19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 4 TEMMUZ 2010 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI [email protected] Slavlarõn kardeşliği Bulgaristan’õn NATO’ya daha yeni üye olduğu günlerdi. Rusya’da soğuk bir kõş akşamõ, bulunduğum mahallede akşamlarõ uğradõğõm barda, bir ahbabõmla votka ve meze eşliğinde tarih sohbeti yaparken barõn müdavimlerinden 50’li yaşlarda bir adam, iyice içmiş bir halde, yalpalayarak içeriye girip bizim masadaki sohbeti dinlemeye başladõ. Tarih hakkõnda konuştuğumuzu görünce söze girerek, Ruslarõn en büyük millet olduğunu anlatmaya başladõ. Konuşmasõnõn bir yerinde, birden durup bana dönerek “Sen hangi millettensin?” dedi. Ben, o anda ne yanõt vereceğimi düşünürken, ahbabõm araya girerek “Seryoja, o bir Bulgar, ismi de Denis” diyerek bana göz kõrptõ. Adam, bu sefer, içinde dökmek istediği ne varsa, Bulgarlara dökmeye başladõ. “Siz, bizim Slav kardeşimizsiniz. Sizi Türklerden biz kurtardık. Fakat siz bize ihanet ettiniz. NATO’ya girdiniz” deyince ben, durumu atlatmak için “Yok canım, ihanet etmemişizdir. O, bizi yönetenlerin cehaleti. Biz, halk olarak Rusya’ya minnettarız” deyince, bana, “Komünist dönemi hatırlıyor musun” diye sordu. Ben, “Hatırlıyorum, ne güzel günlerdi” deyince “Tabii, çok güzel günlerdi, çünkü biz kendimiz aç kalıp sizi besliyorduk. Fakat siz bizi sattınız. Ama bizde Rus ruhu var, biz sizi affediyoruz” dediği anda, ahbabõm hemen duruma müdahale ederek “Eveeet, o zaman haydi, Slavların şerefine içelim” deyip ortamõ yumuşatõverdi. Seryoja’nõn bana o zaman en yalõn şekilde anlattõklarõnõ, Rusçayõ makale okuyabilecek düzeyde öğrendikten sonra, daha akademik üslupla ifade edilmiş olarak, Rus gazetelerindeki köşe yazõlarõnda ve makalelerde buldum. Bulgaristan’õn kõsa bir süre önce NATO’ya girdiği, Ukrayna’da ise daha bir iki ay önce turuncu devrimin yaşandõğõ o günlerde, Rusya’nõn yeniden imparatorluğa dönmesini isteyenler, “Kardeşimiz olarak gördüğümüz Bulgarlar NATO’ya girerken, yüzyıllarca düşman olarak gördüğümüz Türkler, Irak tezkeresini reddetti. Dünyaya bakışımızı yeniden gözden geçirmek gerek” diye yazõyorlardõ. Rusya’da halktan aydõnlara kadar her kesimde “Slav kardeşliği”ne veya “Panslavizm”e bakõş, kendi içinde zõtlõklarõ içeriyor. Bir taraftan Ruslarõn bütün Slav halklarõnõn ağabeyi olduğu üstü örtülü veya açõk şekilde dile getiriliyor, diğer taraftansa buna zõt gelişmeler yaşandõğõnda, “Bunlar için kılımızı kıpırdatmaya değmez” deniyor. Tarih ders kitaplarõnda bize öğretilenden farklõ olarak, Panslavizmi icat edenler Ruslar değil, Katolik bir Slav halkõ olan Hõrvatlardõr. Bütün Slavlarõn birleşmesi düşüncesi de, Katolik Slavlar arasõnda gelişmiş ve ilk başlarda, “kurtarıcı” olarak Polonya Krallõğõ görülmüştür. 1800’lerin ortalarõna kadar dõş politikasõnõ “Ortodoksların hamiliği”ne dayandõrmaya çalõşan Rusya yönetimi, o dönemde her geleneksel imparatorluk gibi milliyetçi düşüncelere soğuk bakõyordu. Fakat Ortodoks hamiliğine dayanan politikanõn daha fazla yürütülemeyeceği özellikle Kõrõm Savaşõ’ndan sonra ortaya çõkõnca, bu sefer Rus Çarlarõ “Panslavizm gelecekse onu da biz getiririz” diyerek ve Panslavizmi “Ruslaştırarak” dõş politikanõn temel unsurlarõndan biri haline getirdiler. www.avrasya-haber.net Kuzey Öyküleri Her bir mezar taşõ ayrõ bir yaşam serüveni demek. Mezar taşlarõ birbirine benzeseler de. İsveç’te üzerinde Türk adõ yazõlõ mezar taşlarõna baktõkça oraya gömülmüş olanõn buraya niçin gelmiş olduğunu, neden kaldõğõnõ merak ederim. Dizginleyemediğim bu merak duygusu belki de kendi içimde sonu gelmeyecekmiş gibi sürmekte olan hesaplaşmayla ilgili. Mezarlõk insanõn kendisiyle yüzleşmesini kolaylaştõran bir mekân. İsveç’teki mezarlõklarõn düzeni, bakõmõ, mezar taşlarõ insana huzur veriyor. Gezintiye çõktõkça arada bir mahallemizdeki Katarina Kilisesi’nin bahçesinde de gezinirim. Dõşişleri bakanlõğõ görevinde bulunduğu sõrada hunharca bir cinayete kurban giden Anna Lindh’in mezarõ da orada. Küçük bir mezarlõk. Tanõnmõş kişilerin adlarõ okunuyor mezar taşlarõnda. Mezar taşlarõ sanat eseri gibi. Haç eskilerde kaldõ. Artõk taşlarõn üzerinde o kişinin hobisini yansõtan resimler yapõyorlar. Motosiklet, gitar gibi. Son zamanlarda gitmedim ama mezarlõk konusuna aklõmõn takõlmasõnõn nedeni İlhan Selçuk’un cenaze töreniyle, okumakta olduğum Ayla Yazgan’õn “Kuzey Öyküleri” adlõ kitabõ. Ayla Yazgan Stockholm Üniversitesi’nde göçmenler üzerine araştõrmalar yapmõş olan bir sosyolog. Artõk emekli ve yõllarõn birikimine dayanan edebi çalõşmalarõnõ kitaplaştõrmaya başladõ. Önce 2005’te “Bir Gemide Gider Gibi” adlõ öykü kitabõ geldi. Ardõndan “Hem İçinden Hem Dışından Baktım” adlõ anõ kitabõ. Son olarak da “Kuzey Öyküleri.” Ayla Yazgan’õn üç yõl önce yitirdiğimiz eşi Abdi Yazgan 12 Mart’õn zulmünü görenlerdendi. Asõlsõz suçlamayla gözaltõna alõnmõş, ağõr işkence görmüştü. Yazgan ailesi zulme isyan ederek İsveç’e mülteci olarak gelmişti. İşkence sõrasõnda başlayan böbrek kanamasõ zamanla ağõr rahatsõzlõğa yol açmõş Abdi Yazgan ölünceye kadar diyalizle yaşamak zorunda kalmõştõ. Faşizmin yol açtõğõ toplumsal çöküş ile insanõn yaralanõşõnõ Ayla Yazgan kendi yaşadõklarõyla anlatõyor. Bir mülteci olarak da mültecilerin ruh halini “Karanlık Günler” adlõ öyküdeki şu satõrlarla: - Radyosu açõktõ otobüs şöförünün. Kartlarõmõzõ gösterdik. Yer bulup oturduk... - Usuldan başladõ o şarkõ sesi. İran yaylalarõndan kopup gelen bir ağõt mõydõ? Aşk ezgisi miydi? Põrõl põrõl akan berrak bir sesti. Kartõmõ gösterirken nasõl uzunca bir süre yüzüme baktõğõnõ anõmsadõm. O, “Benim de baktı” dedi. Bizi İranlõ sanmõştõ besbelli. Şimdi otobüsün yabancõ kalabalõğõnda oluşan o gizli bağla ruhlarõmõz bütünleşmişti. “Pembe Kuş” adlõ öyküdeki şu satõrlarõ okuyunca mezarlõk konusuna neden takõldõğõmõ anlayacaksõnõz: - Üç buçuk kişiydik. Ben, oğlum, gelinim ve arabasõnda uyuyan her şeyden habersiz küçük Papatya. İncecikten bir yağmur çiseliyordu. - Tertemiz kabristan huzur veren bir bahçe gibiydi. Kuşlar ötüyordu. Kabristan görevlisi sormuştu “Başka kimse yok mu?” - Kabristan görevlisi küllerinin bulunduğu, iki ucundan ipler sarkan küçücük fõçõyõ göstererek “Siz kendiniz mi indirirsiniz” diye sormuştu. “Hayır” demiştim o küçük çukura dehşetle bakarak. Kendi ülkesinde yaşayan birinin, ölümü düşünse bile aklõnõn köşesinden bile geçmeyecek manzaradõr Ayla Yazgan’õn anlattõğõ. Oysa adõ öykü olsa da anlatõlanõn gerçek olduğunu biz biliyoruz. [email protected] Bir nesli 20 yõlla sõnõrlarsak, Türkiye’nin son üç nesline, geçmiş 60 yõlõna kendi alanõnda damgasõnõ vuran iki-üç siyasi gazeteciden bir tanesi, belki de birincisi tereddütsüz İlhan Selçuk’tur. O babamõn, benim, çocuklarõmõn, hatta torunum yaşõndaki gençlerin de “abi”si olmuştu. İlkokul ve ortaokul yõllarõmda babam Akşam, Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinin müdavimiydi. Her gün en azõndan bir tanesini edinmeye özen gösterir, içindeki yazarlara göre satõn alõrdõ. Hafta sonlarõnda, özellikle de pazar günleri sistemli olarak bana yüksek sesle köşe yazõlarõnõ okuturdu. Hem okuma alõşkanlõğõ kazanmamõ ister hem de bazõ yazarlarõn makalelerinin, kulak dolmasõ da olsa okul kitaplarõndan farklõ görüş ve haberleriyle gündelik genel kültür düzeyimi yükselteceğine inanõrdõ. “Bak bakalım bugün Çetin (Altan) Abin, İlhami (Soysal) Abin, İlhan Abin neler yazmış”, diye beni teşvik ederdi. Ben de büyük bir ciddiyetle bu abilerimin (eleştirel) fikir ve bakõşlarõnõ kavramaya çalõşõrdõm. Solun 60’lõ yõllardaki ilk büyük kõrõlmasõnda, Milli Demokratik Devrimcileri Sosyalist Devrimcilere tercihimizde İlhan Ağabey’in etkisi belirleyiciydi... (Onu hiç görmemiş, hiç tanõmamõştõm. Ama ailemin bir parçasõ, 40 yõllõk ağabeyim gibi benimsemiştim, sevmiştim. İdeolojik plandaki “millici/askerci” hassasiyetine karşõn, kafamdaki “devrimci aydın” ve “yurtsever gazeteci” tanõmõna en uyan oydu. Üstelik tutarlõ ve de ilk bakõşta sanõldõğõndan çok daha evrenseldi. Çõkõş noktasõnõ, dönemin çoğu “solcu” önderleri gibi yalnõzca Sovyetler Birliği ve katõksõz enternasyonalist itaat, Çin sosyalizmi ve Kültür Devrimi veya Küba- Che Guevara çifti ve silahlõ direniş gibi öğelere dayandõrmõyordu. İnsanlõğõn geçmiş toplumsal ve siyasal kavgasõ, Anadolu’nun başkaldõrõ geleneği ve Alevi/Bektaşi bilgeliği kadar Fransõz Devrimi’nin açtõğõ ve biçimlendirdiği en geniş anlamdaki “Aydınlatıcı” ideolojiyi, eşitlikçi Cumhuriyet ve tam bağõmsõz demokrasiyi de savunuyordu. Onu artõk daha bir ‘aile’mden, ‘akraba’mdan görüyordum. Ancak 38 yõllõk Fransa deneyimim, günbegün yaşanan somut ve örgütlü bir işçi sõnõfõ mücadelesi gerçeği, egemen bir kapitalizme rağmen bu ülkedeki toplumsal ilerleme, kazanõmlarõ savunma, geliştirme savaşõ yaşama, dünyaya, sosyal değişime bakõşõma farklõlõklar getirse de özdeki bazõ değerler bizi birleştirmeye devam ediyordu. O benim biricik “İlhan Abi”mdi.) Her daim doğuştan tanõyormuş izlenimiyle yaşadõğõm İlhan Abi’yle ilk kez, sanõrõm 1994’te bir İstanbul ziyaretimde tanõştõm. Cumhuriyet’in Babõâli’deki tarihi binasõnda beklenmedik sõcaklõkta bir karşõlama yapmõştõ. Önümdeki insan, sanki rahmetli Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanõ “Abdülcanbaz”õn canlõsõydõ. Nitekim asilzade, zarif ve efendi görünümlü fiziği kadar, gösterdiği candan ilgi ve dikkat, hiçbir zaman iddialõ olmasa da söz ve hareketlerinden taşan lider karizmasõ, dünya ve özellikle de Fransa güncelliğini izlemekteki titizliği beni şaşõrtmõş, kişiliğine duyduğum saygõ ve sevgiyi arttõrmõştõ. “Batı’daki en büyük umudumuz Fransa. Fransız Devrimi’nin, Fransız solunun çocukları kapitalizme karşı en güçlü seddimiz, güvenimiz” derdi. Kendi deyimiyle, “Zırzop Sarkozy”nin iktidara gelmesi onda çok ciddi bir düş kõrõklõğõ yaratmõştõ. “Fransızlar böylesi seviyesiz bir adama nasıl kanarlar” diye yakõnmõş, “DeGaulle’ün, hatta Chirac’ın hiç olmazsa bir devlet adamı vakarı, endamı vardı. Züppenin teki bu! Şu adamcıkta ne buldular Fransızlar? Vah, vah vah!..” demeden edememişti. Her ziyaretimde Fransa’daki yaşam üzerine ayrõntõlõ sorular yöneltirdi. Kendisiyle geçirdiğim dakikalar, benim de ufkumda yeni õşõldamalar getirir, farklõ boyutlar açardõ. Sol partilerin, sendikalarõn durumlarõnõ sorar ve de özellikle demokrasinin olmazsa olmaz koşulu “bağımsız basın”õn durumunu bilmek isterdi. Son görüşmemizde Fransõz basõnõnõn temel taşõ, turnusol kâğõdõ Le Monde’un mali zorluklarõnõ, yeni yönetimi ve iktidarla ilişkilerini sorgulamõştõ. Fransa’ya olan ilgi ve sevgisini çoktandõr tanõyordum ancak gözlem ve sezgilerinin doğruluğu şaşõrtõcõ düzeydeydi. Siyasi bir örgüt veya çevrenin organõ olmayan, “tam bağımsız” Le Monde bile her dönem geleneksel merkez sol çizgisini sürdürememiş, bir ara sağ eğilimli Edouard Balladur’u destekler raddeye gelmişti. Ancak kamuoyu (öncelikle okurlarõ) ve gazete çalõşanlarõnõn tepkisi üzerine kõsa sürede toparlanmõştõ. İlhan Ağabey son yõllarda mali açõdan büyük zorluklar çeken gazetenin ne olacağõnõ merak ediyordu. Sevgili ağabeyim, sana o tarihte tatmin edici bir yanõt verememiştim. Gazete çalõşanlarõnõn 2 yõllõk bir mücadelesinden sonra Le Monde’un geleceği (henüz resmileşmese de) bugün, 28 Haziran’da (2010) belli oldu. Gazetenin zararlarõnõ “bağımsızlığa saygı” vaadiyle kapatmaya aday sermaye ortaklõklarõndan Bergé-Niel-Pigasse (BNP) üçlüsü, ipi göğüsleyen grup oldu. Sol çevrelerin “Berlusconileşme” olarak nitelendirdikleri bir süreçte her şeye yeltenen Nicolas Sarkozy, geçen 7 Haziran’da gazetenin Genel Yayõn Yönetmeni Eric Fottorino’yu çağõrtõp yeni ortaklar konusunda bilgi alma ayağõnda ‘tavsiye’de bulunmuştu. Bu küstahça “içişlerine müdahale” kamuoyunda geniş bir tepki yaratmõştõ. Geçen cuma toplanan “Gazete yazarları ve çalışanları meclisi” oybirliğine yakõn bir oylamayla Sarkozy’nin adayõ Perdriel-Orange-Prisa (POP) üçlüsünü istemediğini ve BNP üçlüsünü tercih ettiğini açõklamõştõ. Bu sabaha kadar ortaklõğa aday olan POP grubu karar aşamasõnõn belirleyici mercisi, adaylõktan çekildiğini duyurdu. İlhan Abi, Cumhuriyet bugün dünyada “Türkiye’nin Le Monde’u” unvanõna, yani ülkemizin tek “referans” gazetesi olma ayrõcalõğõna sahipse, bu gücünü öncelikle “çalışan ve okurları”nõn Cumhuriyet’in gerçek sahipleri olmalarõna ve bağõmsõzlõğõna borçludur. Son 50 yõl gibi çalkantõlõ bir tarih diliminde bu geminin kaptanõ sendin. Yeni nesiller mirasõna layõk olmak için dürüst, özgür, eşit, insancõl, uygar, aydõn bir toplum yolundaki saygõn gazetecilik mücadeleni bõrakmayacak. Rahat uyu... [email protected] KİEV DENİZ BERKTAY Tüm nesillerin aydõn ‘abi’si İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatõ (OECD) verilerine göre harcamalarõnõn sadece yüzde 10’unu eğitime ayõran Almanya, Batõ ülkeleri arasõnda sonlarda! Almanya Öğretmenler Birliği dikkati çekiyor: “Ülkeye 16 bin öğretmen daha gerekli... Öğretmen açığı son 30 yılın en doruk noktasında.” Almanya’da eğitimsizlik bütün eyaletlere yayõlõyor, zenginle yoksul arasõndaki mesafe her geçen yõl daha çok büyüyor. Bu olumsuz gelişmelerden en büyük zararõ, aralarõnda bizim insanlarõmõzõn da bulunduğu, fakirleşen sõnõfõn çocuk ve gençleri görüyor. İşte bu durumdan Alman yasalarõndaki boşluklarõ iyi bilen, çoğu öğrenci, akademisyen, işadamõ olan “Hocaefendiciler” yararlandõ. Bundan on beş yõl önce bu ülkenin üzerine serpiştirdikleri tohumlar artõk yeşerdi. Alman okullarõnda başarõsõz olan Türk çocuklarõnõ kõsa sürede kendilerine çektiler, toplumun itelediği bu göçmen çocuklarõna sahip çõktõlar! Her renkten politikacõyõ “zararsız Müslüman” ve “girişken genç işadamları” olduklarõna inandõrdõlar. Böylece emin adõmlarla ilerlediler, bugünkü güçlü konumlarõna ulaştõlar. Tabii onlarõ eleştirenler de olmadõ değil. Kimi kentlerdeki belediyelerin ve politikacõlarõn dikkatini çekmeye çalõşan Türkler yõllardõr boşuna uğraşõyor gibi. Karşõ çõkanlara, sanki suçmuş gibi, “Onlar laik Türkler, Atatürkçüler” deyip, özellikle Almanlarõn gözlerini korkuttular. Yetkililere göre bu genç işadamlarõnõn kafasõnda buradaki Türk çocuklarõna iyi bir eğitim vermekten başka düşünceleri yok! “Siz Fethullahçısınız” demeye kalkõşanõ dava açmakla korkutup sindirdiler. Alman gazeteciler bile yõllardõr üzerlerine gitmeye cesaret edemiyor. Bazõlarõnõ arada sõrada Türkiye gezilerine davet edip yumuşatõyorlar. Hocaefendicilere göre, Almanya çapõnda açtõklarõ dershane ve liselere yaptõklarõ milyonlarca Avro’luk yatõrõmõn kaynağõ son 15 yõlda kurduklarõ küçük şirketlermiş! İnanmak zor. Stuttgart Belediyesi yabancõlar ve uyum sorumlusunun bir zamanlar gazetelere yaptõğõ, “Gülen’e yakın olduklarını biliyoruz, yurtdışından destek geldiğini de tahmin ediyoruz, ancak kanıtlayamıyoruz” açõklamasõ resmi makamlarõn ne kadar aciz olduğunu gösteriyor. İnatla, “Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz” diye sorana hep, “Gülen adından rahatsız oluyoruz, çünkü o siyaset yapıyor” yanõtõnõ verdiler. Ancak son bir iki yõldõr nasõl olduysa Gülen hareketinin başõndakiler ve okullarõ kuran genç işadamlarõ birden dönüverdiler. “Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz” demeye başladõlar; “düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor”. Çoğu genç üniversite öğrencisiyle iş hayatõna yeni atõlmõş akademisyenlerin kurduğu küçük dernekler artõk görkemli salonlarda görkemli Gülen sempozyumlarõ düzenliyor. On binlerce Avro’yu bu uğurda hiç çekinmeden harcõyorlar. Kendilerine yakõn bulduklarõ, desteklerinden emin olduklarõ Alman din adamlarõnõ, politikacõlarõ ve gazetecileri, gerekirse yurtdõşõndan getirtip, bu toplantõlarda konuşturuyorlar. Gülen’i öven sözler havalarda uçuşuyor. Ancak aynõ Gülenciler, karşõtlarõyla açõk oturumlarda tartõşmaktan nedense kaçõnõyorlar, yapõlan katõlma önerilerini hep reddediyorlar! Kõsacasõ, bir bildikleri olmalõ ki, şeffaflõktan hâlâ çekiniyorlar. Sürekli diyalogdan söz edenler son aylarda yazõlõ sorularõmõzõ, “Siz Gülen Hoca hakkında olumsuz yazıyorsunuz” deyip yanõtlamõyorlar. Hocaefendicilerin paralõ okullarõnda Türk öğrencilerin oranõ yüzde 80’i buluyor... Filologlar federasyonunun, “Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli” demesi hiçbir işe yaramõyor. Çünkü çoğu politikacõ ve yerel yöneticinin kafasõ neler döndüğünü pek almõyor! Tek rahatsõz olanlar, kent belediyelerindeki uyum sorumlularõ. Fakat onlarõn da elinden bir şey gelmiyor. Başbakan Erdoğan’õn, Gülencilerin atõlõm yaptõğõ son yõllarda iki kez “Almanya’da Türk liseleri açılsın” isteğinde bulunmasõ acaba bir rastlantõ mõ? Yeşiller Partisi’nden Berlin eyalet milletvekili Özcan Mutlu, Erdoğan’õn bu õsrarlõ çõkõşõndan şüphe duyanlardan. “Almanya’da Türk okullarını Gülen tarikatı üyeleri kuruyor, sadece Berlin’de üç okulları var” diyen Mutlu bu isteğe olumsuz bakõyor. Marburg Philipps Üniversitesi’nden Türkolog Profesör Ursula Spuler-Stegemann da Başbakan Erdoğan’õn bu çõkõşõna ve Gülenci okullara şüpheyle bakanlardan. Yabancõlarõn çoğunlukta olduğu Berlin- Neukölln Belediyesi’nin başkanõ Heinz Buschkowsky de, “Erdoğan’ın amacı burada nasyonalist Türkler yaratmak mı” diye soruyor. İşte içinde bulunduğumuz bu aşamada Almanya’daki, yõllardõr böylesine yaşamsal konuda sesi pek çõkmayan Türk toplumuna, onu temsil eden kuruluşlarla derneklere ve sivil toplum örgütlerine çok önemli görevler düşüyor... www.ahmet-arpad.de PARİS UĞUR HÜKÜM Göçmen çocuklarõna onlar sahip çõktõ STOCKHOLM OSMAN İKİZ STUTTGART AHMED ARPAD
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle