05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? nim için. Zaten bu arada, Cumhuriyet gazetesinin kültürsanat sayfasında yazılar yazmaya başlamıştım. Ama, Akademi Ödülü, bir sorumluluk da yükledi bana; daha iyi, daha güzel öyküler yazma sorumluluğunu. 1988’de ‘Aynalarda Yaz’, 2000’de ‘Yeryüzü Taksim’ ve yeni kitabınız…Hepsi öykü kitapları, son dönemde her öykücüyü roman katına yolladığımız şu zamanda siz niye öyküde ısrar ediyorsunuz? Sanırım öykünün, özgür, serüvenci, çok anlamlılığa uygun yapısı çekiyor beni. İnsanlığın, bütüncül anlamları yitirdiği çağımızda; parçalanmış zamanın en iyi anlatıcısı gibi geliyor bana. Şiirden devraldığı yoğunluğa hem bir karşı duruş hem de bir sorgulama katabilir öykü. Roman gibi "rasyonel", "açıklanmış", "betimlenmiş" bir dünya kurmak zorunda değil. Günümüzde ahlaksal olarak bir bütünlük endişesinden uzaklaşsa da roman, öykü kadar ‘asi’ , ‘akıl dışı’ gelmiyor bana. Elbette yazar neyi yazmak istiyorsa, tür kısıtlanmasına gitmeden, böyle bir sınırlamadan uzak, en uygun türü, biçimi seçecek, kurgulayacaktır yapıtında. ZENGİNLEŞTİRİCİ ÖĞELER... Ve günümüz öykücülüğü… Genel bir değerlendirme yapmanızı istiyorum, hem bir öykücü, hem de akademisyen olarak. Başlangıçtan bugüne öykü üzerine sistematik bir çalışma yapmadım ben. Söyleyeceklerim tamamen edebiyatta öncelediğim ölçütlere, izlenimlere dayanıyor. Hem bereketli hem de oldukça nitelikli bir öykü coğrafyasında yaşadığımızı düşünüyorum. Türkiyeli öykünün geleneği zengin bir birikim bana kalırsa. Bu geleneğin içine sadece Cumhuriyet döneminde yazılan öyküleri değil, destanları, masalları, halk hikâyelerini yani anlatı geleneğinin zenginleştirici öğelerini de katmak gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca öykünün evrensel ruhuna katkıda bulunmuş çok sayıda öykü yazarımız olduğuna inanıyorum. Günümüz öyküsü de elbette bu gelenekten, birikimden büsbütün uzak değil. Canlı rekabetçi, iyi öyküler yazmaya tutkulu bir öykü ortamı var Türkiye’de. Öykü dergileri, öykü günleri kendi mecrasında akıp gidiyor. Canlı, iletişim kanalları olan bir ortam yaratıyor. Günümüz öyküsünün genel eğilim olarak bir eksiklik barındırdığını düşünüyorum yine de. Hayata, onun değerlerinin dayattığı ve kabul ettirdiklerine dair bir karşı duruşun, bir aykırı dil’in eksik olduğunu seziyorum. Böyle; eleştirel bir karşı duruşun olması gerekir mi? Bana göre, evet! Çağın insan gerçeğine, gerçekliğine, muhalif, sorgulayıcı, didikleyici bir tavrı olmalı bana göre. İdeoloji, mesaj, taraf tutmak gibi kavramları vurgulamıyorum bunları söylerken. Görünen gerçeğin ötesinde görünmeyenleri de merak edip yarattığı insansal gerçeklerle ona işaret edebilmeli sanat, diyorum.Yani insanın özgürleşme ihtiyacına denk düşmeli bir bakıma. Gelelim kitabınıza. Tamiris’i bir özel ad, kişi adı zannediyordum ilk duyduğum zamanlarda. İsmin geçtiği öykü, kitabın ortasında yer alsa da kelimenin anlamı son öyküde karşımıza çıkıyor: İmgelerle savaşıp yenik düşen kör bilici. Bu metoforik tanımı biraz aralar mısınız? İmgelerle savaşan kör bilici, bütün öykülerde dolaştı benimle birlikte, soluk aldı, hem benim hem de öykü kişilerinin imgeleriyle savaşıp durdu boyuna. Görünümlerle hesaplaşmanın bir metaforuydu, Tamiris. Çünkü kördü O. Bir öykü kişisi de sayılabilir pekâlâ. Kimi öykülerde benim yerime geçip baktı öykü kişilerine, kimi öykülerde ise ben, Tamiris oldum, kapattım gözlerimi. Kendi içimdeki imgeleri, insanlığın kolektif imgelerini bulmak için. Günümüzde, bize dayatılan medyatik imgelerin kuşatılmışlığından kurtulmak istiyordum çünkü. Dünyanın bu kaotik ortamında, bize dayatılan ve içselleştirdiğimiz imgelerle, Tamiris’in varlığıyla, CUMHURİYET KİTAP SAYI savaşma gücü buldum. Toplumsal, medyatik imgelerin boyunduruğundan bir ölçüde kurtulmak istedim. Bu mücadelenin göstereni idi Tamiris. Sayfalar ‘tren’ sahnesiyle açılır; makas değiştirip bizi terk eden tren!.. Ben bir metafor olarak düşündüm ilk anda treni! Bir sevgili mesela, onu simgeliyor olabilir mi? İkisi de terk ediyor neticede!.. Yahut, "hoş geldin" denilene mutlaka bir zaman sonra "güle güle" denileceği gibi… (Onur Caymaz’a selam!) Konuyu dağıtmama ramak kala ne dersiniz diye sorayım? Kentin gövdesini hızla geçen trenler savaşa hizmet ederler. Vagonlar, uzak bir hedefe doğru, silah, kan, ölüm götürürler… Küçük bir kentte, tekerlekler, insan gövdesini de ezer geçer. Çünkü kent yaşamının kendisi kanser olmuştur ve hayat narin bir kadının bedeninde, göğsünün üzerinde bir ura dönüşebilir. Anlatıcı da bu urdur artık. Kanser olmuş hayatın kendisidir. Gözler, gözetlemelerde bulunur, anlatır, ‘Raylarda Makas’ öyküsünde. "İstanbul, hüzünlü bir düş evreni artık" diye bir söz yer alır ilk öykü ‘Raylarda Makas’ta. İstanbul’da yaşıyorsunuz, öyküdeki bu cümle size nasıl yansıyor? İstanbul’da yaşamam Türkiye’nin diğer kentlerinin sorunlarına ait farkındalıklar geliştirebilmeme engel değil. Öykü kişisi kadının, korkup kaçındığı her şey olacağa varıyor. Aşk ayrılığa, görev sürgünlüğe dönüşüyor. Mücadele edemeyen kent gibi mücadele edemeyen bir insan o. Sevinçlerini yitiren, arzularını yok eden bir kadın o. Vagonların gizlice, bir suçu ötelere taşıdığı kentte... İstanbul bir düş evreniyse artık, benim için de biraz öyle demektir. Dünyada, Türkiye’de olup bitenler, toplumsal meseleler, İstanbul’da yaşayan bir yazar olarak beni etkiler elbette. Doğaldır ki, dünyanın nereye gittiği, hayatımızı belirleyenler kurcalar kafamı. Elbette bu açılar dünyaya ve hayata baktığım açılar etkiledi yazdıklarımı. Bir karamsarlık, hoşnutsuzluk kuşatıyor metinlerinizi . Ya da bu, günümüz insan yaşantısının sıradanlaşmasına, yazarın bir tepkisi olabilir mi? Hoşnutsuzluk… Dünyanın yaşadıklarından yola çıkan bir gerçeklik olarak var öykülerimde. Ama, içimizdeki renklere, seslere değen, mutluluk an’ları da var. Bir yazarın özgürlüğüdür bu, neyi nasıl anlatacağına, hangi motifleri seçeceğine kendisi ve yaşadığı zaman dilimi karar verir. Yazarın özgürlüğü bir palyaço özgürlüğü değildir çünkü. Ne olursa olsun insanları eğlendirmeye, salt hazza yönelmelerine yarayacak şeyler yazmak zorunda değildir. görme duyusunun boyunduruğunun, bir tür körleşmeye yol açtığını düşünüyorum çünkü. Zihinlerimizi, bilinçaltımızı ve rüyalarımızı bile dolduran imgelerin tutsaklığını yaşıyoruz hepimiz, olup bitenleri, dünyayı ve geleceğimizi görmemeye başlıyoruz. Dünyanın bugünkü temel motiflerinden biri, günümüzü simgeleyecek kelime hız ise, tepkim öyküde bir arka plan olarak yer alabilir ya da orada hız, bir özne haline gelebilir; ‘açık pembe üçgen’ öyküsünde olduğu gibi. Öykülerinizin kendi içindeki türü, psikolojik öykü. Kapalı metinlerle okura göndermeler yapıyorsunuz. Daha doğrusu onları salt okur olmaktan öte düşündüren bir profile sokuyorsunuz… Öykülerinizden genel bir tespiti bu şekilde yapıyorum, katılır mısınız? Öykülerimde, bir psikolojik derinlik olduğu tespitine sevinirim. İnsanı, insan ilişkilerini anlatırken psikolojik derinlik gerekiyor mutlaka. Ama böyle bir öykü türü var mı bilemiyorum. Daha doğrusu bütün edebiyat metinleri için gereklidir böyle bir açılım, diyorum. Öykülerimi okuyanları, bir duyma, sezme, düşünme çabasına çağırmak istediğim, doğru. Öykü yapısının izin verdiği ölçüde, felsefi sorunsallar, toplumsal arka planlar var öykülerimde. ‘ÇINGIRAKLI KAPI’ "Geçmişe dönebilmek isteği…" ‘Çıngıraklı Kapı’dan girmeye çalışanın ‘umut, geçmişe…’ olduğunu söylesem yanılmam, öyle değil mi? Gelecek zamana dair bir umut besleyemediğinde, geçmişe yönelik bir umut geliştirebilir insan. Gelecek umudunun yokluğu, bizi, umudu geçmişte üretmeye yöneltebilir. ‘Çıngıraklı Kapı’daki erkek, yaşamın ağırlığını, kadındaki o yorgun birikimi bilmek istemez görünüyor. Unutmak istiyor, belli ki. Oysa, kadın daha zor unutuyor; çıngıraklı kapıları, oyuncakları, düş kırıklıklarını… Aynı gönderme, ‘Tamiris’in Gözleri’nde de var, dikkat edilirse. Aşkın doğal sonuçlarıdır; aldanışlar, hayal kırıklıkları, ümit, ümitsizlik. Tamiris’in gözleriyle gördüm; orda, bahtiyar kambur’un suretini, yüzyılların bakışı, birikimi vardı çünkü onun gözlerinde. Ölmeye yüz tutmuş aşkın, yerini bıraktığı nefretle, geçmişe yönelik umutla yaşayan kadınlar gördüm orada. Ve onların "ölümlerini"… Şöyle de söyleyebilirim: Kadınlar, aşkta, vazgeçmeyi bilmiyorlardı çokluk. Onların mecazi anlamda ölümleri oluyordu bu… Ama bir de peşi sıra gelen şu cümle bize itiraz eder: "Biliyordu ki kadın umutsuzken değil, umutluyken acı çeker. Gerçeklerden çok düşlerin yıkımı zedeler onu." (s. 29) Kadın ve erkek birlikteliğine, yönelişlerine, çatışma ve buluşma noktalarına göndermeler var, ‘Çıngıraklı Kapı’da. Birlikte yaşamaların sorunları, çözümsüzlükleri var. Kadın ve erkeğin yaşları o kadar önemli değil, isimleri de yok zaten. Çünkü bir ilişkide yaşanması mümkün yönelişler, duygu ve düşünceler sergiliyor ikisi de. Kadın ve erkek buluşmasının, sevgi, cinsellik, arkadaşlık gibi temalar çerçevesinde ortaya çıkan, kör noktaları diyebiliriz kısaca. Kısa veya uzun süreli birlikteliklerde karşımıza çıkan engellerin olduğunu, üstelik bu çatışmaların çoğunun, kişilerden bir bakıma bağımsız olduğunu düşündüm onlarla birlikteyken. Aşklarının, daha başlangıçta, verili koşullara tabii olduğunu, yetiştirilme koşullarının, oradaki duyguların, onları özgürlükten yoksun bıraktığını duyumsadım. Kadın ve erkek ilişkisinin doğasında var bir bakıma yaşananlar. Aşkın doğasında var; hayal kırıklıkları, aldanışlar, ümitlerin yitimi… Kavuşma noktalarında bile bir kavuşamama yaşıyorlar. Belki de çağımızın gerçeğinden kaynaklanıyor bu durum. Hadi, mutlaklaştırmayayım kendi bakış açımı; benim gözlemlediğim her kadın – erkek birlikteliğinde vardı böyle bir yapı diyeyim. ‘Su ile Her Şeye Hayat’ta anlarız ki, geç kalınmıştır artık… İstanbul’da Opera Pastanesi ve Maksem’in bulunduğu Taksim’de, birbirlerini anlayıp anlaşamayan öykü kişileriyle varlık bulan bir öyküden söz ediyorsunuz. Bayan Pisipisi ve madam Anie gibi birbirine ihtiyaç duyan ama ayrı kalan dünyalar, olmamışlık ve karşıtlığa dönüşebiliyorlar. Yakınlaşamamaları bir süre sonra ikisini de kuşatacak bir kaos’a, patlamaya yol açacak. Hem Maksem’in, hem de Opera Pastanesi’nin yer aldığı Taksim’de de olduğu gibi. Sular temizleyip, durulana kadar bir geç kalmışlığı yaşayacaklar. Suyun, öteki olana bakışı temizlemesi gerekiyor. Şimdi, yaşanan, bir patlama ve kaos hali, evet. ZAMANA KARŞI DURMAK Öykülerinizin çoğunda, üçüncü tekil şahıs anlatıcı olarak karşımıza çıksa da, kimi öykülerde sizle karşılaşıyoruz. Bu anekdotu verdikten sonra da soralım, sözün büyüsü bundan sonra nelerle sarmalayacak biz okuru? ‘Kahverengi Öykü’, ‘Tamiris’in Gecesuçları’nın son öyküsü, diğer öykülere ironik olarak bakılmasını sağlamak için, kitabın sonunda yer alıyor. Son cümleye kadar, bir teknoloji bilgisayar eleştirisi gibi gelebilir okuyucuya. "Birçok kez yeniden yazdım öykümü, sonuncusu belleğimden uçup gitmiş. “O satırlar, uçup gitmediğine göre, bir öykü olarak okunabildiğine göre, kayıt ve bellek teknolojilerinde yer almış. Yani, bilgisayar hayatımızda var ve var olmaya devam edecek. Zamanın acımasızlığına karşı koymaya çalışacağız biz de. Soneşik’te olduğu gibi, güzelliklerle, masalla, sözle, sözün büyüsüyle zamana karşı durmak isteyeceğiz. Ben de edebiyatla yapmaya çalışacağım bunu. Bu yüzden, benim için, edebiyat ve öykü hep var olacak. Yaşadığım sürece, güne, zamana, yoksunluklara karşı duran bir varoluş biçimi olarak. Yazmak istediklerimi yazmaya devam edeceğim. Yeni öyküler yazıyorum bugünlerde. Bir de, daha önce dergiler, gazeteler için yazdığım yazıları, gözden geçiriyorum, kitap olarak yayınlatmak üzere... ? [email protected] Tamiris’in Gece Suçları/ Sezer Ateş Ayvaz/ Can Yayınları/ 112 s. SAYFA 5 İNSANLARIN KUŞATILMIŞLIĞI "İnsanların, sessiz ve kıpırtısızca savaşı seyretmesini amaçlayan komite. Dünyanın akıl almaz acımasızlığını hatırlatmak için." Bir tepki de savaşa; ama dolaylı yoldan yine insana, ne dersiniz? Hem güne, hem de günde yaşananlara, insanların kuşatılmışlığına tepki duyduğum doğru. Öykü kişilerimle birlikte, hayatın öznesi olma mücadelesi veriyorum ben de. Satır aralarında dolaşırken onların kıstırılmış durumlarını sezdirmeye çabalıyorum. Çünkü günümüzün trajik kişileri onlar. Durumlarının farkında değiller çoğu kez, kahraman sanıyorlar kendilerini. Oysa, gece, kent meydanı, makas, mızıka, masal, söz, imge, bütün bunlar daha çok anlatıyor hayatlarını. Gecesuçlarına dönüşüyor. Belleğini yitirmiş, kaybetmiş, donup kalmış ‘ birinciler’ var bu toplumda, bir numarayla adlandırılan. Hayat tarafından tutsak kılınmış, başka bir gerçekliğe geçtiğinin ayırdında bile değil. Kendini hâlâ birinci sanmak isteyen ikinciler var. Ya da aşk’ı evlere, kilitli kapılar ardına hapseden ama dünyanın ve yanındaki kadının saçlarının, kurumuş kan renginde olduğunu görmezden gelenler var. Evet, hem dünyaya hem de insan durumlarına tepki duyduğum doğru. Günümüzde, giderek, tek duyunun, 834
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle