23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çetin Yiğenoğlu'nun doğduğu topraklara yönelik, üretilmiş her ne varsa tümünü kucaklayıcı, üstelik soyutlayımın haddesinden geçirip dönüştürerek verimlediği bir roman Haydar'ı Öldürmek. Ç etin Yiğenoğlu'nun Haydar'ı Öldürmek (YKY, 2005) adlı romanını, dosya halindeyken okumuştum ilk kez. Denizli'deydim daha. Yiğenoğlu, telefonla dosyasını okuyup okuyamayacağımı, eleştirel değerlendirme yapıp yapamayacağımı sormuştu. Olumlu yanıt verince de 25 Şubat 2003 tarihli mektubuyla dosyayı adresime göndermişti. Hasır altı edilmesi olanaksız ilginç bir roman olduğu yönündeydi ilk kanım. Ne ki üzerinde çalışacaktı daha romanın yazar, bu nedenle üçte birlik bölümünü okuduktan sonra aldığım notlarla birlikte dosyayı geri gönderdim yazarına. Bu sırada Denizli'den İstanbul'a geçmemi zorunlu kılan bir süreci de yaşıyordum. Ev eşyası olsa kolay, binlerce kitap, dergi, gazete, sonra arşivimin on yıllara yayılan belgeleri, gereçleri. Kolay olmuyor bu işler. İstanbul'da da sürdü Yiğenoğlu'yla ilişkimiz. Değerlendirmem doğrultusunda gözden geçirdiğini söylediği yeni kopyayı gönderdi. Ancak bu arada basım için de geri sayım başlamıştı anladığımca. Son olarak yayın öncesi provasını da iletti çabucak ya, fırsat doğmadı bir türlü okumaya… Haydar'ı Öldürmek yayımlandı, ama Çetin Yiğenoğlu da aramadı beni bir daha. Bin yıl düşünsem, bu olasılık gelmezdi usuma. Alındıysa neden? Dosyasına ilgi göstermediğimi ya da yayımlanan romanı üzerine yazmadığımı düşündüğü için mi? Alınmışlığı, 411 Haziran 2007'de çağrı üzerine gittiğim Adana 14. Altınkoza Film Festivali’nde bilincime vurdu diyebilirim. Öykücü Süreyya Köle'nin rehberliğinde belgesel sinemacı bir kucak arkadaşımla Seyhan baraj gölü kıyısında oturuyorduk bir akşam. Çetin'le ilişki kurmayı denemiştim Hüseyin Ferhad'ın işyerinde, Ömer Tuncer'le birlikte. Süreyya Köle, Çetin Yiğenoğlu'nu buldu o akşam. Ama almaca yönelirken ben, yanıt romanı kadar çarpıcıydı yazarın: “Meşgulüm!” Kızmadım desem yalan olur, söylendim de. Süreyya kadar BSB'den arkadaşlarım da tanık buna. Hiçbir yazarın kitabına karşı ilgisiz durmadım bugüne dek oysa ben. Öykülerimi, romanlarımı, oyunlarımı, onların üvey anaları gibi kendi zavallı dosyalarına kilitleyip başkalarının yazdıklarına emek verdim ter döktüm, Memet Fuat ahlaksallığının ardılı olarak… Ahh, başkaları için çabalamaktan kendilerine emek veremediğim dosyalarım, beni bağışlayın n'olur, olmaz mı? DAĞLAR, ORMANLAR, OBALAR... Haydar'ı Öldürmek, kurmaca bir yapıt elbette. Ne ki gerçek adların sarmalındaki evreninden ötürü, bir yanıyla “belgesel roman” nitelemesini de hak ediyor bana göre. Adana'da bir yerel gazetede adliye muhabiri olarak çalışan Çetin, İbrahim Sarıibrahimoğlu'nun “Günaydın Dedi Ölüm” adlı roman dosyasını okuduktan sonra, geçmişte işlenen Haydar cinayetiyle yakınlarda işlenen bir dizi cinayet arasında bağlar kurar, ilgi duyup bunu araştırmaya girişir. Adanalı yazar Sarıibrahimoğlu'nun yayımlanmış romanları vardır ya, “Günaydın Dedi Ölüm” “yayımlanma(mıştır) hâlâ.” (12) İbrahimoğlu'dan söz etmesi bile (Özellikle 11 vd.) romanın “belgesel” nitelemesini hak ettiğini gösteriyor. Böylece bir başka yazarı, romanıyla kurgusu içine alan yazar, kuşkusuz kendi açılımları doğrultusunda farklı evrenlerle, M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Roman Zamanı “Haydar’ı Öldürmek” ya da ormanı dönüştürmek bunların yayıldığı düzlemlerle örüntülüyor yapıtını. Bu da kitaba taze hava kazandırıyor denebilir. Sarıibrahimoğlu, figüran olarak kalmıyor romanda. Örneğin kendini sorgularken Gazeteci Çetin yazarla konuşuyor: “Nasıl yazıyorsun?”/ “Sizi izleyerek, sizinle söyleşerek, sizin yol göstericiliğinizle.” (42) Bu arada yazar Çetin Yiğenoğlu düzlem kaydırabilecekler için önceden önlem alıyor gibidir sanki bir çalım: “Günaydın Dedi Ölüm, enikonu bir romandı. Bir kurgusal gerçeklik. (…) Oysa burda gerçek bir cinayet söz konusu. (…) Yazacağım bir rapor olmalı, evet. Roman moman yazmaya kalkmanın gereği yok. Olmadık iş açılır yoksa başıma. Şimdi, bazıları çıkar biraz mitin, biraz epopenin yanı sıra polisiye öğeyle konusal gerilim yaratmakla suçlar. Biraz vicdan sahibi olanlar aşırı etkilenmeyle suçlarken kimileri intihalle bile suçlayabilir.” (23) Çetin Yiğenoğlu, arkaik, ilkel, ritüellerle sarmaş dolaş bir roman evreni kuruyor daha ilk sayfalarından başlayarak. Çok hızlı tartımla, üstelik birbirine akarak değil birbirinden katla ayrılan hızda, sertlikte, vurguyla başlıyor romana. İyi bir roman girişi bu. Böylelikle daha işin başında en zor aşamasını atlamış oluyor hemence. Sonra birden kendimizi dağlar, ormanlar, obalar arasında onların gerçeklikleriyle sarmalanmış buluyoruz. Tahtacı, Alevi Türkmenlerin, Toroslardaki sedir (katran) ağaçlarından kalkıp söylenler, türkülerle, masallar, anlatılarla ritüelden gerçekliğe ormanı nasıl dönüştürdüklerine, yaratıp yaydıkları kültürün nasıl bir büyüyle karıldığına, bütün bu olgusal, ekinsel gerçekliklerin Toroslara yaraşır bir tülle nasıl çevrildiğine tanıklık yapıyoruz. ROMAN KİŞİSİNDEN SÖYLEN KAHRAMANINA... 1950'lerdeki toplumsal dönüşümün eşliğinde, Ayvagediği köyünün kahramanı, orman işçisi, güreşçi, avcı, binici Haydar, bir aşk ilişisinin kurbanı gibi öldürülmüş görünse de bunun arkasında ne gibi çıkarların yattığını, ama sonrasında gündelik yaşamın akışı içinde, halkın onu nasıl söylenleştirdiğini, bu söyleni hangi kültürlerin beslediğini, bunun Gılgameş, Enkidu, Humbaba'ya dek nasıl götürüldüğünü görüyoruz. Gerçekten Haydar'ın ölümüne gerekçeler, nedenler ararken köylü söylenlerle harmanlar bunu: “Haydar, Ali'nin arslanlarından biridir.” (155) Söylen yaratma gereksinimi de denebilir buna. Yazarın, gazeteciye söylettiği, “dağlar insanoğlunun sığınağıdır, ana kucağıdır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur” sözü 922 de (102) eklemlenebilir bu olguya. Bu çerçevede budunbilimsel değerlerle örtüştüğü gözleniyor romanın. Ne var ki bu arada otoban yapım çalışmalarından ötürü durma parçalanmakta, yok edilmektedir aynı zamanda Toroslar. Yazarın Haydar'la “katran ormanında ölümsüzlük arayan” Gılgamış arasında koşutluk kurması da ilginç. Buna arkadaşı, atı vb. öteki öğeler de eklenebilir. Toroslardan söz ediş giderek dizgeli biçimde Toroslar bütünlemesine evriliyor. Bu çerçevede Toros, söylenceleriyle birlikte olgusal, tarihsel gerçeklikleriyle önümüze geliyor. Ayvagediği de bir Toros köyü olarak bunu taçlandırıyor. Yazar, bütün bunları biçimlendirişinde geri dönüşler, ileri sarışlar, yavaşlatıp bulandırmalar, bilinç akışına benzer sislemeler türünden çeşitlemelerle romana akışkanlık kazandırırken gazeteci Çetin'in “düşsel sıçramaları” da (41) buna eşlik ediyor sık sık. Kaldı ki yazar, romanını yapılandırırken, üstelik çok açık biçimde Márquez'den, polisiye romandan, bunların yazarlarından esinler getireceğini duyuruyor bize. Tüm romana yaydığı kuşku tohumları, serptiği belirsizlikler bunun örnekleri… Çetin Yiğenoğlu Ancak polisiye roman örgüsü güçlü, baskın bir hava yaratmakla birlikte toplumsal doku zedelenmiyor hiçbir zaman. DİLDEKİ ÇOĞUL DÜZLEM Yazar üç düzlem, üç dil çıkarıyor önümüze: 1.Anlatıcı gazetecinin roman evrenine yönelik ilgisinin körüklediği düzlem, 2.Anlatıcı gazetecinin kendisini roman kahramanı olarak yerleştirdiği düzlem, 3.Anlatıcı gazetecinin yer almadığı, elöyküsel anlatımla sunulan düzlem. Yazarın bu üç ayrı düzlemde, birbirinden farklı anlatım kurmaya, bir dil var etmeye; roman evrenini buna dayandırarak yapılandırmaya giriştiği görülüyor. Roman, farklı düzlemlerde,başka başka boyutlarla örüntülenirken dil de bununla uyumlu açılım sergiliyor. Bunda üç ayrı sunum görülüyor: 1.Gazetecinin anlatıcı olarak aktardığı dil.,2.Anlatıcının, romana, roman kahramanı olarak katıldığında kullandığı dil, 3.Oba dili. Bu üç dilden ilki merak öğesini kendine temel alıyor, ikincisi büyüyle gizi, üçüncüsü söyleni, sözlü anlatı geleneğini. Öte yandan bunların birbirine ustalıkla giriştirildikleri, katıştırıldıkları seziliyor. Özellikle oba dilinin bana çok ilginç geldiğini söyleyeyim. Yaşar Kemal'den, Osman Şahin'den farklı bir anlatım bu. Ancak kimileri çok fazla yerel sözcük kullanıldığını öne sürüp yadırgayabilir bu anlatımı. Ama sözlüğe gerek görmeden yuvarlamayla anlaşılıyorsa sözcükler, olduğu gibi de aktarılabilir herhalde. Oba dilinin, bana ilginç gelişi üzerinde durayım biraz. Yalnız söylene, sözlü anlatı geleneğine yaslanması değil dili ilginç kılan. Aynı zamanda büyük bir budunbilimsel değer de taşıyor bu dil. Ritüeller, tapınımlar, doğayla, toplumla ilişkilenişler vb. Roman, bu açıdan da önem taşıyor böylece. Ötesinde Yaşar Kemal'de görüldüğünce toplumun söylen yaratma yönsemesine de önemli yer açıyor. Ayrıca roman, yazınsal değeriyle de önemli. Bunda, kullanılan yerel dilin, olgusal yanından çok soyutlamalı, dönüştürümlü yapının öne çıkarılışı büyük rol oynuyor. Ne var ki yazarın, zaman zaman halk ağzıyla karışık bir şairaneliğe saptığı da görülmüyor değil. Tek örnekle yetineyim: “Artık o gün de katran ormanının sonsuz karanlığında saklanan uzak zamanlara ait gizlerin üzerindeki pürleri kaldıramayacağımı düşünüyordum.” (223) Yukarıdan bu yana anlattığım dil, halkın kullanmalık diline değil de yapıtın yazınsal iklimini dokuyan temele yaslanıyor. Ama yazarın zaman zaman söylemci, anlatımcı bir tutum sergilediğine de tanık oluyoruz. Romanın tam da ortalarında su yüzüne çıkarılan HaydarGülsümMusa üçgeniyle HaydarEmin Ağa'nın kızı Moza Bey (Zeynep) ilişkisi elbette gecikmeyle verilebilir, ancak gazeteci Çetin'in, işin en başında bunu düşünmemiş olması, olasılıkların tümü üzerinde dururken, aşk gibi bir olasılığın üzerine gitmeyişini nasıl karşılamak gerekir? Öyle ya, ne ölçüde inandırıcı olabilir bu? Emin Ağa da Gülsüm'e ilgi duyarken üstelik? Nitekim roman, yarısından sonra bir yarılmaya uğruyor da denebilir. Ağayla ona karşı aşk, yiğitlik odağında diklenen kahraman arasında bir kavgaya, çekişmeye dönüyor. Bu çerçevede romanın ilk bölümünde yazar tarafından roman evrenine yerleştirilen ne denli öğe, veri varsa soluyor, silikleşiyor. Yazar, anlatısında bir gizi, daha doğrusu birbirine eklemlendirilmiş bir dizi gizi ustalıkla gezindirirken çok başarılı. Bu yalnız polisiye havası vermekle kalmıyor romana, yanı sıra havalandırıyor da onu. Romana akışkanlık, yükseklik, ferahlık sağlıyor. Çetin Yiğenoğlu'nun doğduğu topraklara yönelik, üretilmiş her ne varsa tümünü kucaklayıcı, üstelik soyutlayımın haddesinden geçirip dönüştürerek verimlediği bir roman Haydar'ı Öldürmek. “Ağıtçı, hikâyeci” Hürü de bu bağlamda alınabilir pekâlâ. Hürü'nün anlattığı “Katran Efsanesi” bölümcesi (38 vd., 63 vd.), geleneksel öykü anlatıcılarının aktarımı bağlamında genç öykücüler için de ilginç olmalı. Bütün bu niteliklerinden ötürü romanın önünü açmak gerekirken tam tersine bugüne dek yeterince görülmemiş, üzerinde durulmamış olması bile şaşırtıcı geliyor bana. Ya Adanalılar? Onlar biliyorlar mı böyle bir romanları olduğunu? ? SAYFA 37 CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle