05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? maca metinde sunar: “Sonra meraklı bir sesle, hadi söyle bakalım, hikâyenin neresindesin, dedi Haydar. Ben de ellerimi iki yana açarak, bilmiyorum, dedim ona. Ne yani, dedi, sen şimdi yazdığın hikâyenin neresinde olduğunu bilmiyor musun? Evet, dedim, bilmiyorum. Açıkçası kimi zaman ortasında, kimi zaman sonunda, kimi zaman da hâlâ başındaymışım gibi hissediyorum kendimi.” (s.130) Bazen de yazaranlatıcının kendi ayrıksılığını belirleyen kimliktir Haydar, yazaranlatıcının, uzaktan bakıp dahil olamadığı yahut da dahil olmayı istemediği, yabancılaştığı dünyayla bağ kuran, o dünyayı daha da yabancılaştıran öğedir. Yazaranlatıcı, masa başında oturup yazdıklarıyla ilgilenirken Haydar sık sık dış dünyaya açılır, yazaranlatıcının pencereden görüş mesafesi dahilinde takip edilir ve biz aslında yazaranlatıcının dışarı sızan, sızmak isteyen tarafını görürüz Haydar’da. Buradan bakıldığında yazaranlatıcıdan daha cesurdur, yazaranlatıcının zaman zaman olmak isteyip olamadığıdır, mütereddit ruhudur. Haydar, bir kaybolup bir görünen uçucu, akışkan haliyle biraz da uykunun çağrıştırıcısıdır. Yazma süreci, uykuyla bölünmekte ve Haydar ortaya çıktığında bu uyku hali sonlanmaktadır, belki de tam tersi. Haydar’ın grotesk bir öğe olarak tuhaflığı kesindir ama tuhaflığı ile kabul görmeyi de başarmıştır. En başta yazaranlatıcının kendisi, birçok aykırılığına hatta sevmediği tiz çıkışlarına, işine sık sık karışmasına rağmen onu sever, bunu okura sezdirir. Kısacası Haydar’la birlikte yazaranlatıcı, kendi kendini sorgulamakta, yazdıklarına ara verip dışarıda akıp duran dünyayla ilgilenmekte, anlatmanın kendinde yarattığı tortuyu seyreltme fırsatı bulmaktadır. Haydar’ın araya girişleri okur için de bir nefes alma, anlatının yoğunluğundan kısa süreliğine de olsa uzaklaşma fırsatı yaratmaktadır. Tıpkı sinemadaki on dakikalık aralar gibi. Bu on dakika ara, izleyici için neyse bu romanın okuru için de odur. Okur, hem o âna kadar okuduklarını hem yazaranlatıcıyı hem yazaranlatıcının o ânını düşünme fırsatı bulur. Yani aslında bir anlamda okur da romanın döngüsüne böylelikle dahil olur. Okur da artık hem anlatılanların yaşanıp bittiği zamanda hem yazaranlatıcının oturup yazdığı odanın içinde hem uzaklaşıp giden Haydar’ın peşinde hem de bütün bunların dışında, romanı okuduğu mekândadır. Birden çok yerde ama çemberin içindedir. Yazaranlatıcı roman boyunca esas metni kendisinin anlattığını hissettirmekten vazgeçmez. Roman bu yönüyle de yeni bir anlatım tekniğiyle çıkar karşımıza. Yine postmodernizmin açılımlarından biri olarak değerlendirilebilecek bu teknikte yazaranlatıcı, bir tür oyun atmosferinde, asıl metni, kahramanlardan birine kaptırmak istemediği için, kahramanlardan birinin söz alıp anlatmaya başladığı yerlerde sık sık araya girişlerle kendi varlığını, yani asıl yaratıcıyı hatırlatmak ister. Bir tarafıyla da muziptir yazaranlatıcı, duvarın arkasından kafasını uzatıp uzatıp okura orda olduğunu hissettirir. Buradan bakıldığında araya girişlerin, bir yandan da postmodernizmin her şeyi sanatsal düzlemde bir oyun olarak algılama, kurguyu bir oyuna dönüştürme eğiliminin bir yansıması olduğu söylenebilir. Yazar, oyunla hem sonsuz bir özgürlüğün tadını çıkarmakta hem de okurunu eğlendirmektedir. Kahramanlardan birinin anlatmaya başladığı bölümlerde yazaranlatıcının araya girişleri genellikle birer cümlelik kısa hatırlatmalar niteliğindedir. Bu kısa araya girişler, metnin zaman boyutundaki iç içe geçmeyi sağladığı, geçmişin şimdi’ye akmasını, şimdi’nin geçmişle bölünmesine olanak sağladığı gibi okurun üstkurmacadan kopmasını da engellemektedir. KİTAP SAYI Burada gözden kaçmaması gereken asıl yenilik ve ilginçlik ise yazaranlatıcının sözü kaptırmamak için zaman zaman kahramanın cümlelerini bile bölerek araya girmesidir: "...Bir de, akıldan geçen her şey insanoğluna söylenmez evlat, kimi zaman söyleyeceklerini sadece taşlara Karşılarına demir sürgülü bir kapı çıkmış. söyle derdi. Kamçılarını çizmelerine vurup duran ızbandut kılıklı iki adam açmış kapıyı." (s.71) Yazar, romanda, tahkiye geleneğinin klasik kalıplarını da kullanır, bu yanıyla da pek çok özelliğiyle benimsediği söylenebilecek avangardist roman estetiğinden koparak postmodernizmin tam ortasına düşer. Anlatı, sıklıkla "Efendime söyleyeyim, benim bildiğim şu ki" gibi söz kalıplarıyla tatlandırılır. Bu kalıplar, Türk halk hikâyesi geleneğinde olduğu gibi hem anlatıyı masalsı bir tül perdenin ardına doğru itmekte hem de okurda, yazaranlatıcının kaleminden dökülenleri dinliyormuş gibi bir etki yaratmakta, böylece metinle okuru, yazaranlatıcıyla okuru birbirine daha da yaklaştırmaktadır. Okur bir yandan okumanın tadına varırken bir yandan da bilinçaltına ötelediği "dinleme"nin tadını hatırlamaktadır. Dolayısıyla gelenekten beslenme, geçmişin değerlerini şimdi’ye taşıyarak yeniden kurma noktasında Toptaş tam anlamıyla postmodernist bir duruş sergilemektedir. Bu tahkiye kalıplarının kullanımında aynı zamanda bir tür ironiden de söz etmek gerekir. Tahkiye kalıpları, yazaranlatıcının "sen" hitabıyla da birleştiğinde metnin yarattığı "birine anlatılıyormuş" hissi daha da yoğunlaşmaktadır. Ancak bu "biri"nin okur olduğunu iddia edebilmek için yeterli gerekçe de yok gibidir romanda. Buradan bakıldığında "sen" hitabı ve tahkiye kalıpları okuru, yazaranlatıcının hitap ettiği kişi konumuna taşırken zaman zaman da tuhaf bir yanılsama yaratarak okurun etrafına bakınıp "sen" kim sorusunu sormasına da neden olmaktadır. "Sen"in kim olduğunun belirsizliği sanki yazarca planlanmış gibidir. Bununla okurda bir yabancılaşma yaratılmaya çalışıldığı da söylenebilir. olan dünyanın farkına varır. Romanda birebir uyku motifi yer almamaktadır, ancak romanın adına ilişkin belli belirsiz bir gönderme vardır. Yazaranlatıcı, dayısından ve dayısının kendi dünyasındaki yerinden söz ederken konuşmalarının içeriğine dair şunları söyler: " ...sonra bu noktaya değinmişken aslında dünyadaki hiçbir şeyin yok olmadığını anlatır, bunu anlatınca var olan şeylerin bize nasıl yokmuş gibi göründüklerine dair birkaç iddia ortaya atar, sonra bu iddialardan birinin karnını deşerek oradan uyku kelimesini çıkarır, sonra alnını kaşıya kaşıya bir zaman elindeki bu kelimenin genişliğinde gezinir, sonra da aniden susar kalırdı sözgelimi." (s.212) Sözü edilen dayı bu sözleriyle, uykunun bizde bir yanılsama yarattığını vurgular ve var olan şeyleri yokmuş gibi algılamamızın temel nedenini uykuya bağlar. Bunları söyleyen dayı, romanın ilerleyen bölümlerinde tutulduğu hastalık nedeniyle parça parça bu dünyadan gider; ama bu yok olma hali gerçekte bir yok oluş olmaz hiçbir zaman. Sanki dayı, kendi sonunu sezmiş ve bunun bir yok oluş olmadığını anlatmak istemiştir; ancak bunu yaparken yalnızca kendisini değil var olan her şeyi kapsayan bir tez ortaya koymuştur. Dayı parça parça eksilmeye başladığında onu bir hastanede yedinci katın doğusundaki küçük bir odada üç hafta boyunca yatırırlar. Dayının yok olmaya başlaması ve doğudaki bir odada yatması da romanın başlığına bir göndermedir. Bir bakıma dayı, uykuların doğusu adını söyledikleriyle, yaşam hikâyesiyle, parça parça eksilerek bu dünyadan gidişiyle var eden kişidir romanda. Roman, gördüklerimiz oranında uyandığımız tezinden yola çıkmış olmakla birlikte bir bakıma duyduklarımız oranında da uyandığımızı kanıtlar gibidir. Romanın tümüne bakıldığında duyulanların görülenlerden daha fazla olduğu sonucuna varılabilir. Yazaranlatıcı, bire bir gördüklerinden çok aslında birbirine karışarak akan ve kendisine dökülen hikâyeleri, duyduğu hikâyeleri anlatır. ARAYIŞ VE KAYBOLUŞ EKSENİNDE HAZİRAN SOPASI, BERRAK SU İÇMEYEN KUŞ, MIZIKA, RADYO Uykuların Doğusu’nda, yazarın diğer romanlarından da gördüğümüz fantastik öğelerle karşılaşıyoruz. Bunların başında hiç kuşkusuz adının orijinalliği ve nitelikleriyle "haziran sopası" geliyor. Olağanüstü niteliklere sahip bu nesne, romanda savunmasız kişilerin başına gelenleri bertaraf etmeye yarayan bir ata yadigârıdır, kayboluşu da masalsı bir gizem taşır. Haziran sopası, romanda iyileri koruyan sonsuz gücün sembolüdür; ama aynı zamanda bu koruma ya da savunma işini şiddete başvurarak yapan kişinin elindedir, ona hizmet eden nesnedir. Kamçıya benzeyen görünümüyle de şiddetin çağrıştırıcısıdır; ancak bu şiddet okurda “UYKULARIN DOĞUSU” ADI ÜZERİNE Hasan Ali Toptaş, kendisiyle yapılan söyleşilerde, son romanı "Uykuların Doğusu”nu romanda da bire bir geçen "Bir bakıma insan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda oluyor" düşüncesi üzerine kurduğunu belirtiyor. Romanın adı da doğrudan bu düşünceyle ilişkilendirilmiştir. Güneş doğudan doğar ve gökyüzünde yavaş yavaş yükselen güneşle birlikte etraftaki her şey perde perde aydınlanır. Güneşle birlikte uyku da sonlanmaya başlar. Bir bakıma güneşin doğuşunu izleyen insan da yavaşça görünür olumsuz bir çağrışım yaratmaz, çünkü kötüler karşısında ortaya çıkar. Haziran sopası bu anlamda şiddeti meşrulaştıran, okurun gözünde onaylatan nesnedir; çünkü amacı iyiyi savunmaktır. Dolayısıyla bu yapısıyla masallarda karşımıza çıkan, sorgulamadan kabullenilmiş bir düsturu çağrıştırır: Kötüyü ortadan kaldırmak için her yol mubahtır! Dolayısıyla biz, roman boyunca haziran sopasına toplumsal bilinçaltımızda kabul görmüş bu mubah şiddet taraftarlığıyla bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Berrak su içmeyen kuş motifi ise yine masalsı bir nitelik taşır; Cebrail dedenin hikâyesi bu kuşun peşine düşmesiyle sona doğru sürüklenmeye başlar. Kimsenin bilmediği, duymadığı bir kuşun peşine düşen kahraman, her yerde, gece gündüz onu aramaya başlar. Artık Cebrail dedenin bir tek amacı vardır, o kuşu bulmak. Ancak sonunda aradığı şeye dönüşür ve bu dünyadan sessiz sedasız uçup gider. Kuşun masalsılığı da bu noktada tuzla buz olur, zira kahraman aradığını bulmaz bizzat aradığı şeye dönüşür. Cebrail dedeyle ilgili bölümde bu kuştan tekrar bahsedeceğim. Mızıka, kahramanların birinden ötekine geçer roman boyunca, bir görünüp bir kaybolur, en sonunda bütün hikâyelerin dökülüp yeniden doğduğu yazaranlatıcıda kalır. Üstkurmacayla diğer metni ve romandaki bazı kahramanları birbirine nesne boyutunda iliştiren bir çengelli iğne gibidir biraz da mızıka. Hem bugünde vardır hem geçmiş zamanların tümünde ıssız bir imge gibi dolaşmaktadır. Mızıkanın hem üstkurmacada hem de kahramanların hikâyelerindeki varlığı, bir şeyi rüyada gördükten sonra uyanıp aynı şeyle gerçekte de burun buruna gelmek gibi bir etki yaratır. Uykuyla uyanıklığı birbirine bağlayan nesnedir aynı zamanda mızıka ya da uykuyu uyanıklıkla irkilten nesnedir. Radyonun önemli bir ağırlığı olduğu söylenebilir romanda. Yazaranlatıcıyla babası arasındaki benzerliği, geçişkenliği, sıcaklığı kuran ve devam ettiren nesnedir radyo. Yazaranlatıcının kimliğini biçimlendiren, onu başka dünyalara yolculuğa çıkarırken yaşanan hayattan ilmik ilmik söken nesnedir bir bakıma. Bu yönüyle de yazaranlatıcıyı sözün, hikâyelerin sihrine bir mıknatıs gibi çekmektedir. Romanda, yazaranlatıcının babasının aksine dışa dönük bir karakter olarak çizilen dayı, radyonun bu etkisinin farkındadır ve yeğenini ondan uzaklaştırıp dış dünyaya açılmaya iter. Yeğenin babasına benzemesinden korkar; ama dayının korktuğu da olur, yazaranlatıcı dayısına beslediği büyük hayranlığa rağmen pek çok özelliğiyle babasının bir benzeri olmaktan kurtulamaz. ÇOCUKLAR Uykuların Doğusu’nda çocukların oluşturduğu küçük kalabalıkların acımasızlığı ve dehşeti, postmodernizmin estetik düzleminde, "şiddet" olgusunun sa ? CUMHURİYET 834 SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle