05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? natsal boyuta taşınmasının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bireyin kültürel değer ve eğilimlerden arındırılarak özgürleşmesini savunan postmodernizm, içgüdüleri de ön plana çıkarmıştır. Böylece ilkel benlik ve onun en kaçınılmaz öğesi şiddet, roman estetiğindeki yerini de almıştır. Uykuların Doğusu’ndaki çocuk odaklı şiddet, ilkel benliğin sansürsüz dışavurumu gibidir. Roman boyunca dört yerde çocuk kalabalığı ile karşılaşılır. Bunlardan ilki 4. bölümdür. Bu bölümde radyoevindeki adamın şehri bir baştan diğer başa arşınlayıp durması sırasında bir hokkabaz girer sahneye ve etrafında toplanan kalabalığa bir gösteri yapar. Bu gösteri çocukların kulaklarının arkasından yumurta çıkarma illüzyonudur. Ancak gerçekte de yumurta çıkardığını ve bu yumurtaları çocuklara vermek yerine cebine attığını düşünen kalabalık, hokkabazı kovalamaya başlar. Yalnızca çocuklardan oluşmuş bir kalabalık değildir bu; ama sonuçta çocukların da dahil olduğu şiddet içeren ilk durumdur. Çocuk kalabalığının ikinci kez karşımıza çıkması 6. bölümde olur, radyoevindeki adam, şehir boyunca yürümekteyken bu kez de viranelerin arasından fırlayıp çıkan çocuklarla karşılaşır. Bu çocuklar ondan para koparmak için her şeyi yapabilecek, şiddet kokan çocuklardır. Kahramanımızı bu çocukların elinden kurtaran kişi onları kırbaçlamak zorunda kalır ve sonra da bu çocukların gelen geçene hep böyle saldırdıklarını hatta onları yaraladıklarını, kendisinin de bir kurtarıcı görevi üstlendiğini anlatır. Çocuklar, davranış biçimleriyle, üstlendikleri rollerle acımasız ve kötüdürler ancak okur, onların kötülüğünü irdelemek değil, kabullenerek onlardan uzaklaşmak gereğini duyar. Çocukların yine aynı kötücüllükle sahneye tekrar çıkışları 17. bölümdedir. Cebrail dedenin ağlama krizlerinin önünün alınmasının imkânsızlaştığı dönemde mahallenin çocukları toplanıp dedenin yattığı odanın penceresi önünde toplanırlar. Bu bölümdeki çocukların gaddarlığı daha da belirginleşir, daha da okuru rahatsız edici bir hale bürünür: "...Annemin dediğine göre çapulcu sürüsünden betermiş bu çocuklar; koşun ulan koşun burada ağlayan adam var diye bağıra çağıra hiç umulmadık bir anda geliyor, küçücük elleriyle demir parmaklıklara tutunup içeriye bakıyor, bakarken birbirlerini dürterek anlaşılmaz bir iştahla pis pis sırıtıyor, sonra da bütün uyarılara rağmen pencerenin dibinde inadı tutmuş keçiler gibi hep birlikte zıplayıp duruyorlarmış. Arada bir dedeme dil çıkaranlar da oluyormuş bunların içinde. Onu kızdırmak için nanik yapanlar ve burunlarını cama dayadıktan sonra gözlerini pörtleterek, dipdiri bir sesle kalın kalın, bu adam neden ağlıyor laaan, diye soranlar da oluyormuş." (s. 201) Çocuklar dördüncü kez son bölümde ve keskin bir acımasızlıkla karşımıza çıkarlar, okurun çocuklardan en çok rahatsız olduğu ve onlara karşı şiddetli bir öfke duymaktan kendini alıkoyamadığı bölümdür burası. Bu bölümde çocuklar, hastalığı nedeniyle kolları bacakları kesilen, sonunda silindir biçiminde tek bir gövde kalan dayıyı yerlerde top niyetine sürükleyerek oyun oynamaktadırlar. Bu bölümde romanın bütünündeki çocuk kaynaklı kötülük zirve noktasını bularak okurun öfkeli bakışlarıyla duvara çivilenir. Genel olarak romandaki bu çocuk profilinin okumasını şöyle yapmak mümkün: Geleneksel bütün değerleri hiçe sayan, insani duyuş ve düşünüşten uzak, acımasız, bencil, bütün kötülüklerine rağmen fiziksel kusur karşısında kötülüklerinden vazgeçip merhamete gelen gaddar insanlardan bile kötüdürler. Yazaranlatıcı, çocukların acımasızlığıyla hayatın acımasızlığını anlatmaya çalışmaktadır aslında: "Sonra, kendini ço cukların varlığında yenileyen hayatın acımasızlığından, bu acımasızlığın üstünü örten masumiyetin derinliğinden ve kapı kilitlerinden korkuyorum…" (s. 203) ERKEKLER Modernist romanla birlikte silikleşmeye başlayan kahraman öğesi Hasan Ali Toptaş’ın bütün romanlarında söz konusudur. Uykuların Doğusu da bu bakımdan metnin kendisinin ortaya çıkarıldığı, kahramanların sisler içinde belirsizleştirildiği, "anlatı kişileri"ne indirgendiği bir roman. Ancak metnin "nasıl" kurgulandığını çözümlemek noktasında yukarıdaki bölüm başlığı bir ayrıştırma, tanımlama işlevi görecektir. Yazaranlatıcı da başta olmak üzere bir çember biçimindeki parçalanmaz akışın esas kişileri erkeklerdir. Bu erkeklerin birbirlerine en çok benzeyen tarafları ise hayat hikâyelerinin garipliği, duruşlarındaki ve beklentilerindeki aykırılık ve ısrarla bir şeyleri aramaları. Romandaki iki temel anlatı kişisi iki dede, biraz da masumiyeti taşır. Kötü erkek anlatı kişisi yoktur örneğin. Erkek anlatı kişilerinin hepsinin anlatmaya, anlatılmaya değer bir hikâyesi vardır ve hepsinin hikâyesi bir diğeriyle kesişmektedir. Anlatı kişileri arasında kan bağı ya da akrabalık bağı vardır. Biz onları bu akraHasan Ali Toptaş’ın yarım bir cümleyle başlayan romanı, yazaranlatıcı ekseninde adım adım ilerliyor ve biz, geçmişten bu yana akıp gelen pek çok hikâyenin nasıl da birbirinin içine geçmiş olduğunu, bağımsız gibi görünen pek çok olayın, kişinin birbiriyle nasıl ilişkilenip bütünleştiğini görüyoruz. altında şehirde yaşamaya başlar. Ailesini yanına aldırır ve kurtarıcısıyla birlikte şekerci dükkânını işletir, onun ölümünden sonra da bu işi sürdürür. Sonra bir gün şekerci dükkânının kapısına kilit vurup gelir. Ve bir kuşun peşine düşer, berrak su içmeyen bir kuştur bu. Cebrail dede bu kuşu ele geçirmek uğruna varını yoğunu harcar, gülünç durumlara düşer, sağlığından olur; ancak vazgeçmez. Sonunda bu kuş onun hayatını öylesine istila eder ki o kuşa dönüşür. Aradığına dönüşmüştür artık. Şehre refah arayışıyla gelmiştir ancak hapsolup kaldığı şekerci dükkânı onun aradığı refahı maddi dünyada sağladıysa da ruhunda sağlayamamıştır. İşte ruhun bu tutsaklığı onda berrak su içmeyen kuşun arayışına dönüşür. Kuşun berrak su içmeyişi de ilginçtir. Zira suyun berraklığı kuşun kendini görmek istemeyişi, kendi güzelliğini görmeye dayanamayacağı gibi gerekçelere bağlanmaya çalışılmışsa da kuşun berrak sudan kaçışında rahattan, maddi koşulların mükemmeliyetinden bir nevi altın kafesten kaçıştan da söz etmek mümkün. Bu anlamda peşine düştüğü kuş, Cebrail dedenin olmak isteyip olamadığıdır, özgürlüğüdür. Nitekim kuşla ilgili ayrıntılar da bunları doğrular niteliktedir: "...Yazılıp çizilecek olsa bile, kendi alışkanlıklarını tekrarlayıp duran eğilim" nedeniyle bir kuşun peşine takılıp gittiği söylenebilir. Nitekim Cebrail dedenin hayatını masala dönüştüren gelişmeler aslında bu kuşun peşine düşmesiyle başlar. O noktadan sonra başına gelenlerin tamamı masalsı boyuta gelip dayanır, olağanüstülüğün sınırlarında dolanıp durur, o sınırları geçip gider hatta. Dedenin adı da bir yanıyla bu masalsı havayı katmanlaştırır. Radyoevindeki adam, (kısaca RA diyeceğiz.) romandaki en önemli kişilerden biridir, yazaranlatıcının diğer dedesidir. Hatta romandaki işlevlerinden yola çıkarak Cebrail dedenin romanın kalbi; RA’nın da romanın aklı olduğunu söyleyebiliriz. Romanın içindeki tahterevallinin bir ucunda anlatı kişilerini var eden bir eğri gösterir. Atanıp geldiği radyoevinde aylarca iş bekledikten, iş dilendikten sonra RA’nın köpekler gibi bir kuyruğu çıkar. Bu kuyruk, tipik bir Kafkaesk motiftir. RA hem duruşu hem içinde yaşadığı koşullara, topluma yabancılaşması noktasında hem de bu kuyruk öğesiyle bütünüyle Kafkaesk bir yapı sergiler. RA, bir kamu kurumunda çalışmaktadır, bu yönüyle romanda devletle ilişkisi olan tek kahramandır. RA ekseninde, mantıksızlığın hüküm sürdüğü, her şeyin sürüncemede kaldığı, çalışanın hep ezilip yok edilmeye çalışıldığı kamu kurumlarına dair bir eleştirinin yapıldığını söylemek mümkün. RA’nın radyoevinde başına gelenler gerçek dışı görünmekle birlikte okurun yabancılamadığı bir yapı sergiler; zira herkes o ya da bu şekilde bazı devlet kurumlarındaki işleyişin hantallığından, mantıksızlığından haberdardır. Yazar, RA karakteri ile yalnızca devlet kurumlarındaki işleyişi değil, toplumun değer yargılarını, sorgulamayan suskunluğunu, saplanıp kaldığı inançlar zincirini de eleştirir gibidir. RA ekseninde tam anlamıyla modernist bir duruş sergilemektedir yazar. RA her şeyiyle toplumun dışındadır, aykırıdır, bir anlamda aklın, akılcılığın sembolüdür. Radyoevinde başına gelenlerden sonra aykırılığının bir göstergesi gibi çıkan kuyruğu romanın sonuna kadar onunla birliktedir. Ve RA bu kuyrukla sembolize edilen genel yapıya aykırılığını roman boyunca gizlemek, kollamak zorunda kalır. Hem gizlemek durumundadır kuyruğunu hem de bunu başaramaz… Trajik olanın çaresizliğini de simgeler bir ölçüde. KADINLAR Romanda kadın anlatı kişilerinin varlığından söz edemeyiz. Kadınlar yalnızca kaçınılmaz olarak var. Var olan kadınların yapısı da alışılageldik kadın kimliğiyle örtüşmektedir. Gerekeni söyleyen, gerekeni yaptırmaya çalışan, gerekeni savunan, henüz birey olamamış kadınlardır bunlar. Kendi çıkarları ya da ailelerinin çıkarı neyi gerektiriyorsa onu düşünüp savunurlar; bu yönleriyle toplumla değil kendi küçük evrenleriyle ilgilidirler. Yazarın, kadınları anlatı kişisi olarak seçmemesinin özel bir nedeni olduğunu düşündürten bir ipucu yok romanda. Metnin kurgusu bunu gerektirdiği için kadınların bir anlatı kişisi olarak var olamadıklarını söylemek, daha doğru ve yerinde bir saptama olacaktır sanırım. balık bağı başlamadan önce tanırız ve bu bağların nasıl oluştuğunu öğreniriz. Yazaranlatıcının annesinin ve babasının babaları anlatının merkezindeki kişilerdir. Bunlardan biri Cebrail dede diğeri radyoevinde çalışan, romanda hiç adıyla hitap edilmeyen, adından söz edilmeyen diğer dededir. Cebrail dede, romanın en renkli kişiliklerinden biridir. Roman boyunca bir arayış içindedir. Daha iyi yaşam koşulları arayışıyla başlar arayışlar zinciri. Şanslıdır, yağmur sularında ölüp gitmekten kurtarılır, sonra kurtarıcısının himayesi hayat onu elinin tersiyle reddedermiş zaten. Ortalamaya uymuyor, ötekilere benzemiyor, yok yok, vallahi makul değil diye reddedermiş." (s.171 ) Yazaranlatıcı, Cebrail dedenin bir kuşun peşine takılıp gitmesinin nedenini sorgularken insana ilişkin bir saptama da yapar: "İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim varmış çünkü…" (s. 171) Buradan bakıldığında Cebrail dedenin de bu "tuhaf SON SÖZ Toptaş, Yıldız Ecevit’in deyişiyle "postmodern bir modernist" olarak romancılığımızın postmodernizme uzanan serüveni içinde adından gururla bahsedilmesi gereken bir roman ustası olduğunu, romanımıza yepyeni bir soluk getirdiğini bir kez daha kanıtlamıştır. Uykuların Doğusu, kurgusundaki ve dilindeki özgünlükle Türk romancılığında çıtayı epeyce yükselten bir kilometre taşıdır. ? Uykuların Doğusu/ Hasan Ali Toptaş/ Doğan Kitap/230 s. KİTAP SAYI 834 SAYFA 22 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle