Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Gül İrepoğlu’yla ‘Fiyonklu İstanbul Dürbünü’ üzerine ‘Güzel yaşanmış bir zamanı anlattım’ Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde ve Cariye romanlarının yazarı Gül İrepoğlu, üçüncü romanıyla okur karşısında: Fiyonklu İstanbul Dürbünü. İrepoğlu’nun önceki yapıtları birer tarihi romandı. Bir bakıma yine tarihi roman elimizdeki. Yazarın çocukluğundan bugüne anılarıyla harmanlayarak anlattığı, bir yakın tarih İstanbul’unun romanı. Romanın en önemli özelliğiyse, geçmişi elbiselerden yola çıkarak ele alması. Ayrıca siyah beyaz fotoğraflar, kitaba ayrı bir renk katmış. İrepoğlu’yla yeni kitabını konuştuk. Ë Mehmet ÇAKIR eçmişe elbiselerin penceresinden bakmak nereden aklınıza geldi? Bir yerden aklıma gelmedi, birdenbire, kendi kendine oluştu. Hasta yatağındaki annemi keyiflendirmek için anlatacak hikâye ararken bir şey hatırladım. Bu, uzun yıllar önce, henüz ben çocukken, annemin giydiği turkuvaz rengi bir elbiseydi. Arkası fiyonklu bir kokteyl elbisesi. Kendisine o elbiseyi hatırlattığımda ve onun beni ne kadar etkilediğini söylediğimde annem de (elbisenin) öyküsünü anlatmaya başladı. Anlatırken o sahne gözümün önünde canlandı. Yalnızca annem ve ben yoktuk orada, babam, evimiz, başkaları, daha sonra gittikleri yer... Ani bir arzuyla masama koşup yazmaya başladım, beni çok etkilemiş olan giysileri. Bunlar yalnızca annemin ya da benim görüp dokunduğum giysiler değildi; bazen bir roman kahramanının giysileri, bazen bir film kahramanının giysileri, dergi yapraklarında gördüğüm giysiler... Bunların hepsi birbirine bağlandı. Giysiler sadece hatırlamam için bir araç oldu. Giysilerle ne kadar farklı, ne kadar derin hatırlanabildiğini anladım. Tıpkı sizi alıp bambaşka yerlere götüren bir tat gibi ya da bir koku. Aslında o sırada bambaşka bir roman üzerinde çalışıyordum. Fakat giysilerle hatırlama işi öyle çekici geldi ki bana ve o kadar çok malzeme yığıldı ki bu kitaba ağırlık verdim. Zaten içimden ne gelirse onu yazıyorum, herhangi bir düzene bağlı kalmıyorum. Aynı anda üzerinde çalıştığım başka konular da oluyor. Ama bu konu hepsinin içinden sıyrılıp öne çıktı ve bu kitap oluştu. Kitabınızın ‘anı’ niteliği tamam, kaynağı belli; ‘roman’ niteliği nereden geliyor? Bu kitabın kategorize edilmesi çok zor. ‘Anı/Roman’, en yakın olduğu tür aslında. Tek başına anı diyemeyiz. Çünkü özellikle üçüncü şahıs olarak anlattım ve isim vermedim. Herhangi birinin, yakın zaman İstanbul’unda yaşamış olan herhangi birinin anlattıkları da olabilir burada yazılanlar. O yüzden bir roman tadı da taşıyor. Sıradan bir anı kitabı hiç değil, içinde başka unsurlar da barındırıyor. Belki ‘anı/roman’ değil de Selim İleri’nin dediği gibi ‘masal/roman’ da denilebilir. Bu kitapla karşılaştırılabilecek bir kitap daha göremiyorum. Kendi başına bir tür. Şiir yazmayı seven, büyüdüğünde şiir yazmayı düşleyen o küçük kız nerede şimdi? SAYFA 16 G Hayatımda en çok etkilendiğim olgubiçimsel olarak düşünlardan bir tanesi, çocukluğumda babamın memek gerekir. Özelbana şiiri öğretmiş olması. Şiiri, edebiyatı likle ikinci romanım Cariye’de bunu sağlaçok severdi babam. Kitapta anlattığım gibi, maya çalıştım. Zaman zaman düzyazı biçiev hırkasını giydiği zaman anlardım ki vakminde yazılmış bir şiir gibi hissettim yaztimiz var, onun kucağına otururdum hedıklarımı. men. Koltuğunun yanındaki sehpada daiTARİHİ ROMANLAR VE ma şiir kitapları dururdu. Nâzım Hikmet, DİĞERLERİ Orhan Veli, Cahit Sıtkı... Bedri Rahmi’nin şiirlerini resimleriyle karşılaştırarak konu Önceki romanlarınız ‘Tarihi Roman’ şurduk örneğin. Babam şiirden konuşuretiketini taşıyordu. Bu roman da bir bakıken hep o şiirlerin öykülerini canlandırırma öyle, kendi tarihinizin romanı... dım gözümde. Gerçek renkleri olan bir Ben de romanların bir biçimde etikettablo oluştururdum kafamda. Şiirin anlamı lenmesini hiç sevmiyorum. Hatta en başta buydu benim için. Bir gün kendi kendime buna direndim ama demek ki böyle alışbirkaç söz söyledim. Babam bunları duyar kanlık, zorunluluk var. Biliyorsunuz, kitapduymaz kâğıt kaleme sarıldı. Ben o zaman çılara gittiğiniz zaman illa kitapları belli etiokuma yazma bilmiyordum, okula başlaketler altında yerleştirdiklerini görüyorsumamıştım. O sıralarda nuz. Oysa roman, romanherkes benimle çok ilgidır. Tarihi roman diye niliydi, evin tek çocuğuytelenen kitabı yazdığınızda farklı bir edebiyat mı yapıdum. Teyzem Edebiyat yorsunuz? Katiyen öyle Fakültesi’nde asistandı. değil. Şiiri fakültedekilere ve Neden tarihi roman koAhmet Hamdi Tanpınar’a nusuna gelirsek... Herkes göstermiş. Tanpınar da en iyi bildiği işi yapar. En şiiri çok sevmiş ve hatta iyi bildiği konuyu yazar. teyzemi her gördüğünde, Ben de bir sanat tarihçisi “Ne demişti o küçük Bir çocuk romanın kahramanı olarak en iyi bildiğim kokız?” dermiş. Halime ve annesi... nuların arasında dolaştım O küçük kız birkaç tanekitaplarımı yazarken. O romanlar için özel den sonra şiir yazmaya devam etmedi ama bir araştırma yapmama gerek yoktu. Kenkendini yazarak ifade etmekten daima hoşlandı. Bugün de öyle. Bir üniversite hocası dimi neredeyse evimde gibi hissettiğim 18. yüzyılda geçen bir hikâye vardı. Bir sanat olarak yazdığım yazılar, makale ve kitaplar tarihçisi olarak üzerinde çalıştığım konular da alışılmış bilimsel metinlerden farklı tınıvardı. Ama asla sanat tarihi kitapları olmalar taşıyordu zaten. Ardından romanlar dılar; tam tersine kurguladığım metinler olyazmaya başladım. Aslına bakarsanız kimi dular. Geçmişe hayranlığım da, özlemim düz yazılarda da şiir tadı olabildiğine inanıde zaman zaman oluyor. Bu sanırım tarih yorum. İlla okumayı sevmekle de ilgili. Bu kitapta ise güzel yaşanmış bir zamanı anlatmaktan hoşlandım. Arada çok bir fark olduğunu düşünmüyorum: Yüzlerce yıl önce yaşanıp iz bırakmış olayları, kişileri de anlatabilirsiniz; yirmi yıl öncekileri de. Önemli olan nasıl yansıttığınız. Fotoğraflar bu kitabın olmazsa olmazı görünümünde. Neden gereksinim duydunuz onlara? Yazmaya onlarla mı başladınız, yoksa sonradan mı eklediniz? İrepoğlu’nun anket defteri... Fotoğraflarla birlikte başlamadım yazmaya, onlar en sonunda aranarak bulundu. Evin derinliklerinden çıkarıldı(!) Anılarımı zaten ayrıntılı biçimde hatırlıyordum. Kitabın giriş yazısında da belirttiğim gibi, ayrıntıları biriktiriyorum, biriktirmişim meğer. Bu kitap fotoğraflar olmadan da var olabilirdi. Ama siyah beyaz fotoğrafların romanın estetiğine katkıda bulunduğuna inanıyorum. Zaten fotoğraflar da görülen mekânlar veya objeler metinde ayrıntılarıyla anlatılıyor. Fotoğrafları daha çok okurun kendi geçmişine gidebilmesini sağlamak için koydum. Bir yandan da kimi fotoğrafların fotoğraf değeri vardı. Özellikle çocukluğumdan kalan fotoğraflar, tablo değeri taşıyordu. O nedenle bunları kitaba katmaya karar verdik. Anlattığınız yıllar Türkiye’nin siyasi ve sosyal açıdan en hareketli, en karmaşık dönemini kapsıyor. Yaşamınızdan aktardıklarınız arasında dönemin bu yanından neredeyse hiç iz yok, neden? Bu kitap, şimdiki halinden tam iki misli daha kalın olabilirdi. Çok şey yazdım. Sonra yazdıklarımın yarısını çıkardım; bir başka dosyaya koydum, değerlendirmek üzere. Çünkü bu kitabın karakterine uymadı bazı şeyler. Politik olaylardan söz etmek istemedim, giysilerin ön plana çıkmasını istedim. Sözünü ettiğiniz olayları tabi ki yaşadık. Üstelik o yıllarda üniversitedeydim. Derin izler de bıraktı elbette. Ancak bir karar vermeniz gerekiyor. Bunu yaparken de bir takım fedakârlıklarda bulunmanız gerekiyor. O fedakârlıklar da yazıp çıkardığım bölümlerdi. Bu kitabın karakteri daha estetiğe, güzelliğe önem veren, buna vurgu yapan bir nitelikte olmalıydı. ‘KÖŞE YAZILARI YAZMAK İSTİYORUM’ Bazı bölümler, sizin resme, sinemaya, genel olarak sanata ve edebiyata bakışınızı yansıtan denemeler, hatta fıkralar niteliğinde. Bunlar ayrı bir kitabın parçaları olamaz mıydı? Olabilirdi ama onlar da bu kitabın karakterine uygun oldukları için burada yer aldılar. Bu kitap giysilerden yola çıkıyor ve onları birbirine ekliyor aslında. Zincirin birbirini tamamlayan parçaları gibi dediğiniz bölümler. Bir olayın ele alınıp başından sonuna işlendiği bir roman değil bu. Tam tersine parça parça olaylar ve mekânlar birbirine ekleniyor. Onun için her bölüm tek başına okunabilir. Fakat aynı zamanda bir bütünün parçaları halindeler ve yazarken gördüm ki bu konuda yazacak çok şey var. Buradan yola çıkarak şunu da düşündüm: Bir sürekli yayına, örneğin bir gazeteye, böyle küçük hatırlamalardan yola çıkıp bilgi de veren köşe yazıları yazabilirim. Şimdi böyle bir hedefim de var. Romanın sonuna geldiğimde bitmemiş olduğu hissine kapıldım. Anne’nin ardından kızın hikâyesi devam edecek mi? Tabii, devam edecek, benim öyküm devam ediyor. Ama devamı ne zaman yazılacak onu bilemem. Belki yıllar sonra... Zaten romanların her birinin gerçek sonu var mıdır ki? ? Fiyonklu İstanbul Dürbünü/ Gül İrepoğlu/ Doğan Kitap/ 320 s. Gül İrepoğlu mini şortuyla Londra’da (en solda) lacivert mantosu, eteğiyle. En sağda ise lise yıllarında. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1009