her birine denk düşen şair biçimlerine de” uyarlanabileceğinin altını çizer. Bu nedenle, “eski ve yeni” veya “saf ve duygusal/duygulu” şairler, “ya hiçbir şekilde ya da ortak ve daha üst bir kavram” ile karşılaştırılabilirler. Göze hitap eden bir yapıt, “yalnızca sınırlamada yetkinlik bulur.” Buna karşın, “imgelem gücüne hitap eden bir yapıt, sınırsız olan yoluyla yetkinliğe ulaşır.” Bu yüzden yeni sanatçı, “imgelem gücünün imgesini çok kesin olarak mekânda belirlemelidir.” “Saf şair, salt yalın doğayı ve duyumsamayı izlediğinden ve kendisini gerçekliğe öykünmekle sınırladığından nesnesine karşı tek bir ilişkiyi” konulaştırır. Duygulu veya düşünceli şairde/yazarda durum “tümüyle başkadır.” Duygulu şair/yazar, “nesnelerin üzerinde bıraktığı izlenimi düşünümler” ve “kendisinin sürüklendiği veya bizi sürüklediği duygulanma, sadece o düşünüm üzerine kurulmuştur.” Burada nesne “bir ide ile ilişkilendirilir” ve duygulu şairin/yazıncının “yazınsal gücü bu ilişkilendirmeye” dayanır. Bu nedenledir ki “duygulu şair/yazar, her zaman çekişen iki tasavvur ve duyumsamayla, sınır anlamında gerçeklikle, bitimsiz bir öğe anlamında kendi idesiyle uğraşmak zorundadır.” Pamuk’un Schiller Alımlaması Schiller’in saf ve düşünceli edebiyat hakkındaki bu belirlemeleriyle, Orhan Pamuk’un romanın kuramı ve edimi hakkındaki düşünceleri belirgin olarak örtüşmektedir. Çocuksuluk ile yazarlık arasında bir ilişki kuran Pamuk, roman yazarken, “çocukluğunda oynadığı oyunların benzerleri oynadığını”, yapıtlarıyla “çocuksu bir özdeşleme etkinliği” içinde olduğunu vurgulamıştır. Yazara göre, bu çocuksu özdeşleşmeler “bütünüyle saf” değildir; çünkü “aklının bütününe” egemen olamaz. Onun aklının öbür yanı, “romanın bütününü dikkatle düşünür, genel kompozisyonu denetler”; okurun olası alımlama tarzını ? ola ma kahram disine “ sorusun Pamuk ya örne tavrını ğunu d nin geç şırken, karşısın Onunla ve “sor Arkada der. Ya ama bu dedir. A lümsey “Roma annesiy dım... O de anne düşünm “kurma maların Orha mında “Orhan aktarır. söz kon mesinin Her yaz düşüns “bu far manlar Roman manın, manın kurgu(l lirleme yazı kap ile yetin Dilse Anla Yazın ayıran t dilsely Yazınsa lirleyici dur. Bu şünceli rından manı d özellik, merkez yapısın bu gizli manın başka o Yaza “ayna” anlatan zarın ay eğilimin yoktur: kemme ve “her çer.” O ayna, o dır; me estetik okuma zünden tır” söz tikleştir kurgun lamlılık Metnin okur ke açımlar potansi anlamla maz. “Saf likle “M lılığı be SAYFA 18 ? 24 KASIM 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1136 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle