Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? şımıza. Anlatıcı, yeniyetmeliğinin belki de en ayırıcı günlerinden kesitler getirirken geri dönüşlerle, ileri sarışlarla daha da hareketlendiriyor bunu. Roman, çok güzel bir giriş eşliğinde yeniyetme anlatıcının, arkadaşlarının Beyazıt Kulesine tırmanışlarıyla başlarken bu arada biz, savaş ekonomisi, ürküntüsü, tedirginliği içinde yaşayan ülkeye, toplumumuza, ama bu arada tüm dünyaya, insanlara bakma fırsatı da buluyoruz. Bir insanın erişkinliğe geçme savaşımının anlatısı olarak da nitelenebilir roman. Batık Bir Gemi’de ise anlatıcı, herhangi kurguya girmeksizin doğrudan kendi geçmişine dalar, kıyısından köşesinden sıçramalarla yaşamını deşip ortaya serer, bu yaşanmışlıkları, yaşantı öğelerini deyiş yerindeyse yeniden düzenlemeye girişir… Ancak anlatım, ikinci tekil kişi olarak sevgiliye yönelik seslenimlerle de bezelidir, üstelik ne de yakışmıştır bir romans havasında yapıta bu. Öte yandan Düş Ekmeği ile Batık Bir Gemi’de anlatıcının cinsel erginliğe ulaşması sürecinde yaşadıklarına yönelik örtüşmeler üzerinde özellikle durulabilir. Bir çalım Fellini sinemasından uzak esintiler taşıyan kimi bölümcelerin, romancılığımızda çok özgün bir yere sahip olduğu kanısındayım ben. Ama kim ayırdında peki Şükran’ın? Yetişkin kadın olarak küçük anlatıcıya yaptığı yol göstericiliğin? Bunun bir değişkesi bağlamında Batık Bir Gemi’de karşımıza çıkan Zekiye’nin ya da öteki kadınların? Bu üç romandaki anlatıcıların da, Oktay Akbal’da öne çıkan genel “anlatıcı” karakterinin değişkesi olduğu, sonuçta tümünün birer Akbal kopyası sayılacağı gibisinden bir sav, daha işin başında zeminini yitiriyor bana göre. ROMANDA ELÖYKÜSEL ANLATIM... Gelelim elöyküsel anlatımla kurulmuş öteki ikisine Garipler Sokağı ile Suçumuz İnsan Olmak romanlarına. “Garipler Sokağı”, adı üzerinde, romanda bir sokak adı. Roman evrenindeki yerleşimi bağlamında bir çalım tiyatro sahnesini anımsattığı söylenebilir sokağın. Evleri, insanları, kahvesi, camisi, mezarlığı, sokak çevresindeki yaşama biçimi, ikinci savaşın yıkımını yaşayan kentleri, yoksul semtleri çağrıştırıyor sanki, savaş sonrası İtalyan sinemasından çıkagelmiş gibi… Bin nakışlı ışıkların oynaştığı bir sokak bu; evlerdeki insanların iç dünyasından, dışla bağlantısından, eviş yaşamından kesitlerle… Derken bir gün üniversite öğrencisi Salih gelip bir oda kiralar sokakta. Ama Garipler Sokağı’nda yaşayan insanlardan farklıdır. Sonrasında karşılıklı etkileşim, değişim boyutunda romandaki akışı izleriz. Oktay Akbal Suçumuz İnsan Olmak’ta bu kez de çözümsüz aşkları odaklıyor denebilir. Nedim’le onun ta liseden aşkı evli Aysel, apayrı evliliklerde yaşamlarını çürüten Nuri’yle Nedret’in birbirine duydukları içten aşk… Her zamanki gibi yine lekelemelerle giriyor anlatısına Oktay Akbal. Net çizgili anlatımlardan kaçınıyor sürekli. Suçumuz İnsan Olmak, bir Ankara romanı aynı zamanda. Geçen haftaların birinde Ankara romanları üzerinde durmuştum “Kitaplar Adası”nda. Bu roman da 1950’ler yaşamından getirdiği kesitlerle onlar arasında yer alabilir elbette. Nitekim 1950’ler Ankara’sına, başkentin toplumsal yaşamına, kültürel alışverişiyle sanat etkinliklerine özgülenmiş, başkentin, kentleşmenin, cumhuriyetin bireyine eğilen, özgür kentlilerin, yurttaşların odaklandığı bir roman Suçumuz İnsan Olmak. Sinemalar, kitabevleri, pazar yerleri, devlet daireleri, radyolar, gramofonlar, giyim kuşam, yaşam biçimi, gazete romanları, radyo da temsil saatleri, sanat ortamları, kentteki entelektüel yaşam… Oktay Akbal yine yapayalnız, içlerinde kendi aşklarını yaşayan kahramanları anlatıyor bize. Kavuşamamanın derin hüznü, fakat arabesk tadı; özlemle buluşmanın mutluluğu, ama yavanlığı arasında çok farklı bir denge yaratmaya girişiyor her kezinde. Bu iki romanda özöyküsel anlatımlara rastlanmıyor, dolayısıyla anlatıcılarla karşılaşılmıyor diye şimdi kalkıp Oktay Akbal’ın bunları verimlerken özyaşamsal kökeninden, yaşantı öğelerinden yararlanmadığı öne sürülebilir mi, olası mı bu? Bu iki romanın da en az ötekiler kadar böyle bir dayanağa yaslandığı savlanabilir kolayca. Ne var ki bizde kimileri, romanları görünen yüzleriyle, hep yuvarlamayla alma eğilimi içinde. Anlatıcı çözümlemesine gitmeden, bunun gerek roman gerekse öykü evrenlerindeki yerlerine değgin saptamalarda bulunmadan bu konuda bir yargıya varmanın olanağı var mı sizce? Nitekim Oktay Akbal, bir yazısında, “Yaşantımız mıdır yazdıklarımız” diye sorup ardından ekliyor: “Anılar yerinde durmaz. Bir ordadırlar bir burda.” Oktay Akbal’ın bütün anlatıcılarının ortak bir karakterden pay alarak öykü kişilerine ya da roman kahramanlarına dönüştükleri söylenebilir elbette. Onların genel olarak ortak kişilik yönleri de çıkarılabilir. Yalnızca romanlarından örneklenebilecek birkaç tümce, bu ortak anlatıcının kimliğini ele vermeye yetecektir: “O bir yabancıydı. O insanlarla ne konuşabilirdi?” (Garipler Sokağı, 27); “Vitrinde kendini görüverdi birden. Başka bir insan vardı karşısında. Yabancı biri.” (Suçumuz İnsan Olmak, 42); “Kendimle karşılaşıyorum her adımda. Hem tanıdık, hem yabancı bir varlık bu.” (İnsan Bir Ormandır, 43); “Ben, hep içinde olduğum anın dışındayım nedense…” “Bir evren kurmuşum, orada yalnız başıma yaşıyorum.” (Düş Ekmeği, 17,78); “Kendi karanlığım…” “İçim boşalmış gibi.” (Batık Bir Gemi, 34,43) Bu “yabancı” yerli yerine oturtulmadan, onun sonsuzca uzanan yalnızlaşma süreci bilinmeden Oktay Akbal anlatıcılarını temellendirebilmek olası mı? Kent kopuğu yalnız genç bireyleriyle, onların karşılık görüp görmedikleri o kadar da önem taşımayan aşklarıyla, kent dokusunu oluşturan farklı katmandan insanlarıyla, roman evrenine yayılmış tabuların ortadan kalktığı, dogmaların kırıldığı kentleriyle Oktay Akbal, modern romanımızı yapılandıran az sayıdaki yazarımızdan biri. Batı biçemli romanın bizdeki en temel örneklerinden, öncülerinden sayılabilir bu nedenle Akbal. Birey yalnızlığı, yabancılığı, mutsuzluğu, derinlerdeki kaygı, ama yine de iyimser yanıyla önemli konumda bir romancımız o. Bunun ayırdına ne zaman varacağız biz? Bütün bunların yanında “cumhuriyeti sevmek” anlamına da geliyor aynı zamanda onun adı! Gelin sözü Oktay Akbal’a bırakalım burada: “Kardeşimdir ‘Cumhuriyet’. Küçük kardeşim… Altı ay benden genç… Yaşam boyu her 29 Ekim günü yaşadığım bir duygu. Kimi zaman sevinç, çoğu zaman da bir düş kırıklığı. Nerden geldik, nereye vardık üzüntüsü!…” “Gözler önünde cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı yaygınlaştırılıyor!.. Bu ters gidişi seyretmekle mi yetineceğiz? Bu gericilik çanlarını duymaya sürgit katlanacak mıyız?” Evet, romanımızın değil yalnız, cumhuriyetimizin de toprağı, suyu, soluğu Oktay Akbal. Topraksız, susuz, soluksuz kalmayın!? 924 SAYFA 27 CUMHURİYET KİTAP SAYI