29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yiğit Okur’la yeni romanı üzerine ‘Okuru nitelikli mizahla güldürmek zordur’ Yiğit Okur gene yine ironik bir hikâyeyle okur karşısında: Piç Osman’ın Pabuçları. Bu kez Sulukuleli boyacı Piç Osman’ın kısa zaman dilimine yayılan serüvenini anlatıyor yazar. Okur’un tabiriyle, Piç Osman romanında, Türkiye’yi bir zaman sarmış komünizm korkusuyla alay ediliyor. Yazarla yeni romanını konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP* eni romanınız Piç Osman’ın Pabuçları yayımlandı. Neydi bu romanı yazmadaki amacınız? Amacım anlatmak. Elimden geldiğince iyi anlatmak. Anlattığımın inandırıcı olmasını sağlamak. Kısa cümlelerle, bol sözcükle, çok diyalogla anlatmak. Mizahı öne çıkartmak, altına, tabanına belli belirsiz bir hüzün gölgesini döşemek. Kısası, anlatmak için yazıyorum. Bir kez daha söylemiştim: Anlattıkça paylaşıyorum, paylaştıkça çoğalıyorum. Bu söyleminizden şöyle bir anlam çıkıyor: Önemli olan anlatımdır. Anlatılanı, yani “öyküyü” önemsemiyorsunuz... Böyle demek istemedim. “Öykü” (isterseniz buna “konu” diyelim), konu ne kadar benzersiz, ne kadar sıra dışı olursa olsun, eğer iyi anlatılmamışsa “konu”, kaybolur gider. Sıradan bir konu, eğer iyi anlatılmışsa, roman kendini kurtarır. Senaryo, filmin belkemiğidir. Ama filmi senaryo anlatmaz. Senaryoyu kamera anlatır. Kötü çekilmiş bir filmde (anlatımda), en iyi senaryo yitip gider. Ama orta halli bir senaryodan çok iyi bir film yapılabilir. Tiyatro için de aynı şeyi söyleyebiliriz. En mükemmel metin sahneye iyi konulmamışsa, oyun kötüyse, yani anlatım başarılı değilse, metne sadece yazık olur. Böyle bakılırsa anlatım öne geçiyor. BAKIŞ AÇISI... Yazdıklarınızda sürekli bir ironi var. Nedir amaçladığınız? Bu soru bana çok soruluyor. Ben de aşağı yukarı aynı yanıtları verir oldum. En acıklı, en yürek kavurucu olayın bile gülünecek bir yanı vardır. Hangi açıdan baktığımıza bağlıdır. Örneğin Piyano romanımdaki cenaze töreninde papazların tutumu. Deniz Taşları romanımda, cami avlusuna toplanmış, ölmüş dostlarına son görevlerini yapmaya gelenlerin durumu. Dikkat ettiyseniz insanları üzmek, ağlatmak kolaydır. Ama nitelikli mizahla güldürmek zordur. Bütün öykülerinizde, romanlarınızda, derinlemesine mekân tanımları var. Buraları tanıdığınız, yaşadığınız yerler midir? Örneğin Haliç’e bakan dar sokak, eski Emniyet Müdürlüğü Sansaryan Han, Sulukule? Bir olayı yazmak için, olayı yaşamış olmak ya da olaya birinci derecede tanık olmak gerekli değildir. Bir mekânı tanımlamak, resimlemek için de o mekânı ayrıntılarıyla bilmek şart değildir. Örneğin romandaki Haliç’e bakan dar, uzun sokak. Oralarda bir zamanlar denize paralel, ama denizi görmeyen sokaklar vardı. “Bizans’tan kalma bir kale yırtığından, kartpostal büyüklüğünde deniz görünürdü.” Bunu yazmak için orada bir kale yıkıntısının olması, oradan denizin görünmesinin gerçek olması şart değil. İnandırıcı olması yeterli. Romandaki sokak, birçok zanaatkârın çalıştığı bir yer. Perşembepazarı’nın kıyı şeridine yakışıyor. Saydığım zanaatkârların hepsinin bir sokakta toplanmış olmasının gerçeğe uyması bence önemli değil. Önemli olan nasıl anlatıldığı. Anlatımın gerçeği yansıtması elbette zorunlu değil. İnandırıcı olması yeterli. Perşembepazarı’nın Tersane Caddesi’nde Ömer Han diye bir han yok. Değişik isimde bir han var. Bir zamanlar önemli holdinglerden birinin merkeziydi. Romandaki gibi müdürlerden birinin, odasında sekreteriyle seviştiğine dair bir söylenti duymuştum. Ama kapıya diktiği erkete Piç Osman değil, hademesiydi. Eski Emniyet Müdürlüğü’nün yerleşik olduğu, Sirkeci’deki Sansaryan Han’a, topu topu iki kez gittim. Ellili yıllardı. İlk gidişimde komünist takibatına uğramıştım. Sorgu için götürdüler. İkinci gidişim pasaport almak içindi. Siz de solcular arasındaydınız geçmişte. Sizin de peşinize düşen bir Arif Nâdir Bey oldu mu? Zamanla ahbap olup kendinize benzettiğiniz? Asla sağcı olmayınca, mutlaka solcu yahut komünist olunmuyorsa, ben solcu da, komünist de olmadım. Ama solcu olmak yahut komünist olmak, ne yanlış, ne ayıp. Piç Osman romanında, Türkiye’yi bir zaman sarmış komünizm korkusuyla alay ediyorum. Bu ülke vebadan, cüzamdan korkmadığı kadar komünizmden korktu, korkutuldu. Komünist bellediklerine devlet ne korkunç işkenceler çektirdi. Peki, sonra ne oldu? Şimdi Türkiye’de komünist partisi var. Türkiye battı mı? Keşke Meclis’e gire bilseler. Komünist olmadım ama komünist takibatına uğradım. On dokuz yaşlarındaydım. İki sivil eve damladı. Doğru Siyasi Şube’ye. Nedeni bir şiir. Şiir de şu: “Elizabet’in donu bin dolar/ Seninkine Kezbanım, pire dolar, bir dolar” Piç Osman’dan bir önceki kitabımda Tutuklanacaklar Listesi’ndeki öykülerden birinin konusu oldu. Kaldı ki bu masum şiiri yazan ben değildim. Bana yakıştırılmıştı. Elizabet öyküsünü, olaydan elli yıl sonra yazdım. Son cümlesi de şöyle: “Bu şiiri yazanı tanıyan varsa bana haber versin, ben de, elli yıl sürmüş bu yapay mülkiyetten kurtulayım.” Benim polislerim, romandaki Arif Nâdir Bey’e benzemiyordu. Soğuk, mesafeliydiler. Romandaki Siyasi Şube Müdürü Arif Nâdir Bey’e gelince, soğuk biri değil. Asabi mizaçlı, ikide bir patlayan, aceleci bir kişilik. Romanda onu tanımlayan cümlelerden biri şöyle: “Önce ateş eder, sonra nişan alırdı.” Zaten romanın bir yerinde demiyor mu, “Polislik bana göre değildi. Yazık oldu bir ömre.” Herkesten gizlediği bir tutkusu vardı. Romanlarınızın birçok etkili, vurucu, şaşırtıcı yeri var. Bunlardan biri de sonu... Ulaşılmamış cinselliğe dolaylı bir gönderme; kıskandığı adamın pabuçları rüyalarına bile girerken, hayata küstüğü bir anda onlarla karşılaşması. DEVLET İÇİN İKİ TANIM Devlet kurumlarıyla doğrudan alay eden bir üslubunuz var. Siyasi Şube’nin iki Suriyeli casusu izletirken üst üste yaptığı hataları görünce, ne biçim devlet, diyeceği geliyor insanın. Bütün devletlerin büyük kurumları sürekli yanlış yapar. Yeter ki trajik sonuçlar doğmasın. Gerçi Siyasi Şube’nin yanlışları Piç Osman’ın yaşam sevincini yok ediyorsa da trajik bir sonuç doğurmuyor. Romanın sonunda yaşam sevincinin tomurcukları gene yeşeriyor. Hele bir de Piç Osman’a emniyet tarafından verilen fiyakalı yeni sandığı aldığındaki iç sesi: “Devlet memuru olunca demek böyle oluyor. Vay anasını! Neymiş lan bu devlet!” Evet, boya sandığını verdikleri zaman Piç Osman devlete hayranlık duyuyor. “Vay anasını! Neymiş lan bu devlet!” diyor. Sandık elinden alınınca, “Lan ne boktan şeymiş bu devlet! Veriyor mu, alıyor mu, belli değil!” diyor. Devlet için yapılabilecek bu iki tanım da bence doğru. Sizin bütün romanlarınızda, kahramanlarınız çok kalabalık olur. Hepsinin tek tek geçmişini didiklersiniz. Davranışlarının nedenlerini geçmişlerine bağlarsınız. Piç Osman’da böyle değil. Örneğin Esra. Bana az anlatılmış gibi geldi. Örneğin Bekçi Hüseyin Efendi. Ne kadar zengin bir malzeme. Tadı damakta kalsın diye mi bu kişileri derinleştirmekten sakındınız? Saptamanız doğru. Nedeni ise çok basit. Yayınevine iki uzun öykü vermiştim. Biri Piç Osman’ın Pabuçları’ydı. Düşüncem iki öykülük bir kitaptı. Yayınevi, Piç Osman’ın tek başına bir roman olacağına işaret etti. Ben de birkaç ilaveyle yetindim. Kısacası Piç Osman öykü olarak tasarlanmıştı. Söküp yeniden dikmeye cesaret edemedim. ? *[email protected] Y Piç Osman’ın Pabuçları/ Yiğit Okur/ Can Yayınları/124 s. SAYFA 8 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle