Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? hur Koestler’in “Gün Ortasında Karanlık” (İletişim Yayınları, 1999 Çev. Pınar Kür) adlı kitabında kötücül sürekliliğe isyan eden saptaması geliyor aklıma: "Tarihin erdemlere aldırmadığını, suçların cezasız kaldığını, öte yandan her hatanın bir sonucu olduğunu ve kötü etkilerinin yedi kuşak boyunca sürdüğünü biliyoruz." Hüsnü Arkan bu yaklaşımı “Nur” karakteriyle hayata taşıyor. Kızın zihnine klank çağrışım şeklinde art arda üşüşen düşüncelerde isyan doruğa çıkıyor: “Sindirenler sindirim bozukluğuna uğramış. Sen bu kadar çocuğu ye, ayakta kal, olur mu? O çocukların dili uzar en azından! Ve değer kaybederler, katabolizmaya karışırlar.” Çürümekten, gerçek diye bir şeyin olmadığına iman etmekten, yok oluşa yönelmekten başka seçenek kalmamıştır çocuklarımızın önünde. Hüsnü Arkan, Enver Rıza ile kızı Defne’yi ile lunaparkta gezdirerek Nur’u Abdülhalim Dede ile el ele çam ağacının altında bir sükun ikliminde sarmalayarak "Gayret edersen başka sesleri de işitebilirsin. Sadece kötü şeyleri değil, iyi şeyleri de anlayabilirsin. Ağaçları, hayvanları, renkleri, güneşi, her şeyi..." diyerek, yeni kuşaklara katabolizmaya direnme seçeneğini işaret ediyor yine de. Hüsnü Arkan bir şair. “Hiçe Doğru” adıyla kitabı da yayımlandı; ancak bu romanda kendi şiir çizgisinden farklı bir şiirin sesi duyuluyor. Doğa ve imgeyle yoğrulmuş lirik atmosferin arasından düşüncenin ok gibi öne çıktığı şiirsel anlatı, bir başka yazının konusu olabilir. Enis BATUR Pervasız Pertavsız Küçük kitaba övgü ean Echenoz’u Türk okuru, iki romanından tanıyor. "Medya kuşu" olmaya hiç gönül indirmediği halde yabana atılamayacak sayıda okura ulaşabilmiş, üstelik ince ve derin bir yapıt kurma yolunu tutmuş bir yazar. Yayınevi, son olarak, yaklaşık 30 sayfalık bir metnini kitaplaştırarak okura sundu ; Le Monde’da yayımlanan bir yazıda, "biri size bu 30 sayfaya karşılık son on yılın bütün roman rekoltesini önerirse, otuz sayfayı seçin, kârlı çıkarsınız" deniliyordu. Baştan beri "küçük kitab"ın önemine inandım ben. Kimileri, belli sayfa sayısının altına inmemeli kitap, düşüncesindedirler, doğrusu onlardan biri sayılmam. Kaç sayfa olursa olsun, kitap kitaptır benim gözümde: 10, 30, 100, 400, 800, 1500. Kitaplığımdaki en küçük kitap, Marx’tan yapılma 4 sayfalık "Suçun Övgüsü"dür, o sınırdan başlayarak genişler yelpaze. Bir düzine şiir, bir öykü, bir deneme sıkıştırılabilir iki kapak arasına; ölçüyse, burada başvurulması gereken ölçü, içeriğin gücüdür. Öylesine sıkı metinlerle karşılaştım ki küçük kitaplarda bugüne dek, onların ayrılmış, ayrıbasım olarak sunulmasını hem işlevsel buldum, hem de bir mutluluk kaynağı saydım. Öte yandan, çoğu kez, bu türden metinler, yoğunlukları ve gizilgüçleri nedeniyle bir kez okunmayla tüketilmezler, onlara yeniden dönmenize yol açan gizler, özellikler barındırırlar; dolayısıyla, okundukça, sayfa sayıları artmış gibi olur. Nasıl doğar, peki, "küçük" kitap? Şair, yazar, düşünür kısa bir ürününü bağımsız biçimde yayımlama isteği duyabilir (örneğin Nermi Uygur, Dünyagörüşü’nü okur karşısına öyle çıkarmıştır). Yayıncı karar alabilir, yazar yaşıyorsa onayını alarak (örneğin Claude Simon’un Stockholm Söylevi, Nobel Ödülü sonrası küçücük bir kitap halinde gün ışığına çıkmıştır). Yayıncı ile yazar, ortak karar alabilirler. Bu son formülün birden fazla uygulama gerekçesi olduğu göze çarpıyor, ama en sık görüleni, yayıncının "küçük kitap"lara dayalı bir dizi yapmaya niyetlenmesidir. Son dönemde, yurtdışında, kimi büyük yayınevleri, yüksek tirajlı/ucuz fiyatlı küçük kitap dizileri başlattı; özellikle, türlerinin klasikleşmiş örneklerine yöneldikleri gözlemlendi. Bizde de, Samih Rifat’ın Koç Kitaplığı’nda, Celâl Üster’in CanCep’te bu uygulamaya giriştiklerini biliyoruz. Ama, bu konudaki önder Yaşar Nabi Nayır’dır; bir de Cep dergisi J YOĞUN TARİH BİRİKİMİ “Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer” gergefe gerilip sabırla, titizlikle, ince ince işlenmiş bir kitap. Bir tarihi roman değil ama; yoğun tarih birikimi, Doğu Cephesi, Rusya, Orta Asya coğrafyası, şaman âdetlerine uzanan kültürel araştırmalarla sağlam bir zeminin üstünde duruyor yazar. Kurgu, içeriği zorlanmadan taşıyor. Zamanın içinde gezinme işini çınar ve akasya ağaçlarına vererek anlatımda geniş olanaklar sağlanmış. Kahramanların her birisi kimliklerine uygun dille donatılarak gerçeklik kazandırılmış. Günlükler, mektuplar, pusulalarla anlatı hareketleniyor. Abdülhalim’in ölmüş karısı Nesibe‘ye savaş ortamından yazdığı günlükler iç burkuyor. Ölümün içinde yaşayan bir gençten, ölmüş bir sevgiliye, o adeta canlıymışçasına yazılan mektuplar, duygu ve düşüncelerin masumiyeti... "Sen varmışsın gibi ellerinden, gözlerinden yine öpüyorum. Ellerin gözlerin varmış gibi." Enver Rıza ise tam kuşağına uygun biçimde, kestirip atan, kısa, çözüme uzak, ketlenmiş ve bu nedenle hırçın bir dil kullanıyor. Nur’un sayıklamalarında, pusulalarında belki de yazarı bu kitabı yazmaya yönelten hani yazmasa taşıyamayacağı, bilince zarar gerçeklikler boşluğa akıtılıyor. İstanbul, bir ince saz semaisi gibi roman boyunca ezgisini sürdürüyor. Sokaklarından kanlar akarken de, karanlık köşelerinde tekinsiz işler dönerken de, mavisiyle, Beykoz’uyla, Beyazıt kahveleriyle çınarlardan da eski bir kadim sevgili İstanbul. Bir roman ne anlatırsa anlatsın, insanın varoluş bağlantılarına uzanabildiği ölçüde okurda iz bırakır. Annebabaçocuk üçgeni, kadınerkek arasındaki ilişki gerilimi, ille de o namert yalnızlık, savaşta, barışta, geçmişte ve gelecekte insanın peşini bırakmıyor. Hüsnü Arkan önceki iki romanında olduğu gibi, bu kez de çürümenin kökenine bu bireysel dinamikleri koyuyor. En akıl almaz dehşetin, en sıcak yakınlıkların sahibi hep insan değil mi? Bütün yolculukların sonunda menzile vardığımızda küçük, çıplak, muhtaç bir şey bekliyor bizi: Bir insan. Menzile varan, kendi yüzüyle karşılaşıyor orada. “Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer”de arınmaya benzer bir yalınlık, çürüme döngüsünden sıyrılmaya yetecek bir güç bekliyor okuru. ? Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer/ Hüsnü Arkan/ YKY/ 264 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI Fata Morgana’nın Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Avrupa ötesinde de çok sayıda alternatif yayıncıyı yüreklendiren bir örnek olduğunu anımsatmak gerekir. yayımlamıştı ki, hâlâ önemli bir başvuru kaynağıdır. Kendi payıma, yüksek tiraj/ucuz fiyat denklemine itirazım olmamakla birlikte, farklı bir "küçük kitap" geleneğine sıcaklık duyduğumu söylemek isterim ki, Geceyarısı Kitapları’nda çizmeye çalıştığım yoldan da bellidir: Koyu metinler, nitelikli malzeme, "ilk" yayın (‘bit pazarı yayıncılığı’na bakışımı başka bir yazıda ele alacağım). Bu gelenek, bir tür ‘alternatif kalkışım’ olarak, ABD dahil bütün dünyada serüvenini sürdürmektedir. Söz konusu damarın büyük ilâhı, kırk yılı aşkın bir süredir "küçük kitab"ın imparatoru olan hüküm süren Bruno Roy’dır: Fata Morgana Yayınevi, alanının kesinkes en prestijli kuruluşu sayılır ve tek adam tarafından ayakta tutulmuştur. Önemi, her şeyden önce oluşturduğu "kadro"dan gelir: Hemen tümü büyük yayınevlerine bağlı sıkı yazarların hemen tümü, kısa ama özel metinlerini Fata Morgana’ya vermeyi yeğlemişlerdir: Blanchot’dan, Michaux’dan Foucault’ya, Quignard’a geniş bir yerli şair ve yazar tablosuyla sınırlı kalmamıştır yayınevinin listesi: Montale’si, Cernuda’sı, Ungaretti’si; Arap, Hind, Amerikan, Yunan edebiyatının öncü örnekleri ve Türk edebiyatından birkaç temsilci: Yunus Emre, Yaşar Kemal, Abidin Dino, Nedim Gürsel ve iki kitabıyla kulunuz bu panoramaya katılmıştır. Fata Morgana’nın Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Avrupa ötesinde de çok sayıda alternatif yayıncıyı yüreklendiren bir örnek olduğunu anımsatmak gerekir. Bu yayıncılar, Edebiyat’ın Sistem tarafından, tecimsel koşullar gerekçe gösterilerek hor görülmüş türlerine yönelmekteler: Şiir, deneme, kısa metin, günce baştacı edilirken, roman genellikle dışlanmaktadır. Pek ender oylumlu (200 sayfa dolaylarında) kitaplara el attıkları gözleniyor, çoklukla 2080 sayfa arası boyuttaki metinleri yeğliyor alternatif yayıncılar. Sözkonusu kitaplara büyük, zincirkitabevlerinde rastlayamazsınız. Yayın dünyasını kanserli hücreler gibi kaplayan, kemiren o tüketim merkezleri satış gizilgücüne sıkı sıkıya kenetlenmiş bir mantıkla işletilirler. Bizde de örnekleri son yıllarda sayıca artan bu kitap marketleri açısından tek iyi mal, çok satan maldır. "Küçük kitap"ların, buna karşılık, tirajları zaten düşüktür: 100 adet ile 1500 adet arası basılırlar ve tek bir müşteri profilleri vardır: Nitelikli okur. (Bu konuya da açılmak istiyorum ileride). Nitelikli okur nitelikli kitap ister, nitelikli kitabı nitelikli kitabevi okura sunar. Yurtdışında, onlara "bağımsız kitapçılar" denildiğini görüyoruz. Oralarda, "çok satan"lar bulundurulmaz genellikle (çünkü dileyen çarçabuk ulaşabilir bu türden kitaplara), buna karşılık, nitelikli okura doyum sağlayacak ölçüde geniş bir ağ kurulur raflarda. Küçük ya da büyük, sıkı metinler içeren kitapların çoğunu her vakit hazır tutmaya çalışır böyle kitapçılar, tümünü yakından izlerler, Huidobro’nun 1963 basımı bir şiir kitabını sorduğunuzda "ne yazık ki on yıldır yeni basımı yapılmadı" yanıtını alırsınız. Çare tükenmez tabiî: Aynı bizdeki gibi, bir de nitelikli kitabı kovalayan sahaflar, eski kitap dükkânları vardır başvurabileceğiniz, gerekirse sizin için takibe alırlar aradığınız kitabı, buldukları an haber uçururlar. "Küçük kitap"lar dünyasında, ilk başta görünmeyen, gözün ve zihnin zamanla alıştığı çapraz ilişkiler egemendir. Biri, Paul Lafargue’ın "Tembellik Hakkı"nı basmıştır, bir başkası Maleviç’in "Tembelliğe Övgü"sünü, bir üçüncüsü Russell’in "Aylâklığa Övgü"sünü, bir dördüncüsü Oblomov’dan kırk sayfalık bir bölümü. Zamanla, bakarsınız, tümü kitaplığınızda yan yana gelir. Okumak, biraz yemek gibidir. Yarım ekmek içine döner ya da Big Mac ile olsa olsa tıkınmış sayılır insan, kimse bir oturuşta o kadar kaz ciğeri ya da pavurya yemeğe kalkışmaz. "Küçük Kitap"ta genellikle yoğun, besin gücü çok yüksek, sindirimi vakit isteyen, gelgelelim tadı damağa mıhlanan ve orada olabildiğince uzun kalsın istenen bir metin bekler okuru. Musil’in Ahmaklık Üzerine’si elli küçük sayfaya sığdırılmış. Ağzının, beyninin, duyarlığının tadını bilen okur bir seferde bitirmeye kalkmaz o muhteşem metni, en azından iki okuma seansına böler. Aradan bir yıl geçmiştir, yeniden ele alır o kitabı, bir kez daha yaşar aynı doyumu. André Gide, "yeniden okunmak için yazıyorum" demiştir. Bazı yazarlar öyle yazmıştır gerçekten de, yapıtları zaman geçince bir daha bizi çağırır. Nitelikli okur, bir de yeniden okuma zevkine erişmiş kişidir. "Küçük Kitap"ların ezici çoğunluğu için, bundandır, "büyük metin"ler seçilir. Bizi girdabına çeken, dibe sürükleyen, bir doruğa tırmandıran, oturduğumuz koltuktan kalkmaya iten şeydir büyüklük. Yoksa sıradanlık lök gibi çöker hayatınıza. ? 834 SAYFA 15