03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

"Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler" denirmiş Çingene lanetinde. Ayşegül Devecioğlu, yeni romanı Ağlayan Dağ Susan Nehir'in (Metis yay.) ilk sayfasına almış bu sözü. Ne kendi halkından ne de diğerlerinden olmadan bu dünyadan göçüp giden, kendi kimliğinden kaçmaya çalışan bir Çingenenin hikâyesini anlatacağını söylüyor yazar. Metin CELAL Okuduğum Kitaplar düzyazının birlikteliği… Ağlayan Dağ Susan Nehir, "ben Çingene'yim, sana yalnızca duymak istediğin hikâyeyi anlatırım" diye söze başlayanların geçmişten bugüne, göçebelikten yerleşikliğe evrilen yaşamlarını tanımak için iyi bir vesile. ÖNERİLER SEÇME HİKÂYELER Mehmed Rauf'u Eylül romanının yazarı olarak tanırız. Serveti Fünun edebiyatı romancılarındandır, bilinen önemli isimlerdendir ama günümüze pek fazla eseri gelmemiştir. Oysa Türk edebiyatının önemli isimlerindendir ve onun hayat hikâyesi bile başlı başına bir romandır. Bohem hayatı, evlilikleri, yasak aşkları, başına gelen felaketler… Mehmed Rauf, 1875'de doğmuş, ilk hikâyesini on altı yaşındayken Halit Ziya Uşaklıgil İzmir'de yayınlamış. 1901'de yayınlanan ilk romanı Eylül, psikolojik roman örneği olarak büyük ilgi toplamış ve belki de bu ilgi halesi nedeniyle diğer romanları ve özellikle hikâyeleri gölgede kalmış. Oysa yazarın yayınlanmış on romanı ve dokuz hikâye kitabı var. Rahim Tarım, Mehmed Rauf'un hikâyelerinden tüm dönemlerini gözeten ve örnekleyen geniş ve iyi bir seçme yapmış. Seçme Hikâyeler'de (Özgür yay) yer alan hikayeleri okuyunca Mehmed Rauf'un hikâyeciliği hakkında bir kanıya sahip oluyorsunuz. N aciye Abla'nın hikâyesi aynı zamanda göçerlikten yerleşikliğe evrilen Çingenelerin de hikayesi. Anlatıcı bu hikâyeyi, adı eskiden "Ağlayan Dağ" anlamına gelen bir Balkan kasabasından anlatıyor. Yani Naciye Abla'nın hikâyesini ikinci elden, bir dış göz yardımıyla okuyoruz. Yazarın bir aktarıcı olarak konumlanması yabancılaşma duygusu yaratıyor. Aynı zamanda da yazara bir kolaylık sağlıyor, klasik roman yapısına sadık kalmadan, anlatımda bir doğrusallık izlemeden bir anlatı kuruyor. Çünkü Naciye Abla tüm hikâyeleri yalanla gerçeği birlikte yoğurarak anlatıyor. Bu Çingelenelerin kendilerini savunma mekanizmaları, hiçbir zaman tam anlamıyla doğruyu söylemiyorlar. Gerçeği anlatmak yerine dinleyicileri nasıl hikâyeler bekliyorlarsa öyle hikâyeler anlatıyorlar. Bu öyle bir alışkanlık ki, hemen her konuda karşılarındaki dinleyiciyi memnun etmek için yalan söyleyiveriyorlar. "Yalan", sürekli değişen hikâyeler, anlatıcı açısından gerçeğe ulaşmada önemli bir engelse de bir yandan da anlatının çekiciliğinin kaynağı da oluyor. Naciye Abla'nın hikâyesi devamlı değişiyor, gelişiyor ya da farklılaşıyor. Naciye Abla'nın kimliğinden kaçmaya başlaması, anlatıcının ailesinin yanında çalışmaya başlaması ile birlikte gelişen bir süreç. İyi, dürüst ve eğitimli insanlardan oluşan bu aile bilerek ya da bilmeyerek kendi değerlerini Naciye Abla'ya aşılıyor; "her davranışımızla aramızda barınabilmesinin, sevgi görebilmesinin tek yolunun bize benzemek olduğunu ima ediyorduk. Var gücümüzle onu değiştirmeye çalışıyorduk". Bu yerleşik Türk ailesinin tüm alışkanlıkları, gelenekleri aslında Naciye Abla'nın Çingene kimliğine aykırı. Ama bu aileyle birlikte yaşaması, dolayısıyla toplum içinde varolması için onların değerlerini kabul etmesi, en azından kendi kimliğini elinden geldiğince silip yok etmesi gerektiğine inanıyor, öyle davranıyor; "göbek atmıyor, pembeyi hiç sevmiyor, annem gibi mavi ve lacivert renklerini beğeniyordu. Yalnızca Klasik Türk müziği dinler, Türk filmlerini tıpkı annemle babam gibi çok saçma bulur, yabancı filmleri anlam veremediğimiz bir imanla seyrederdi." Naciye Abla, ne denli uğraşsa da kendini değiştirmeyi başaramıyor, sonuçta aile içinde o Çingeneliği ile seviliyor. Anlatıcımız da küçük bir kızken Naciye Abla'nın ellerinde, onun masalları ile büyürken onun alışkanlıklarını ediniyor; Sıkıldıkça eşyaları bir odadan diğerine taşımak, batıl itikadlar, otlarla yemek yapmak, pılı pırtı toplamak, bohça yapıp göç etmek, hayatını korumak için yalan söylemek… Naciye Abla'nın anlattıklarının ne kadarının doğru olduğuna karar vereme Ağlayan Dağ Susan Nehir Göçebelik değil yerleşikliktir Çingene'nin düzenini bozan, kimliğini yitirten ve nihayetinde asimile eden. Ayşegül Devecioğlu, zaten kırılmalarla ilerleyen anlatıyı sonuna doğru, üçüncü bölümden başlayarak kasti yaptığını düşündüğüm bir hareketle tekrar tekrar kırıyor. Anlatıyı yazdığı/anlattığı Balkan kasabasında yaşadıkları, eski arkadaşı Ekin'le karşılaşıp Çingeneler hakkındaki sempozyuma katılması, Kakava şenlikleri, birbirine eklenen masallarla gelişen anlatıyı romanlıktan çıkartıp anıya, edebi gezi yazısına doğru evrimleştiriyor. Roman olmanın gerektirdiği yapı kurulmuyor. Kitabın dördüncü bölümü, "Darbukacı Ördek ve Bisiklet Hırsızlarını" anlattığı yerden itibaren başlı başına bir roman olabilecek nitelikte. Basri'nin sinema tutkusu, Çirkin Kral Yılmaz Güney'e bağlılığı, onu hapisten kaçırma planları, filmlerde küçük roller kapması, devrimci bir örgüte katılması, nihayetinde oğlunu almak amacıyla Maraş'a gitmesi ve 1978 Maraş Katliamı'nın ortasına düşmesi daha ayrıntılı olarak ele alınıp anlatılsaydı iyi bir roman olurmuş. Bu bölümde küçük bir ayrıntıya takıldım. Anlatıcı zamanın sağ örgütlenmesini "Türkeşçiler" diye niteliyor. Oysa o zaman çok daha net ve keskin bir ayrım vardı; Solcular sağcılara göre "Komünist"ti, sağcılar solculara göre "Faşist". “Türkeşçi” diye bir sıfat hiç duyulmadı. En nazikanesi "Ülkücüler"dir ki, bunu sağcılar kendileri için söylerlerdi. Yine, Maraş Katliamı sırasında Alevi mahallesine ve ardından Çingene mahallesine saldıran caniler "Başbuğ Türkeş" diye bağırıyor anlatıcıya göre. Bu da bence, inceltilmiş, yumuşatılmış bir slogan, doğrusu "Kahrolsun Komünistler!", "Komünistler Moskova'ya!" gibi sloganlardır. Camilerden çıkan halkı birleştirmek için de “Başbuğ Türkeş” diye bağırmak yerine tekbir getirmeyi tercih etmişlerdi. Ağlayan Dağ Susan Nehir, ne kadar roman, ne kadar anlatı, ne kadar izlenim ya da belgesel diye aldırmadan okunması gereken bir kitap. Biçime takılırsak pek fazla ilerleyemeyiz. Üzerinde çalışılsaydı en az iki roman çıkacak bir malzeme. Ama yazar tercihini yazdıklarını böyle bırakmak yönünde kullanmış. Romanla denemenin, romanla EDEBİYAT ÜZERİNE DENEMELER yen anlatıcı, gerçek hikâyeye ulaşmak arzusu ile Edirne'ye Çingene mahallesine gidiyor. Amacı, orada yaşayıp ölen Naciye Abla'nın hikâyesini yakınlarından dinlemek. Burada anlatıya ansiklopedik Edirne bilgileri ve Edirne Çingeneleri hakkında yazılmış bir kitap giriyor. Yani anlatıcı gideceği yer hakkında bir araştırma yapıyor ve bunları bizimle paylaşıyor. Edirne ve mahalle hakkındaki gözlemlerini de paylaşıyor. Böylece anlatı romandan belgesele doğru kayıyor. Anlatıcı, mahallede bulunduğu süre boyunca da bir çok sosyolojik gözlem yapıyor ve biz okurlarla paylaşıyor. Çingeneler sırlarını yabancılara açmayı sevmiyor. Anlatıcımıza karşı da çok farklı davranmıyorlar. O bir misafirdir ve gönlünün hoş tutulması, gerçeğin değil beklediği gibi hikâyeler anlatılması gerekmektedir. Anlatıcı bu durumu "Çingene'nin yalan tiyatrosu" diye adlandırıyor. Kitap boyunca, hemen her hikayeyi anlatmaya başlarken de Çingenelerin bu özelliğine vurgu yapıyor. Sanki yanıltıldığının farkında da bari okurlar yanılmasın demekte. Çingenelerin kendi varlıklarını korumak amacıyla uydurdukları masallar, efsaneler, mitler ve gelenekler ne kadar yalan olsa da bir yanıyla da gerçekleri barındırır içinde. Tam olmasa da hayatlarının kapısı aralanır anlatıcıya. Yerleşikleşmiş çingenelerin neler yaşadıklarına şahit oluruz. Asıl lanet şimdi yaşanmaktadır. Suut Kemal Yetkin, 1940'lardan itibaren sanat ve estetik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınmış bir yazar. Üniversitede estetik ve sanat tarihi öğretmesinin, bölümler kurmasının yanı sıra bir çok esere imza atmış, önemli çeviriler yapmış. Deneme türünde yazan nadir yazarlarımızdan. Bir dönem eleştirileriyle de edebiyatta belirleyici olmuş bir sanat adamı. Açık ve aydınlık anlatımıyla tanınıyor. 1980'de kaybettiğimiz Yetkin, sanatın bir çok konusunda ufuk açıcı eserler vermişti. Palme Yayınları, Suut Kemal Yetkin'in bütün eserlerini yayınlamaya başlamış. Estetik Doktirinler, Büyük Ressamlar ve Edebiyat Üzerine Denemeler ilk üç kitap. Edebiyat Üzerine Denemeler'de şiir, roman, hikâye, eleştiri üzerine denemeler var. Bu kitaplar önemli bir sanat adamı ile yeniden tanışmak için iyi bir fırsat. ? KİTAP SAYI 898 SAYFA 14 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle