25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hasan Ali Toptaş yeni romanıyla okur karşısında ‘Yekpâre geniş bir ânın parçalanmaz akışı’ Uykuların Doğusu makta, bizzat yazarının ağzından bu kimliği tanımlamaktadır. Bu kimliğin yapıtaşlarındaki en temel öğe kuşkusuz dildir, dil kullanımındaki başkalık, ince ayardır. Toptaş, var olan, alışılageldik dil kalıplarını kırıyor; kelimeleri yeniden var ediyor, hiç kullanılmadıkları biçimde kullanıyor. Bu haliyle dili yapıtaşlarına ayırıp yeniden inşa ediyor, yarattığı dile müzik ekliyor. Modernist romanın, kahramanları silikleştirerek metni ön plana çıkaran yapısı "biçim"i, temel estetik değer olarak sunar. Anlamı ya da kahramanları metnin merkezinden uzaklaştırarak metnin kendisini merkeze alan Toptaş, modernist bir yaklaşımla biçimi kusursuzlaştırmanın kaygısını taşır. Bu noktada, yazarın, biçimi özgünleştirmeyi en çok yarattığı dille sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Okurda her şeyden önce ince ince işlenmiş bir dil tadıyla estetik haz yaratan yazar, Octavio Paz’ın "Yüzyılın başından beri roman şiir olmaya yöneliyor" tezini doğrular gibidir. Toptaş’ın bütün metinlerinde okuru kapıda karşılayıp ağırlayan şiirsel bir estetikten söz etmek mümkün. Modernist romanın, neyi değil nasıl anlatıldığını önemseyen estetik anlayışının bir yansıması olarak Uykuların Doğusu’nda dil, öylesine güçlü bir estetik haz yaratır ki okur, çoğu zaman metnin anlattığından uzaklaşıp gider. Dil hazzı, yazarın yazma ediminde de başat öğedir: " Ben dili yalnızca bir araç olarak değil aynı zamanda bir amaç olarak da görüyorum. Yazarken dili bütün derinliğiyle yaşıyor ve onun içinde var oluyorum." (Cumhuriyet gazetesi, 27.05.99) Hasan Ali Toptaş, Yıldız Ecevit’in deyişiyle "postmodern bir modernist" olarak romancılığımızın postmodernizme uzanan serüveni içinde adından gururla bahsedilmesi gereken bir roman ustası. Romanımıza yepyeni bir soluk getirdiğini bir kez daha kanıtlıyor son romanıyla. Uykuların Doğusu, kurgusundaki ve dilindeki özgünlükle Türk romancılığında çıtayı epeyce yükselten bir kilometre taşı. ? Makbule ARAS asan Ali Toptaş’ın son romanı "Uykuların Doğusu", hiç alışık olmadığımız bir biçimde, yarım bir cümleyle başlıyor. Romanın ilk cümlesi olan bu yarım cümle, romanın en son cümlesinin de son kısmıdır. Yazar, kusursuz bir kurguyla romanın başıyla sonunu birbirine bağlıyor, hiçbir şeyi aksatmadan, sakil, zorlama en ufak bir ayrıntı yaratmadan. Bu yapısıyla "Uykuların Doğusu" roman tekniği açısından bir ilke imza atıyor. Uykuların Doğusu’nun yarım bir cümleyle başlamasının romanın adı ve içeriğiyle de doğrudan bir ilgisi var. Roman, ileride daha detaylı bahsedeceğim bir tezi, ancak gördüğümüz şeylerin toplamı kadar uyanık olduğumuzu, uyanmanın hiç ama hiç sonunun olmadığı tezini kanıtlamaya belki de bu yarım cümleyle başlıyor. Biz bu yarım cümleyi görerek uyanmaya başlıyoruz, uyanma halimiz bir eksikle başlıyor yani. Bu eksiklik ancak romanın sonuna vardığımızda tamamlanıyor. Okur, şekilsel anlamda eksik ya da yarım gibi görünen ilk cümlenin anlamsal boyutta eksik olmadığını söyleyebilir, ta ki romanın sonunu görene kadar. Tıpkı görmediklerimizin farkı BÜTÜN IRMAKLARIN DÖKÜLDÜĞÜ DENİZ: YAZAR ANLATICI Romanda, bir masa başında oturarak yazan, yalnızca arada bir, o masanın başından hiç kalkmadan, oturduğu odanın penceresinden görünenleri anlatarak üstkurmacayı oluşturan bir anlatıcı var. Yazma sürecini okurla paylaşan bir yazaranlatıcıdır bu. Yazaranlatıcı, roman boyunca okur olduğu sezdirilen "sen"e hitap eder. Bu hitapla okur, anlatıya ve yazaranlatıcıya bir adım daha yaklaşmaktadır. Yazaranlatıcının roman boyunca hitap ettiği diğer kişi de Haydar’dır. Bu fantastik karakter, yazarın "öteki ben"idir. Aynı zamanda dış dünyayı yabancılaştırmada kullanılan bir öğedir Haydar. Haydar, roman boyunca bir belirip bir kaybolur. Bu belirip kaybolmalar sırasında yazaranlatıcı, ona dair gözlemlerini anlatır, bazen de Haydar, yazaranlatıcı ile bizzat konuşur. Haydar, yazarın giyinip soyunduğu bir gizli ben’dir. Vücudundan, somut varoluşundan çıkıp kendini gözlemler yazaranlatıcı. Kendini dinler, kendine bakar, hatta kendine öğütler verir. Yazaranlatıcı Haydar’la yazma edimini sürekli kontrol eder, kendine sormak istediklerini hem sorar hem de sorduklarını yanıtlar. Böylece aslında yazdıklarına ve yazma sürecine dışardan bir göz olarak bakmaya çalışır. Yazar, romanda aslında ne yapmak istediğinin ipuçlarını da zaman zaman Haydar ekseninde oluşturduğu üstkurKİTAP SAYI H na varmadığımızda onların var olmadığını düşünmemiz ya da görmediklerimizi fark edemememiz gibi. Yarım bir cümleyle başlayan roman, yazaranlatıcı ekseninde adım adım ilerliyor ve biz, geçmişten bu yana akıp gelen pek çok hikâyenin nasıl da birbirinin içine geçmiş olduğunu, bağımsız gibi görünen pek çok olayın, kişinin birbiriyle nasıl ilişkilenip bütünleştiğini görüyoruz. Başkalarının hikâyesi gibi görünen bütün hikâyeler, zamanın sınırlarından sızıp yazaranlatıcıya dökülüyor. Biz, birer hikâye gibi romanın içinde gezinip dolaşan anlatı kişilerinin, yazaranlatıcının aile bireyleri olduğunu roman epey ilerledikten sonra fark edebiliyoruz. Üstkurmacanın parçaları, katmanları sayılabilecek söz konusu hikâyeler, roman boyunca hareket halinde gibidirler; biri diğerine akmakta, biri diğerinin boşluğunu tamamlamakta, biri diğerinin anlam katmanlarını çoğaltmaktadır. Hikâyelerin birbirine karışarak aktığı roman, yazaranlatıcının belleğinden süzülmektedir. Romanda, geçmişle bugün bir çember gibidir, bu çembere nerden dahil olunursa olunsun başlanılan yere dönülür. Bütün bunlar, olayların akışındaki birbirinden koparılamama hali, uyku yaşanan zaman yaşanmış zaman du yulan zaman rüyalar bütünü; dünyanın dönüşündeki kesintisizliği, zamanın parçalanmaz akışını ve bütün bunların bir toplamı olduğumuzu kanıtlamak için vardır sanki. Buradan bakıldığında romandaki zaman ve bellek kavramlarının Bergsoncu zaman algısı ve bellekle örtüştüğü söylenebilir. Belleğin geçmişin şimdiki zamanda uzaması olduğunu, geçmişten bugüne kesintisiz bir akış sergilediğini ileri süren Bergsoncu algı, yazaranlatıcı kimliğinde somutlanmış gibidir. Çembersi zaman akışı, o çemberin içindeki kesik kesik tamamlanmış ve düz bir çizgide ilerleyen yaşantılar dizgesi Marksist zaman algısıyla Bergsoncu zaman algısının birleştiği nokta olarak da değerlendirilebilir. Hasan Ali Toptaş, üstkurmaca düzleminde, postmodernist bir açılımla okuru metnin oluşum sürecine dahil ederek roman türüne ya da yazmaya ilişkin de çok şey söylüyor. Dayı karakteri, biraz da Toptaş’ın yazmaya dair düşüncelerini dillendirmek için vardır: " …hikâye anlatırken kelimeleri ha bire kusmayacaksın Hasanım Ali, birçoğunu yutacak ve kâğıdın üzerine de yuttuğun kelimelerin boşluğunu bırakacaksın…" (s.213) Bu düşünceler, yazarın bütün eserlerinde sezdiğimiz kimliğini daha da görünür kıl ? SAYFA 20 CUMHURİYET 834
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle