Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hrant’ın hayatı hep imece. Kardeşleri, eşi Rakel ve yakın dostlarıyla yapıyor ne yapıyorsa... GİTMEK Mİ, KALMAK MI? Kestirip atsa, bırakıp gitse, anlamak veya anlamaya çalışmak yerine susup bunun keyfini sürseydi ne kolay (!) olurdu her şey. Çandar’ın kitabından ve Hrant’ın yakınlarının anlattıklarından zor bir yol seçtiğini fark edebiliyoruz. Doğu’ya ve Batı’ya gidişi, konuşma ve yazıları, hep bir şeyleri değiştirmeye yönelik. Aslında, Arat’ın babasını tanımlarken dediği gibi tam bir “delilik.” Birine zorken iki tarafa konuşmak, doğru bellenenlerin yeniden düşünülmesini istemek, nereden bakarsanız akıllara seza bir durum: “Yıllardır Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere hitaben yazmak ya da konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri şaşırmamaya ya da birbirine karıştırmamaya. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan Ermeniler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan özellikle Türkler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Bu tür doğru bir duruşun önünde sonunda her kesim tarafından en doğru haliyle anlaşılabileceğine ilişkin ümidimi hiç yitirmedim.” Kavramlarla iş gören, derdini bunlarla anlatmaya çabalayanların durumu zor. Hele Türkiye gibi ülkelerde. Herkes slogan bekliyor sizden, bunu kabul etmediniz mi hem kendi “cemaatinizde” hem de karşı “cemaatte” homurtu başlıyor. Hatta karşı “cemaat” kendine uygun sloganı duymadığında saldırganlaşıyor birden. Hrant’ın yaşadıklarında böylesine bir yan vardı. Tuba Çandar, Hrant’ı anlatır ve anlattırırken, yakın; çok yakın tarihin korkutucu kimi olaylarını hatırlatıyor bize. Bunlardan en önemlisi Hrant’ın tehdit edilmeye başlanması: Şu meşhur “zehirli kan” cımbızlamaları, “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” komedisi ve ardından tosunların harekete geçişi… Bunların hepsi, bilindik sona doğru ilerlenen günlerde yaşanan gelişmelerdi. Gayet de “normal”di aslında. Şovenizmi alkışlayanlar ve “biraz daha” diyenler için Hrant’ın tehdit edilmesi, Agos önünde “protesto” adı altında kan donduran gösteriler düzenlenmesi son derece “normal”di; daha da fazlası olmalıydı elbet(!) Daha fazlası, Hrant’a açılan davadan ve edilen hakaretlerden “daha fazlası” gerekliydi. Suratına tükürmek mi? Hayır, bunu yaptılar, yetmedi. Linç girişimi mi? Bunu denediler, hem de mahkeme kapısında, tutturamadılar… Aslına bakılırsa kalabalığın içinde bir yalnız adamla yüzleşiyoruz kitapta; ne orada ne burada tam olarak anlaşılamamış, belki bundan tedirgin, biraz kırgın ama en zor zamanda bile kendini yılgınlığa teslim etmeyen bir insan. Dava sü¥ rerken Hrant, “suçlu” ve “hain” yaftasını yerken kimi zaman kendi cemaati tarafından bile yalnız bırakılan bir adam olarak beliriyor karşımızda. Çandar, arkadaşlarının ağzından gitmeye hazırlanan, bunalan, kendisi ve her şeyden önemlisi ailesi tehdit edilen biriyle yüzleştiriyor bizi, sona doğru. Son, yalnızlığın zirve noktası; gitmek mi, kalmak mı; hangisi daha çok yalnızlaştırır? Hrant, kalmayı seçti, sonunda, evet sonunda, 19 Ocak 2007 günü tamamen yalnızdı: Agos önünde toplananlara inat, tek başınaydı. “Bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim” demişti; ardından on binler yürüdü, hepimiz yürüdük Hrant’ın sözleriyle: “Ağıt toplumuyuz biz, acıyı kazanç bellemişiz. Siz ölüm ilanımı veredurun, bu da benim yaşadığımın ilanıdır.” Bırakalım Türklüğü, Ermeniliği bir kenara; bir insandan ve onun cümlelerine kulak tıkanışından, o insanın hayatının elinden alınışından söz ediyoruz. Hedefe konan, öldürülen; cinayet öncesi ve sonrası resmi savunmayla suçlu ilan edilen biri Hrant: “Suçlu” bulunan bir maktul. Türkiye’ye özgü trajikomedi bu. Çandar’ın Hrant adını taşıyan kitapta, bütün yönleri var o kara mizahın. Şimdi Huzur’un 19 ile 20. sayfası arasındaki ayracı kaldırsam, romanı okumaya yeniden başlasam diyorum, huzursuz oluyorum, tozlu rafta kalıyor kitap. Gözüm takılıyor, 19 Ocak’a geri dönüyorum ister istemez. Sonra, “Neden bu yazıyı yazdım?” diye kendime soruyorum. Yanıtını da kolayca buluyorum: Hâlâ insanlığım öldürülmediği ya da cellat olmayı seçmediğim için... ? bulunmazali@hotmail.com http://bulunmazali81.blogspot.com Hrant/ Tuba Çandar/ Everest Yayınları/ 712 s. Bir insanı en iyi yanındakiler, yıllarını onunla paylaşanlar tanır. Çandar’ın kitap için görüştüğü kişiler de Hrant’ın çevresindeki çember. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1077 SAYFA 5