Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hüsnü Arkan'ın romanı 'Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer' adını taşıyor Zamanın sesi 1914’te Sarıkamış’ta Allahu Ekber Dağları’nda doksan bin askerimizin şehit olduğunu daha ilkokul yıllarında öğrendik çoğumuz. Bunalım geçirip intihar eden bir aile bireyinin ölümü gibi, bu olay hep bir sis perdesinin ardında gizlenirdi. Ermeni sorunu gündemi kaplayınca, kaçınılmaz olarak Sarıkamış şehitlerinden de daha çok söz edilmeye başlandı. Art arda anı kitapları, belgeseller, romanlar yayımlandı. Hüsnü Arkan, son romanı “Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer”, zincirin halkalarını birbirine ekleyerek Sarıkamış sürecini önümüze seriyor. Tarihi insanların oluşturduğunu ve insanın kendi biçimlendirdiği olaylar içindeki hiçliğini görüyoruz romanda. ? Birsen FERAHLI tup cansızlaştırdıklarının sesi yalnızca sanat yapıtlarında duyulabilir: Guernica’da, Silahlara Veda’da, Rahmaninof’un piyano konçertolarında... 1914’te Sarıkamış’ta Allahu Ekber Dağları’nda doksan bin askerimizin şehit olduğunu daha ilkokul yıllarında öğrendik çoğumuz. Bunalım geçirip intihar eden bir aile bireyinin ölümü gibi, bu olay hep bir sis perdesinin ardında gizlenirdi. Ermeni sorunu gündemi kaplayınca, kaçınılmaz olarak Sarıkamış şehitlerinden de daha çok söz edilmeye başlandı. Art arda anı kitapları, belgeseller, romanlar yayımlandı. Hüsnü Arkan, son romanı “Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer” (Y.K.Y. Kasım 2005) ile zincirin halkalarını birbirine ekleyerek süreci önümüze seriyor. Tarihi insanların oluşturduğunu ve insanın kendi biçimlendirdiği olaylar içindeki hiçliğini görüyoruz bu romanda. Romanın ana kahramanı Abdülhalim, 1914’te genç bir asker olarak ayrıldığı İstanbul’a 65 yıl sonra geri dönüyor. Savaş, esaret, unutma ve yeni başlangıçlarla biçimlenen yazgısı, elinde üstü orak çekiçli tahta valizle hikâyenin başladığı yere bırakıyor dedeyi. Asude bahar sabahlarını çoktan yitirmiş, 12 Eylül arifesinde, sokakları kanayan bir İstanbul’a düşüyor deyim yerindeyse. Yüz yaşına yakın bir insanın bellek gelgitlerini en iyi çınarlar anlar; Abdülhalim de çok eskilerden tanıdığı bir çınarın gölgesinde dinlenirken, arkadaşıyla konuşur gibi soruyor: "Dünyanın sesini beraber dinleyelim mi?" ların sonları. Erken evlilik… Erken boşanma… Annesiyle yaşayan, sorumluluğu bir yük gibi taşınan küçük Defne... "Meyhanenin kapısında, yaşlı bir adam kötü babaların vicdanına oyuncak satıyordu; almadım." Her şeyi çok erken yapan, bir çift güvercin gibi başladıkları "memleket masalını" sorgu odalarında ya da ruh sürgünlerinde yitiren kuşağın bir temsilcisi Enver Rıza. Babası, annesi ve kız kardeşinin onu anlamadan, adeta bir ikona gibi sevmelerinden çok rahatsız. Eski karısı Nilgün’e düzenle uyumlu bir "normal" olduğu için ilgi duy tır. Takım elbise giyer, kravat takar, tertemizdir. Üniversiteyi bıraktıktan sonra sarkık bıyıklarını da kesti." 103. sayfada satır arası gizlenmiş bir yerde romanın adı ilk kez çıkıyor karşımıza: "Sonra uzun bir yolculuğun bittiği yerde, ağır demir kapıların siren seslerini andıran gıcırtıları, bir çelik çekmecenin açılışı, soğuk bir beden, soğuk bir yüz." İnsanlığın tarihi ne yazık ki gülen gözlerle değil, hep yolculuğun bittiği yerdeki soğuk yüzlerle yazılmış. Her kuşakta farklı bir dille, ama değişmeyen bir içerikle sürmüş hikâye. Adülhalim ve Enver Rıza’nın kuşağı "idrak etmek ve iman etmek" peşinde toplu kıyımlara uğrarken, anlamı ve inancı yitiren Nur’un kuşağının bireysel parçalanmalarda tükenişi vurgulanıyor. BİR ARAYIŞIN ÖYKÜSÜ... Hüsnü Arkan’ın romanı bilgi, serüven, duyarlılıkla donatılmış, okurun ilgisini canlı tutabilen bir kitap olarak okunabilir; ancak biraz daha dikkatli bir okumada bundan daha ötesine ulaşılıyor. Yüz yıllık zaman diliminde dolaşan bir arayışın öyküsü bu kitap. Abdülhalim... Enver Rıza... Nur... Tek bir zihinsel sürecin zamana yayılmış farklı adları gibiler. Üç soru cümlesi dikkati çekiyor: Nur: "Bu kadar mı unutuldun Eyüp abi?" Unutuluşu, hiçliği, yok sayılmayı, üstelik hattın diğer yanında yer alan bir ölünün, ülkücü bir militanın üzerinden ortaya koyuyor yazar. Ölümün tüm canlıları eşitleyen zemininde, gerçek daha bir belirginleşiyor. Abdülhalim, kar buz içinde günler süren yürüyüşün ardından, Erzurum’un Gedikli köyünde, kerpiç damın altındaki sıcak yatağın mutluluğunda basit bir soru yöneltiyor dünyaya: “İnsanoğluna sunulabilecek en iyi şey bu barış hali değil midir?” Son soru, yüz yıllık yangının çorağında inancı, bilinci, karar yeteneği hasar görmüş çağın özgür bireyine yönelik: "ne yapacaksın, diyorum... Dertleşebileceğin tek arkadaşın yok... Ara sıra bir kadın geliyor ve onunla aynı yastıkta uyuyorsun... Sonra o da gidiyor... Sabah çıkıyorsun, akşam dönüyorsun... Hürmet etmediğin adamlarla çalışıyorsun... ne yapacaksın?" Kitabı okuyup bitirdikten sonra bile bu üç soru durmaksızın yineleniyor içimde. "(...) kütüklerden telaşla çıkardıkları mermileri buz tutan yuvalara sokamayınca her şeyi fırlatıp çılgın gibi koşmaya başlayanlar, toprağa basıp donmamak için ağaçlara tırmanan, dallarda uyuyakalan etten meyveler, karınları kurtlar tarafından boşaltılmış, gözlerini kargaların oyduğu, bir zamanlar soluk alıp veren kaskatı heykeller, (...) bir zamanların yağız oğlanları, bir zamanların sevgilileri, bir zamanların umutları, beklentileri, çocukları; köylerin şehirlerin sakinleri, çobanlar, kunduracı yamakları, barış halinin sessiz onaylayıcıları, kıdemliler, acemiler, tüyü bitmemişler, yorgunlar; bir çağın yaralarını sarsın diye kollarını, bacaklarını sessizce sıhhiyecilere uzatanlar." Hüsnü Arkan doğu cephesindeki kar, buz, tifüs ve savaş tragedyasını böyle anlatırken Louis Ferdinand Céline aynı yılların bir başka savaş cephesini “Gecenin Sonuna Yolculuk” (2002 YKY, Çev. Yiğit Bener) adlı yapıtında bakın nasıl yansıtıyor: "Top onlar için gürültüden ibaretti. İşte bu yüzden savaşlar sürüp gidebiliyor. O savaşın içindekiler bile savaşırken onu imgeleyemiyorlar. Karınlarına kurşunu yemişken bile yoldan geçerken “hâlâ işe yarar” buldukları eski sandaletleri yerden toplamaya devam edebilirlerdi. Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir." Bu iki alıntının birbirinin devamı gibi olması irkiltici değil mi? Mekânlar, nedenler, isimler değişse de yaşananlar hep aynı. ArtKİTAP SAYI ROMANDAKİ KAHRAMANLAR Bu başlangıcın ardından, cami avlusundaki bilge çınar ve apartmanların arasında kalmış bir akasya ağacının tanıklıklarıyla yüz yıllık zaman diliminden gelen sesler ete kemiğe bürünüyor. Çocukluğumda okuduğum ve bana yeni dünyalar sunan kimi romanların ilk sayfasında kahramanlar tanıtılırdı, benzerini bu kitap için yaparsak: Abdülhalim: Kırım göçmeni bir ailenin 1888 İstanbul doğumlu oğludur. 1914’te askeri baytar olarak doğu cephesine gider. Enver Rıza: Abdülhalim’in torununun oğlu, 1945 doğumlu, 1970’li yılların İstanbul’unda siyasi bir derginin sorumlu yazı işleri müdürüdür. Nur: Abisi ülkücü gençlik davasında öldürüldükten sonra, ruhsal sorunlarla odasına kapanmış komşu kızıdır. Altı bölümden oluşan kitapta ilkin Abdülhalim’in Samatya’daki çocukluk yıllarına gidiliyor. Sara krizleriyle başetmeye çalışan, el üstünde tutulan bir erkek evlat. "Yaşamla ölümün arasındaki çizginin üstünde kalmayı, hakikatleri daha hakikat olmadan bilmeyi" bu krizler öğretiyor ona. (Dostoyevski’nin bilincini yerin yedi kat altına taşıyabildiği zihinsel halleri geliyor aklıma.) Delikanlılık, ülke sorunları, gencecik karısı Nesibe’nin ölümü ile daralan çember, Haydarpaşa’dan kalkan, "memleket masalının içinde ilerleyen" bir trene açılıyor. "İlerde, üst üste yığılmış tepelerin arasında, Ulukışla boz bir kütle halinde inliyor. Bozkır kasabaları hep inler. Çok acı çekmiş, acısını hiç dile getirmemiş, geleceği olmayan aç çocuklar gibi inler. Düşlerle gerçek arasındaki uçurumun içinden, bir göz gibi bakarlar ve zamanın sonuna dek öyle kalırlar." Bozkır ve zaman iç içe geçerek taşlaşmış, devinimsiz bir doku halinde okurun önüne seriliyor. Canlılığı toprağa, taş duvarlara karışmış kıpırtısız Anadolu, 46. ve 47. sayfada sarsıcı ve adamakıllı şiir tadında bir imge fırtınasıyla çıkıyor karşımıza. Akasya ağacı, Enver Rıza’nın Şişli’deki evinden gelen sesleri anlatıyor: Yetmişli yıl Hüsnü Arkan bir şair. “Hiçe Doğru” adıyla kitabı da yayımlandı; ancak bu romanda kendi şiir çizgisinden farklı bir şiirin sesi duyuluyor. K argaşa ve kanın yoğunlaştığı dönemeçlerde işin içinden çıkılamayınca, "bütün bu olanları tarih yargılayacak" diyerek, adalet belirsiz bir zamana ertelenir. Tarih geçmişi yargılarken ancak papatyayı derste anlatan bir biyoloji hocası kadar duyarlıdır: "Bu bitkinin tek sap üzerinde yer alan taçyaprakları beyazdır, göbekte sarı pigment tozları bulunur, kaynatma suyu ilaç yapımı ve saç rengi açmada kullanılır." Ne bahar esintisinde sarhoş eden kokusu, ne yamaçları geline çevirdiği, ne masum umutların simgesi olduğundan söz edilmektedir. Benzer biçimde: "Ordumuz ... yılında, kış mevsiminde, şu şu nedenlerle doğu sınırına sevk edilmiş, soğuk ve hastalıktan yaklaşık doksan bin zayiat verilmiştir. Baştakilerin yanlış politikası ..., ama aslında ..., ... anlaşmasıyla barış sağlanmış ve yeni sınırlar oluşturulmuştur." Çekiç vurulup dosyalar kapatıldıktan sonra, adaletin terazisini dengelemek sanata düşer; çünkü, zamanın yu muyor. Sevgilisi pasaport polisi (neden bir polis?) Şule ile buluşup cinsellik yaşıyorlar, sonra herkes kendi yoluna. "Özgürlüğüme fazlasıyla düşkünüm" diyor Enver Rıza; düşkün olduğu özgürlük, nasıl çalıştıracağını bilmediği karmaşık bir oyuncak gibi duruyor avuçlarında. Akasya ağacı üçüncü katın penceresindeki Nur’un durumuna üzülüyor. Kız hep odasında, iki yıldır dışarı çıkmıyor hiç. Yalnızca bir ara merdivenlerden inip yazdığı pusulaları posta kutularına, dairelerin kapı pervazlarına bırakıyor. Doktorlar “psikoz” tanısı koyuyorlar. Nur’u normal dışı olarak niteleyen toplum, onca kan ve dehşetin içinde kendi şizofrenisini yaşıyor oysa. Akasya ağacının “Kırlangıç” diye ad taktığı Nur’un duvarında, ölen abisi Eyüp’ün resmi var. "Merak edilecek, endişe edilecek bir şey yok, baba! Bana bir şey olmaz, biliyorsun!" (…) "Eyüp’e bir şey olmaz! O peygamber gibidir; arada bir yukarı çıkar ama mutlaka geri gelir. Yüzü her gelişinde daha aydınlık ? SAYFA 14 CUMHURİYET 834