05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sürükleyici anılar Yakın dönemin özel tarihi İstanbul’un “Kültür Şövalyesi” Şakir Eczacıbaşı’nın Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar adıyla yayımlanan anıları kuşkusuz bir dönemin kültür ve sanat yaşamına ışık tutuyor. Belki yalnızca ışık tutmakla kalmıyor, kimi siyasal uygulamaların açtığı derin yaralara, sanatçılar arasındaki kısır çekişmelere, buna karşılık özverili sanatsal çabaların önemsenmesine de işaret ediyor. Ë Öner CİRAVOĞLU akir Bey, kültür hayatımızın yalnızca görünen yüzünde değil görünmeyen arka planında da etkinliklerini sürdürmüş bir sanatseverdi. Anılarda yer alan olaylar bunun sayısız örneğini veriyor. Örneğin, 1971 12 Mart Muhtırası sonrasında Sinematek yöneticisi Onat Kutlar’ı ve diğer arkadaşlarını savunarak soruşturmadan kurtarması gibi. Can Yücel’in iğneleyici sözlerine gülümseyip tahammül etmesi gibi. İştahlı bir sinemacının oburluk gösterilerine sevecen yaklaşması, Fransız belgeselcinin Türk yetkililerle takışmasına uyumlu yaklaşması gibi… Peki, sanat tutkunu Şakir Bey kimdir? Öncelikle başarılı bir işadamı, yayıncı, ardından tiyatro, müzik, fotograf ve sinema tutkusuyla donanmış üstün bir girişimci… Elbette bunlara eklenebilecek başka uğraşları da oldu. Hepsinde de iz bırakan çalışmalara imza attı. Onlardan birkaçına değinelim şimdi. BBC TÜRKÇE YAYINLARI VE VATAN YAPRAĞI Onu öncelikle öğrencilik döneminde Londra’da BBC Yayınları’nın Türkçe bölümünde çalışırken görüyoruz. Servisin başında sonrada Atatürk araştırmalarıyla ünlenecek olan Andrew Mango bu Ş lunuyor. BBC Türkçe Yayınlar Bölümü’nde şaşırtıcı isimler yer alır: Can Yücel, Ali Neyzi, Tektaş Ağaoğlu, Sadun Aren, Hilmi Yavuz, Orhan Boran, Halit Kıvanç, Nuri Çolakoğlu, Ferhat Boratav… O dönemden kalıcı sanat dostlukları edinen Şakir Eczacıbaşı Türkiye’ye dönüşünde bu ilişkileriyle birçok ilke imza atacaktır. Londra’da eczacılık okuduğu için kardeşi Nejat Bey’in liderliğindeki Eczacıbaşı Topluluğu’nda işe başlayan Şakir Bey, bir yandan Vatan gazetesinde Ahmet Emin Yalman’ın önerisiyle arkadaşlarıyla “Vatan Yaprağı” adlı sanat ekini hazırladı. Arkadaşları ararsında Özcan Ergüder, Tunç Yalman, Özer Esen ve Oktay Akbal vardı. Oktay Akbal’la birlikte ilginç bir Attilâ İlhan anısı yer alıyor kitabın bu bölümünde: Vatan gazetesine aynı zamanda sinema eleştirileri yazan Attilâ İlhan, “Sanat Yaprağı”na, yani Şakir Eczacıbaşı’nın odasına uğruyor. Burada Oktay Akbal, ünlü eleştirmen Nurullah Ataç’ın şairin aleyhine bir yazı hazırladığını iletiyor. Bunun üzerine Attilâ Bey, “Sanat Yaprağı”nda bir yer açmalarını, ertesi gün Ataç’ın “tek parti diktası”nın edebiyattaki temsilcisi olduğunu ispatlayan bir yazı getireceğini söylüyor. Bunun üzerine Şakir Bey’e gülümseyen Akbal, Attilâ İlhan oradan ayrıldıktan sonra “Türk edebiyatı yeni bir akım kazanıyor galiba!” yorumunu yapıyor. Bu anekdot, kitapta yer alan yüzlerce tanıklıktan yalnızca bir tanesi. Bunun gibi kültür tarihimiz¥ de, edebiyat ansiklopedilerimizde Genç yazarların uğrağı: Baylan Pastanesi tlas Sineması’nın karşısında, 2009 yılına kadar İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın bulunduğu Luvr Apartmanı’nın zemininde, bugünkü Oxxo mağazasının yerinde, Baylan Pastanesi vardı. (Burada daha önce Tokatlı Lokantası bulunuyormuş.) Pastane 1920’lerde Loryan (Fransızca l’Orient sözcüğünün okunuşu) adıyla açılmış, 1930’larda “Vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla başlatılan Türkçeleştirme girişimi sırasında, Burhan Toprak’ın önerisiyle, Loryan adı, Çağatay Türkçesinde “kusursuz” anlamına gelen Baylan’a dönüştürülmüştü. Baylan, 1960’ların sonlarında kapanıncaya değin edebiyatçıların uğrak yeri olmuştu. Oraya çok sık gidenlerden başında Sait Faik, Behçet Necatigil, Orhan Kemal, Oktay Akbal, Salâh Birsel geliyordu. 1950’lerin başlarında, Attilâ İlhan’ın Ankara’da çıkardığı Mavi dergisi çevresindeki “Maviciler” denilen Ferit Edgü, Demir Özlü, Güner Sümer, Asaf Çiyiltepe, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda gibi gençler de Baylan’a gitmeye başlamıştı. Maviciler, çoğunlukla “toplumsal gerçekçilik”i savunuyordu; Attilâ İlhan, 1920’lerin sonlarında Nâzım Hikmet’in Resimli Ay’da başlattığı “Putları Yıkıyoruz” yazı dizisine benzer biçimde dönemin tanınmış ozanlarını kıyasıya eleştiriyordu. Dağlarca ve Necatigil, Attilâ İlhan’la karşılaştıklarında kendi şiirlerini eleştiren yazıları hiç görmemiş gibi davranıyorlar, Attilâ İlhan da onların tepkisiz kalmalarına çok içerliyordu. Aralarında Fethi Naci, Arif Damar, A. Kadir’in bulunduğu, toplumsal gerçekçiliği benimseyen başka bir grup yazar da, Baylan’ı “burjuva kahvesi” sayıyor ve onun karşısındaki Şen Muhallebici’de buluşuyordu. Ama bir süre sonra onlar da Baylan’dakilere katılmaktan kendilerini alamamıştı. Baylan, Mavicilerin yanı sıra, ozan Hilmi Yavuz ve Ülkü Tamer, film yönetmeni Metin Erksan, çevirmen ve yönetmen Atilla Tokatlı, sanat tarihçisi Sezer Tansuğ, romancı Tarık Dursun K, eleştirmen Asım Bezirci, karikatürcü Tonguç, oyun yazarı Atila Alpöge ve A Cep Tiyatrosu genç oyuncularının vazgeçemedikleri bir yer olmuştu. O yıllarda söz konusu sanatçılara “Baylancılar” denmişti. ABİDİN İLE YAŞAR KEMAL NASIL TANIŞMIŞTI? 1961 Aralık ayının o çok soğuk günlerinde Paris’te Abidin’le sokak sokak dolaşıyor, kafelere, bistrolara, daha çok da Select, Les Deux Magots, Flore, Balzar, Le Palette, La Coupole’e gidiyorduk. Bazen Pierre Biro, Avni Arbaş ya da Güzin ile Seblâ da bize katılıyorlardı. O sıralarda Yaşar Kemal Paris’e gelmişti, sık sık Abidinlere uğruyordu. Bir gün üçümüz, Yaşar, Abidin ve ben baş başa kaldığımızda Yaşar’a, “Bildiğim kadarıyla, Abidin seni Adana’da ortaokula gittiğin sıralarda tanımış, yazar olman konusunda seni desteklemişti. Nasıl tanıştınız Abidin’le, sonra ilişkileriniz nasıl gelişti?” diye sormuştum. Yaşar Kemal anlatıyordu: “Beş yaşımda babasız kalmıştım. Ormanda bulup büyüttüğü, oğlu yerine koyduğu çocuk onu vurmuştu. Nedenini bilmiyorum, belki beni kıskanmış, babama kin beslemişti. Bizim Hemite köyünün (bugünkü Gökçedam) komşusu Burhanlı’da ilkokula başlamış, Kadirli’de bitirmiştim. “Ortaokulu Adana’da okurken geçimimi sağlamak için çırçır fabrikalarında çalışıyordum, okumaya da merak sarmıştım, her olanak bulduğumda Ramazanoğulları’nın Halkevi’ne bağışladıkları kitaplığa gidiyordum. İçimde öyle bir istek vardı ki, oradaki otuz bin kitabın hepsini okuyabilirdim. İriyarı bir adam her gün Halkevi’nin bahçesinde oturup güneşin altında eline geçen her kâğıda resimler çiziyordu. Bir gün, ‘Merhaba delikanlı,’ dedi bana, ‘Seni günlerdir izliyorum, başını kaldırmadan okuyup duruyorsun. Yazar mı olmak istiyorsun?’ Arif Dino’ymuş benimle konuşan. Ben de kendimi tanıtmıştım, asıl adım Kemal Sadık Göğceli’ydi. ‘Ozan olmak istiyorum, bu yörenin ağıtlarını topluyorum,’ dedim. Beni Abidin Bey’le tanıştırdı.” MUHSİN ERTUĞRUL ANLATIYOR: “1928 sonbaharında Birleşik Devletler’den döndüğümde Darülbedayi’ye dramaturg olarak atanmıştım. (Böylece Türk tiyatro tarihinde ilk kez ‘dramaturg’ kavramı ortaya çıkmıştı.) İki yıl sonra Ankara’da Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in yaptırdığı Yeni Türk Ocağı Tiyatrosu’nu açmaya gitmiştik. Bizden üç gün önce, orada Marie BellCharles Boyer Topluluğu oynamıştı. Repertuvsarımızda Hamlet ve Molière’in Mürai (Le Tartuffe), Muhayyel Hasta (Le Malade Imaginaire) gibi iyi oyunlar vardı. Ankara’da ummadığımız kadar çok ilgi görmüştük. “Atatürk’ün gösterilere ilk gelişiyle ilgili, hiç aklımdan çıkmayan bir olay vardır. Bir sabah Hamdullah Suphi Bey gelmiş, Paşa’nın akşamki oyuna şeref vereceğini söylemiş, bir de uyarıda bulunmuştu: ‘Paşa elbette zamanında gelmek isteyecektir, ama belki kısa bir süre gecikebilir. Senin tam saatinde başlamak gibi bir inadın vardır, o gelmeden perdeyi açarsan saygısızlık olur, sakın bunu yapma’ demişti. Ben de, ‘Atatürk sanata saygılı bir büyüğümüzdür, zamanında gelecektir, biz tam dokuzda perdeyi açarız’ demiştim. Hamdullah Suphi kızıp söylene söylene gitmişti. “Ferah Tiyatrosu’nu kuran arkadaşlarla birbirimize söz vermiştik. Türkiye’de Batı tiyatrosunun temellerini atacaksak, onun bütün ilkelerine bağlı kalacaktık. En duyarlı olduğumuz konulardan biri de oyuna saatinde başlamaktı. O gün de kararımı vermiştim, tiyatroya geç gelen Atatürk de olsa, saat dokuzda perdeyi açacaktık ama bir yandan da çok tedirgindim. ‘Gazi gerçekten geç kalır da, oyunun başladığını görüp tepki gösterirse, ne yaparız?’ diye de düşünüyordum. “Dokuza çeyrek kala, Atatürk henüz gelmemişti. ‘Birinci zili çalın’ dedim. Dokuza beş kala hâlâ gelmemişti, ikinci zili çalmalarını söyledim. Oyuna ben başlıyordum, perdenin arkasına geçtim, dizlerimin bağı çözülmüştü, tam dokuzda, ‘Perdeyi açın,’ dedim. O sırada Atatürk, Hamdullah Suphi’yle locaya giriyordu, o anda rahatlamış, oyunumu istediğim gibi oynamıştım. Perde kapanırken Atatürk’ün bizi alkışladığını gördüm, biraz sonra beni çağırdığını söylediler, koşarak yanına gittim, elini öptüm, gülümseyerek bana, ‘Zamanında yetişebildik mi Muhsin Bey?’ dedi.” ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1077 SAYFA 18
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle