Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? muz’unda yol ufukta gözükmüştür. Babası da bir demiryolcu olan Paksoy’un ilk hedefi İstanbul’dan kalkan Tahran Ekspresi ile seyahate başlamak olmuş ancak o büyülü otobüsün yer aldığı meydanda gözüne çarpan bir ilan çıkış planı değiştirmiştir. Benzin parası bölüşülerek eski bir otomobil; biri Vietnam’da savaşmış Amerikalı, diğeri Avustralyalı bir hippi ve genç Nadir toplam üç kişi yola koyulmuştur. Bu ekip İran’da dağılacak, Nadir Paksoy Afganistan’a doğru tek başına, o zamanın ve o yörenin kara yolu araçlarıyla devam edecektir. Sonrasında belirli güzergâhlara eklenen kısa dönemli yeni yol arkadaşları olmuştur kuşkusuz. Tahran’dan Meşhed’e, oradan Herat’a ve nihayet 6 Ağustos 1973 tarihi düşülmüş defter yaprağı Kâbil’e ulaşıldığını yazmaktadır. Şu satırlar defter notlarından: KADINLAR... “Eski Kâbil’deki kadınların hemen tamamı, diğer yerdekilerin çoğunluğu, çarşaflı ya da baştan aşağı peçeli. Peçenin yerel adı ‘burka’. Burkanın gözleri örten bölümü, kafes şeklinde örülmüş ki kadıncağız buradan önünü görebilsin. Belediye otobüslerinde kadın ve erkeklerin oturacağı yerler kalın tel kafeslerle ayrılmış... Otobüse binen, ‘aile’ bile olsa kadın öne, erkek arkaya biniyor. Halk tipi lokantalarda kadın kadına, tek kadın ya da ‘aile’ gelenlerle erkeklerin yerleri kalın perdelerle ayrılmış. Hatta bazılarında ‘aileye mahsus yerler’ , dört bir yanı kapalı tam bir ‘haremlik’ gibi kalın perdelerle çevrili localar şeklinde bölünmüş. İsteyen her aileye bir ‘loca’ veriliyor.” Kâbil’le ilgili sayısız ilginç gözlem var. Yine deftere pardon kitabımıza başvuralım: “Öğleden sonra Babür Bahçeleri’ne doğru yürüdüm. Timur’un Türbesi olduğu ileri sürülen türbeden geçip nehir boyunca yürümeye koyuldum. Timur’un mezarını Semerkant civarında diye biliyorum ama bu coğrafyada dini ve tarihi kişiliklerin birkaç ayrı yerde mezarına rastlanabiliyor! Zaten nehir, yatağı ve çevresiyle akarsudan çok, kanalizasyonu andırmakta.” Nadir Paksoy Kâbil’den Hayber üzerinden Pakistan’a, Peşaver’e geçiş yolculuğunu da özene bezene anlatır. Peşaver’den Taksila, Ravalpindi ve Lahor. Her köşede o yörelere özgü ayrıntılar ancak hemen her seferinde kalabalıklar, bisikletler, çekçekler, kaldırımlara, sokaklara serilmiş hayatlar... Dedik ya ‘başında kavak yelleri esen’ diye. İşte bu yelleriyle yeni yetme gezgin Nadir’in yolculuğunun neredeyse ortasında, 14 Ağustos 1973 tarihiyle babası Emin Bey’e gönderdiği karta ‘TCCD Gar Şefi; GebzeKocaeli’ adresi yazılmış. Eski defterin sararmış yapraklarından çıkan kartı da birlikte okuyalım: “Pakistan’a kadar geldim. Lahor’dayım. Buradan yavaş yavaş geri dönmeyi düşünüyorum. Pakis tan’da büyük bir sel felaketi var. Bunlardan birini ben de yaşadım. Her şey yolunda. Halk Türk olduğumu anlayınca candan ilgi gösteriyor. Selamlar. Nadir.” Gezinin asıl rotasında Katmandu da vardır. Ancak paranın ve pasaport süresinin hızla azalması bu düşü erteleme zorunluluğu doğurur. Bu azalma dönüş yolunu ve heyecanını da etkileyecektir.Yeniden Peşaver, yeniden Hayber Geçidi ve Kâbil. Kâbil’den Nadir Paksoy Kunduz ve Mezarı Şerif. KâbilHerat yolunda Gazne’ye uğrayış. Birkaç satırda günlüğün Gazne’de tutulan sayfasından: “Gazne’nin minareleri! Lise yıllarımın, öğrenciye kök söktüren, kuru anlatımlı, bol savaşlı, bol rakamlı tarih kitaplarını unutmak mümkün mü? Gazne tıpkı Balh gibi, geçmişteki manevi görkeminden eser kalmamış bir bozkır kasabası bugün. Türbe ve minareler kasabanın beş altı kilometre uzağında. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında, bin yılın ötesinden, döneminin günümüze değin ulaşabilen tek anıtı olmanın kimsesiz ve yorgun gururunu yaşıyor.” Nihayet... Herat’tan Meşhed ve İran. MeşhedTahran arasında gezi başında er telenen, gezi ortasında maceralı yaşanan tren yolculuğu. Derken Şiraz, İsfahan, Tahran, Rızaiyeh. Yaklaşık iki ay sonra Türkiye sonrasında. Yüksekova ve Hakkâri. Oradan Van, Malatya ve Güneydoğu’dan gezi sonu demeden gözlenenler, kayıt altına alınanlar. “DÜŞLER DÜŞ OLUP GİTTİ, YARINLARSA HAYAL” Hemen belirtelim ki, Nadir Paksoy’uın “Yaş 21: Hayber” kitabı, kuşkusuz gezi günlüğünden beslense de birbirinden kopuk satırlarla oluşturulmuş bir seçki değil. Gezgin yazarın bundan önceki kitaplarındaki biçemden ve birikimden fazlasıyla etkilenmiş olgunluk dönemi bir ilk kitap! Aslında gezi kitaplarını karıştırırken birden fazla cekincemiz olmaz mı? Ya bütünüyle tarihi ve görsel mekânların adreslerinin ve tanıtımlarının kâğıda dökülmesi ya da bundan kaçınılırken okuyucuyu düşsel bir seyahate çıkaramama. İşte Nadir Paksoy bu uçlardan bilgece kaçarak, her kitabında olduğu gibi bu son çalışmasında da bizi hem bilgilendiriyor hem de uzak diyarlara uçuruyor. Yirmili yaşlarında bir üniversite öğrencisinin hayalleri sonsuz, umutları engin ve coşkuları gürül gürül olmalı. Öyleymiş Nadir Paksoy’un ki. Ya 32 yıl sonra bugün. Yazarın kitabının başına Ömer Hayyam’dan alıntıladığı gibi... “Düşler düş olup gitti, yarınlarsa hayal” mi? Öyle mi gerçekten? ? Yaş 21: Hayber/ Nadir Paksoy/ Bağlam Yayınları/ 136 s. korkanlar olması rastlantı olmadığı gibi şaşılası da değildir. Herman Hesse Demian adlı yapıtında Novalis’ten alıntı yaparak “Yazgı ve ruh aynı kavramın farklı adlarıdır” der. Bu durumda Tanrı tarafından belirlenmiş değişmez bir yazgımız olduğu inancı, ruhumuzun karanlıklarının suçunu Tanrı’ya yıkmak olmaz mı? Peki, ruhumuzun karanlıklarda sakladığı güzelliklerden korkarak onları yok saymak daha büyük suç olmaz mı?” diye sorarak da çare(siz) bir kaderciliğe açıkça meydan okur. Bella, sürükleyici serüveninin sonlarına doğru iki dünya arasındaki gelgitler sırasında özünü çıplak görmenin zorlu ancak şanlı, zaferine ulaşır. Her büyük zafer gibi burada da korkuya yer yoktur. Sahi, “kendi özünü çıplak görmüş biri neden korkabilir ki artık.” Ayakları Sıcak Tutalım olur, ancak bu hayali gerçeğe dönüştürenlerden birisi daha da ileri gitti; bu duygularının ‘kitabını yazdı.’ Belda Öztürk genç bir avukat. Yeni çıkan kitabında, sadece duygularını dışavurmakla yetinmemiş bir de buna sanatsal estetik katarak kurgulamayı başarmış. Kitap, özü itibariyle bir genç kızın aşk ve âşık olduğu kişi ile giriştiği sessiz ama derin mücadeleyi konu alıyor. O güne dek yabancısı olduğu duyguların ortaya çıkması, başlangıçta bir boşluk ve nasıl davranılacağını bilememenin verdiği acemilik hissine sebep olsa da bu durumun atlatılması ve yaşanılanları tanımlama süreci çok uzun sürmez. İşte tam da bu noktada kitabın kahramanı Bella, duygularının toplamından yaşadığı dünyadan farklı bir dünyada yaşamış olduğunu fark ediyor. aşıp her şeyin olduğu gibi, mükemmellik arz ettiği kendi dünyasının kapılarını açmanın zamanı gelmiştir artık. Bu sırada tanımlamalara girişirken güçsüz taraflarını da görür. İlkin içi acır, kalbi sızlar. Gözyaşlarına engel olamaz. Gerçi engel olmak gibi bir çabası da yoktur, çünkü o gözyaşı dökmeyi sevinç ya da mutluluğun sonucu değil de duygularının gözle görülen ve bedeninden taşmış hali olarak algılar. Zayıf bulduğu yanlarının üzerine gider. Böylece güçsüzlüğünden güç yaratır. Yumuşak karnı olan aşk duygusuyla baş etmeye çalışırken oldukça dürüst davranır. Çoğu zaman zorlansa da kartlarını açık oynamayı tercih eder. Sonuçta bir şeyi yapmamış olmanın vereceği vicdan azabı yerine, o şeyi yapmış olmanın rahatlığında, taşları yerine oturtmaya koyulur. Buradan sonuca odaklandığı anlamı çıkarılmamalı. Onun için sonuçtan çok gidilen yol ve yolda karşılaşılan olaylar kayda değer biricik şeylerdir. Yazar kitabında, ayna karşısında durarak hem aynaya bakana hem de aynadaki görüntüye aynı anda bakmasını öğrenir. İki görüntü arasındaki farklar ve aynada görünmeyenler onun asıl olarak gördüğü, izlediğidir. ÇIKARSIZ VE HESAPSIZ BİR DÜNYA MÜMKÜN Yüreğinde hesapsız bir dünyadan başka bir şeye yer yoktur artık. O aşk duygusunu yaşarken bazen tatlı ayaklı bir genç kız bazen de korunmasız, masum ve sevimli bir sincaptır. Sevilmenin hak edilecek bir şey olmadığını, asıl sevginin, sevgilide değil, yüreğimizde gizli olduğunu fark etmesi de uzun sürmeyecektir. Sonuç olarak, Belda Öztürk, çıkarsız ve hesapsız bir dünyanın mümkün olduğunu bizlere anımsatmakta, duygularımızın sesini dinleyerek, sevgi dolu ve herkesin kendi ayakları üstünde durabileceği bir dünyanın anahtarını dolaysız, sade ve kolay okunur bir dille önümüze sermekte… Aşk belâsına bulaşmış herkes gibi, Bella da başlangıçta bunalımlar yaşasa da neticede öze ulaşmakla son bulan, bu duyguyu tatlı hislerle hatırlanan ve mutlak yaşanması gereken bir duyguya dönüştürmesini iyi beceriyor. Bu nedenle yaşananlar arasında çok şey var; pişmanlık duygusu asla yok. Bilindik değer yargılarıyla örülmüş özünüzü, çıplak görmek istiyorsanız bu sese kulak verin. Belda Öztürk’ün size söyleyecekleri olacak!.. ? econgun@gmail.com Ayakları Sıcak Tutalım/ Belda Öztürk/ Goa Yay./ 2005 / 147 s. KİTAP SAYI DUYGULARIN DIŞAVURUMU ? Coşkun ONGUN A vukatları nasıl bilirsiniz!? Şeytanın Avukatı filmindeki gibi suçlu olduğunu bildiği halde birilerini savunan genç olarak mı, yoksa ellerinde birer çanta, yanlarında icra memuru ile geldikleri evinizde “Borcunuzu ödemezseniz televizyonunuzu götürmek zorundayım” diyen ketum insanlar olarak mı? Belki de bir hakkınızı elde etmeniz bir avukatın sayesinde mümkün olmuştur. Siz de onları bu yönleriyle hatırlıyorsunuzdur. Nasıl bilinirlerse bilinsinler, her durumda onların duygularını gizlediklerini, işlerini yaparken özellikle bunu yapmak zorunda olduklarında hemfikirsizsinizdir mutlaka. Nasıl bir çocuk yuvasındaki görevlilerin duygusal kimselerden oluşması her durumda olmazsa olmaz bir kuralsa, avukatların duygusallıktan uzak, ancak doğrulardan sapmadan, mesleklerini yürütmeleri de o derece bir geçerli kuraldır. Bu durumda onlardan, duygularını açığa vurmalarını beklemek biraz hayal Yazar tarafından duyguların dışavurumu oldukça akıcı ve didaktik bir üslupla okuyucuya sunulmuş. Bu keyifli ancak dikenli yolculuk sırasında kendisinin dahi farkında olamadığı kimi duyguları olduğunu görüyor yazar. Okuyucunun tanıklığında bunları keşfetmekle kalmıyor; onları kurmaca bir dünya ile ‘ortalama dünya’ arasındaki değer yargılarının sınır çizgisi olarak belirliyor. Ortaya çıkan tüm duygular olumlu olmuyor elbette, ama onlardan kaçmak yerine kalmayı; direnmek yerine teslim olmayı seçiyor. Çünkü o aşamada ‘Bers’ in deyimiyle ‘kaçan değil kalan kurtuluyor.’ Kitabımızın kahramanı Bella, kendi dünyasının keşfine, Romalı düşünür Horatius’un dizelerini okumakla başlıyor: “Cesaretle düşün, Gir bu yola seve seve! İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse, yolunda bir ırmakla karşılaşıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer. Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir” diye buyurmaktadır, büyük filozof. Bella için de ortalama dünyanın yapay değer yargılarından oluşmuş ırmakları “...YAŞAMAKTAN KORKMADAN...” Gönül gözüyle gördükleri doğrusu o güne dek bildiklerimizi yerle bir edici niteliktedir. Bunun bir tezahürü şu şekilde kâğıda yansır: “Gözümüzü daha açmadan görmek istediklerimiz hakkında bir kısmını bilincimizle, çoğunu bilinçsizce oluşturduğumuz beklentilerimize ne kadar sıkı tutunursak, düş kırıklığımız da o kadar büyük olur. Oysa yaşamaktan korkmadan kendimizi bırakabilirsek, her deneyim ruhumuzu zenginleştirir, aydınlatır ve yaşamdan keyif almamızı sağlar” diyerek aynada gördüklerini okuyucuya sunar: Yine “Ölümden en çok korkanların yaşamdan korkanlar, kendi derinliklerinin gizlediklerinden ? SAYFA 26 CUMHURİYET 834