02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 AĞUSTOS 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 İDSO ve İDOB’un sürekli izleyicilerinin bu yıl işleri çok zor AKM’siz bir yeni mevsim ünyanın bütün kültür başkentlerinde müzik merkezleri 20082009 programlarını hazırlayıp yayımladılar bile. Abonmanlar koltuklarını ayırtıyor, gazeteciler sanatçılarla, organizatörlerle söyleşiler yapıp tanıtım yazıları yayımlıyorlar. Metropolitan Operası’na, Berlin Filarmoni salonuna, İngilizlerin Proms konserlerine, Royal Albert Hall dizilerine, Londra Filarmoni programına; Paris Operası’na, Fransız Ulusal Orkestrası’na ve Hollanda’nın Concertgebouw salonuna bir göz attım. Müziğin bu köşebaşı salonlarında iki şey dikkatimi çekti: Birincisi seçilen yapıtların ne denli ağır ve tanınmamış olduğu. Örneğin Berlin Filarmoni salonundaki Concertgebouw Orkestrası’nın Bruckner, Messiaen ve Poulenc’ten oluşan program içeriği gibi. İkincisiyse bu ünlü salonlarda yer alacak sanatçılardan kimilerinin Türkiye’deki dinleyiciye de yabancı olmayışı. Ya festivallerimize gelmişler, ya Cemal Reşit Rey Salonu’na, ya İşsanat’a ya da İDSO’nun konuğu olmuşlar. Örneğin soprano Karita Mattilla ve mezzosoprano Elina Garanca gibi adları MET programında görüyoruz. Yine geçen yılki İstanbul Festivalin de hayran kaldığı Rafa Kalkma Sırası Ama Anayasa Mahkemesi’nin beklentilerin tersine partiyi kapatmaması bu destekten ötürü değildir. Öyledir diyenler beni inandıramazlar. Kapatılmama kararıyla ortaya kimi gerçekler çıkmıştır ki, dile getirmek zorundayım. Kapatılmaması gerektiğini savunan biri olarak şimdi “AKP keşke kapatılsaydı” demiş olmam, çelişkili bulunabilir. Kapatılması yanlış olurdu, hâlâ bu kanıdayım, ama bu hiç değilse Anayasa Mahkemesi’nin “kendi iradesiyle” yapmış olduğu bir yanlışlık olurdu. Şimdi olan durum şudur: Türkiye, tüm egemenlik alanlarına müdahale edilen bir ülke durumuna getirilmiştir. Kapatma davasıyla haftalarca toplumu oyalayan Anayasa Mahkemesi, AB kaynaklı müdahalelere direnememiştir. AB görevlilerinin Türkiye’yi adeta tehdit edercesine sözümona “uyarı”da bulunmadığını kim söyleyebilir? Benim açımdan ortaya çıkan ikinci sonuç, AKP’nin artık bu karardan sonra düşüşe geçmesinin kaçınılmaz olduğudur. Çünkü AKP’nin, ülkedeki demokrasi güçlerinden çok, AB’nin koruyup kolladığı bir parti olduğu ortaya çıkmıştır. Şu, “mağdur”dan yana olan halkın bunu görmemesi herhalde zor olur. Saadet’ten, Refah’tan, Hadep’ten, Dehap’tan esirgenen AB kaynaklı koruma kollama tutumu, AKP’ye cömertce sunulmuştur. AKP’nin tipik bir düzen partisi olduğu, uluslararası sermayenin çıkarları için bir tehdit olarak görülmediği, AB’nin, bu parti için Türkiye’yi tehdit etmeyi göze alabilmesiyle iyice bellidir artık. Dolayısıyla “mazlum” ya da “mağdur” olmaktan çok, Türkiye’yi sarıp sarmalayan emperyal ağın itibar ettiği bir parti olarak, temsil ettiği merkezdışında kalanları hayal kırıklığına uğratacak derecede “merkez”e oturmuştur AKP. ??? Şimdi ben size, falcılık gibi görülebilecek bir tahminde bulunayım. Yanılmayı göze alıyorum. Laikinin de, ulusalcısının da, muhafazakârının da, solcusunun da bilerek ya da bilmeyerek aktörü haline geldikleri bu politik oyunda, kapatılacak olan ikinci dosya Ergenekon dosyasıdır. AKP kapatılmadı, o zaman Ergenekon’cuların davasının da düşürülmesi gerekecektir. Düşürecekler, göreceksiniz. Susurluk’tan başlayarak Ergenekon’a kadar gelen uğursuz şahsiyetler sıyrılıp çıkacaklar bu işin içinden. Çünkü AKP’nin, çeteleşmeyle, “derin devlet”le hesaplaşması yoktur, hiç de olmamıştır. AKP’yi demokratikleşmede ittifak unsuru görenlerin yüzlerinin ne renk aldığını yakında görürüz. Bekleyin, Veli Küçük bir dışarı çıksın hele. kemalerdemol?yahoo.co.uk D mız şef Mariss Jansons’u Berlin Filarmoni Salonu’nda Concertgebouw Orkestrası’yla Berlin Fest mevsimini açarken buluyoruz. Avrupa ve Amerika’daki yerleşik dinleyici, yeni sanatçılar kadar duymadığı yapıtları da merak ediyor. Bizim konser organizatörlerimizse alışılmışın dışında bir yapıtı programa almaktan çekinirler. Gelelim bunca ünlü sanatçının uğrağı olan İstanbul’a. Kentin kültür merkezi AKM’de onarım başlayacağından içindeki opera, orkestra ve tiyatrolar evlerinden çıkartılıp kendi yazgılarıyla baş başa bırakıldılar. Şu anda İstanbul Operası’nın ve İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın yeni mevsimde nasıl bir program hazırladıklarından çok, nerede seslerini duyuracakları önemli. Prova için Üsküdar’daki Tekel deposu donatılmış, öte yanda konserlerin an cak on ikisinin yeri ve tarihi belirlenmiş. Açılış konseri 17 Ekim’de Aya İrini’de yapılacak; sonraki 3 konser de orada olacak. Kasımdan mayısa dek her ayın ilk konseri Caddebostan Kültür Merkezi’nde yer alacak. İTÜ’de yapılması planlanan haftalık konserlere ise henüz izin çıkmamış. Ayrıca Cumartesi konserleri ve dinleyicisi de bundan böyle ortadan kalkıyor. OPERANIN DURUMU Haziran başında terk edilen AKM’de yıllarını geçirmiş korepetitör ve besteci Aydın Karlıbel’den bir mektup almıştım. Şöyle diyordu: “AKM’nin tadilatının neler içerdiğini bizim camiada pek kimse bilmiyor. Binanın en sorunlu noktaları, sanatçıların prova yaptıkları mekânlardır. Örneğin orkestra çukuru, koro salonu, orkestra prova salonu, gibi. Orkestra çukurunun büyütülmesi hayati bir gereksinimdir.” Öte yanda operanın müdürü Suat Arıkan’dan daha iyimser bilgiler aldım: AKM 2010 projesine girmiş, herkesi kaygılandıran tümüyle yıkılması da söz konusu değilmiş. Doğalgaza geçme, su, aydınlanma, anons sistemleri, asansörler, izleyici koltukları, fuaye, vb. gibi birimlerde onarım yapılacakmış. Bina müdürü Bülent Bey kendisiyle her konuda irtibat halindeymiş. “Süreyya ağırlıklı bir sezon olacak. O sahneye uygun olan ‘La Traviata’, ‘Şen Dul’, ‘Orfeo’, ‘Midas’ın Kulakları’ gibi temsilleri; Mehmet Balkan’ın ‘Kamelyalı Kadın’ balesini seçtik. Rey’in ‘Çelebi’ adlı operası da Aydın Karlıbel ve Mehmet Ergüven’in katkılarıyla ilk kez gün yüzüne çıkacak. Bu arada Bahçeşehir Belediyesi’nin tamamlanmakta olan yeni sahnesinde de etkinlikler planlıyoruz. Üsküdar’daki eski Tekel binasında yapmaya başladığımız prova salonları sezon başına yetişecek. Atölyelerse Hasköy’e taşındı.” Evet, yöneticiler büyük bir gayret içinde. Öncelikle prova alanlarını oluşturuyorlar ki çalışabilsinler. Provanın ve icraların ayrı yerlerde olması büyük akustik sorunlar doğuracaktır. Ayrıca, çeşitlenen bu etkinlik mekânlarını dinleyici nereden, nasıl izleyip bulacak? İDSO’nun ve İDOB’un kemikleşmiş ve artık belli bir yaşın üstünde olan izleyicisini 2010 yılına dek elde tutmak için ayrı bir gayret gerekecek. Selçuk’un yapıtları Almanya’da Kültür Servisi Ünlü Türk çizeri Turhan Selçuk’un yapıtları 22 Ağustos tarihine kadar Schwäbisch Hall kentindeki Goethe Enstitüsü’nde sergileniyor. Selçuk’un sağlık sorunları nedeniyle katılamadığı serginin açılışında sanatçının evrensel boyutlu yapıtları büyük ilgi gördü. Bölge gazeteleri, Turhan Selçuk’tan övgüyle söz ederken, sergi açılışında gazeteci Mehmet Canbolat, sergi öncesi Susanne Schade, Stutgart Başkonsolosluğu’nda görevli Yardımcı Konsolos Mehmet Erkan Öner ve Goethe Enstitüsü Müdürü Peter Panes birer konuşma yaptı. Konuşmalarda, karikatür sanatının toplumsal eleştiri bağlamında çok önemli bir rolü olduğu belirtildi ve Turhan Selçuk’un çizer kişiliğinden 65 yıllık sanat yaşamı boyunca hiçbir sapma olmadığının görüldüğü vurgulandı. Sergi Schwäbisch Hall şehrinden sonra Marburg’a gidecek. Marburg Belediyesi’nin ev sahipliği yapacağı sergi, belediye galerisinde 2029 Eylül tarihleri arasında ziyaret edilebilecek. Selçuk’un yapıtları, 5 Ekim29 Ekim tarihleri arasında ise Frankfurt yakınlarındaki Walldorf Belediyesi’ne konuk olacak. Sergi için 5 Ekim günü bir açılış programı yapılacak.Turhan Selçuk’un, sağlık koşullarının elvermesi halinde Walldorf sergisinde hazır bulunması ve bir sohbet toplantısına katılması bekleniyor. Bir başarı öyküsü Özge KESKİN 27 Mayıs 1960 sonrası; Devlet Başkanı Cemal Gürsel tümüyle yerli bir otomobil yapılması için emir verir ve 23 mühendis bütün olumsuzluklara ve karşı çıkışlara karşın 130 gün sürecek zorlu bir çalışmaya başlar. İşte, bu 130 günün ve bu öykünün asıl kahramanları olan mühendislerin yaşadıkları Tolga Örnek’in Murat Dişli ile birlikte yazıp yönettiği “Devrim Arabaları” filmiyle beyazperdeye aktarılıyor. Daha önce dört belgesel film çeken Tolga Örnek, ilk uzun sinema filmi olan “Devrim Arabaları”nı “temeli gerçeklere dayalı bir hikâyeyi yan karakterlerle süsledik” diye anlatıyor. Bu öyküyü film yapma düşüncesinin 4 yıl önce doğduğunu söyleyen Örnek sözlerini “Filme başlamadan önce 7 ayı çok yoğun olmak üzere toplam 2 yıllık bir araştırma süresi geçirdik. O dönemle ilgili kitaplar okundu, projedeki mühendislerle röportajlar yapıldı, dönem basını tarandı ve belgeseller izlendi. Ayrıca teknik işler için de otomobilden anlayan kişilere danıştık” diye sürdürüyor. Sait Gencay, Uğur Polat, Selçuk Yöntem, Altan Vahide Gördüm, Serhat Tutumluer, Halit Ergenç, Taner Birsel, Onur Ünsal ve Seçil Mutlu’nun oynadığı filmin oyuncu kadrosunu nasıl oluşturduklarını sorduğumuzda, “Karakterlerimiz bire bir gerçek değil, gerçeklerden esinlenilmiş, ama bizim yarattığımız kişiler. Bu yüzden oyuncu seçiminde fiziksel bir benzerlik arayışı olmadı. Bizim için öncelikle iyi oyuncu olmaları önemliydi” diyen Örnek, çekimleri 5 hafta sürmesi planlanan filmin kamera arkası görüntüleriyle de bir belgesel yapılacağını ekliyor ve “Çalışmanın her aşaması kaydediliyor. Sadece filmin öyküsü ve çekimler değil, arabaların öyküsü de belgeleniyor” diyor. Beykoz Kundura Fabrikası’nda kurulan sette çekimleri süren filmin yapımcısı Türker Korkmaz da çok inandığı bu çalışmayı, “Bu film azmin ve başarının öyküsü. Gönülden inandığımız bir iş yapıyoruz ve asla ticari kaygı taşımıyoruz. Sponsorlarımız olmasına rağmen yetersiz kalıyor. Ama burada bütün sıkıntılara rağmen büyük bir dayanışma var. Hiyerarşi içinde işlemeyen bir sistem; yönetmeni, yapımcısı, oyuncusu, ışıkçısı.. hepsi bir masada oturup bir şeyler kattı bu filme. Biz burada birey olmadık, bir olduk. Yani bu filmin sponsoru biziz aslında” diye anlatıyor. Filmde “Recep Usta”yı canlandıran Altan Gördüm, filmin öyküsünü ilk okuduğunda çok etkilendiğini ve eşi Vahide Gördüm’le birlikte bu filmde yer almayı özellikle istediklerini belirtiyor. Gördüm, “Bu film biraz da yabancılar en iyisini yapar, Türk malıysa kötüdür düşüncesine karşı çıkan; biz neden yapmayalım diyen bir film. Ayrıca çok iyi bir ekiple çalışıyoruz. O yüzden bu filmde yer almak gurur verici” diyor. Filmin bir diğer oyuncusu Ali Düşenkalkar ise ‘Ben, bir Türk olarak, en çok bu girişimin başarıya ulaşmasını kim, nasıl engelledi de çok farklı bir düzeyde olabilecek sanayimiz ve milli gelirimiz bu kadar daraldı; işte bunu öğrenmek istedim’ diye anlatıyor filmde yer almasının nedenini ve ‘Ben bu rolün değil, bu öykü antiemperyalist meselede ne kadar anlatılabilir, bunun peşindeyim’ diye ekliyor. Çekimi neredeyse tamamlanmak üzere olan ‘Devrim Arabaları’ 29 Ekim’de gösterime girecek. 1960’ların ‘Devrim Arabaları’ film oluyor Orkestra şefi Stein öldü CENEVRE (AA) ATS haber ajansı, Alman orkestra şefi Horst Stein’ın 30 yıldır yaşadığı İsviçre’de hayata gözlerini yumduğunu bildirdi. Sanatçının ölüm nedeni belirtilmedi. 1928 Elberfeld doğumlu Stein, Almanya ve İsviçre orkestralarında görev yapmış, 1996’da emekli olduktan sonra Bamberg ve Tokyo senfoni orkestralarının fahri şefi ilan olmuştu. Stein, Viyana operasının da fahri üyesiydi. apatılması istemiyle AKP’ye karşı dava açıldığında, “kapatılmamalı” diyenlerdenim ben de. Bunu, demokrasilerde parti kapatılmaz gibi, tersini düşünenlerin rahatlıkla çürütebilecekleri zayıf bir gerekçeye dayanarak (ya da inanarak) değil, kapatmaktan beklenen amacın, kapatılma ile ters tepeceğine inandığımdan söylemiştim. Birbirimizi kandırmanın alemi yok, çok iyi biliyoruz ki, demokrasilerde partiler (tabii ki, kapatılmalı demiyorum ama) pekala kapatılırlar. Kaldı ki, Türkiye, dün de bugünkü gibi (bir değişiklik ya da ilerleme olmamıştır çünkü) demokratik (!) bir ülkeydi, ama Refah’ından, Saadet’ine, Hadep’inden Dehap’ına kadar bir dolu partiyi kapatmıştır “demokratik” kurumlarımız. ??? Kendimi, toplumun ilk bakışta anlaşılmayan ya da göz ardı edilen kimi reflekslerinden haberdar olan birisi sayarım. Devlet eliyle kapatılmış bir partinin “kitlesel inat” diyeceğimiz bir tutumla, eskisinden daha yüksek oranda destekleneceğine ilişkin bir de inancım vardır. Her ne kadar gazetelerin üçüncü sayfa haberleri hızla vahşileşen bireylere sahip olduğumuzu gösterseler de, “toplumsal anlamda”, nedense, “mağdur” olana karşı bir muhabbet olagelmiştir hep memlekette. Birey olarak, birçok olay karşısında sızlamayan ya da harekete geçmeyen vicdanların toplu halde acıma hissine kavuşması nasıl açıklanır bilemem ama, böyle bir toplumuz işte. Bizim ahalinin, “Peygamber Ocağı” diyerek, bir anlamda kutsallık da atfettiği “askeriye”nin, hedef aldıklarına karşı duyulan sempatisine verilecek çok örnek var. Anadolu insanının eşkıya sevgisi türkülere, destanlara konu olmamış mıdır? Çocuk kaçıran, genç kızlara tecavüz eden o çok ünlü Çakırcalı Mehmed Efe, bu kıyıcılığına karşın halkın sevgilisi olmuştur. Otoriteye kendisi boyun eğer, ama hangi gerekçeyle olursa olsun otoritenin karşısında diklenene de sempati duyar. Merkez dışında kalmış olanlar zoru görünce çoğunlukla kaçıp gittikleri olsa da merkeze isyan sayılacak tutumların sessiz, utangaç destekçileri durumundadırlar genellikle. 12 Eylül’den sonra askerlerin kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi ile seçimlerde ondan biraz daha fazla başarı göstermiş olan yine asker izniyle kurulmuş Halkçı Parti’ye yüz verilmemesi yakın örneklerdir. AKP, kapatılma davası açılmadan önce, bence düşüşe geçmiş bir partiyken, birçok kişinin dile getirdiği gibi, kapatma davasıyla yeniden hayat bulmuştur. Kamuoyu yoklamaları partiye, o merkezdışı kalmışların ya da kendisini öyle hissedenlerin, destek yağdırdığını ortaya koydu defalarca. K vet 18 kız öğrencinin ölüme gittiği, 29 öğrencinin de yaralandığı Konya’nın Balcılar beldesinde meydana gelen patlamadan sonra tek bir şikâyet bile yok! İşte işin püf noktası burası. Kızı yaralanan babalardan biri, “18 şehit verdik, güllerimiz açmadan soldu. Cenazelerimizin birinin yüzünde Arapça kendiliğinden ‘Lailaheillallah’ yazılmış. Bu büyük bir mucize. Şikâyetçi olmayacağız. Bu takdiri ilahi ve Allah’tan gelen bir şey.” İşte 12 Eylül sonrası bu ülkenin en güzel evlatlarını işkencelerde öldürenler, sürgüne gönderenler, solu neredeyse soluksuz bırakanlar, tarikatların önünü açanlar, ülkeyi yoksulluğa mahkum edenler gelinen yeri gördünüz mü? Kimse şikâyetçi değil! Gerçek bir demokraside yaşıyor olsaydık, bu patlama hükümetin tümüyle istifa etmesine neden olurdu. Çünkü suçlular, binayı denetlemedikleri için suçlular, kaçak Kuran kursları için ceza indirimi yaptıkları ve cezayı paraya çevirdikleri için suçlular, bu ülkenin insanlarını yoksul bırakıp tari E AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Tek Bir Şikâyet Yok! şıyor. Dini çok bütün ve kalbi hep yoksuldan yana çarptığını söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu yılın ilk altı ayında Çankaya Köşkü’ne 21 trilyonluk bir harcama yaptı. Başbakan’ın bir VIP uçağı vardı, olmadı kendisine de bir VIP uçağı aldı. Ama hâlâ kiralık yangın söndürme uçağı kullanıyoruz ve görülen o ki, doğa şartları aleyhimize, ama donanım yönünden yeterli değiliz, en önemlisi yapılan anketler AKP döneminde insan kaynaklarının verimli kullanımında büyük bir gerileme olduğunu gösteriyor. Tarikat dostları dünyevi işleri becermede biraz değil basbayağı geriler. Kimse şikâyetçi değil! Ama bizim içimiz acıyor, 18 küçük kızdan Leyla Semerci’nin fotoğrafı gözlerimizin önünden gitmiyor. O 13 yaşında okuyup öğretmen olmak iste katların kucağına attıkları için suçlular. Bu 18 küçük ölüden ötürü suçlular. Ey dini bütünlüğü kimselere bırakmayan iktidar partisi milletvekilleri, sizler nasıl insanlarsınız? Siz de buna “Allah’tan gelen bir şey mi” diyorsunuz. Hayır bu sizin iradenizden gelen bir şey! Bu nasıl bir yaz böyle? Arkadaşlarımdan biri avaz avaz bağırıyordu: “Gazetelerin birinci sayfasına bakamıyorum. Yüreğim kaldırmıyor, bir yanda 18 küçük ölü, öte yanda bir türlü söndürülemeyen Manavgat yangını! Neden daha çok uçak yok, neden daha çok itfaiye aracı yok!” Birileri onu cılız bir sesle yanıtlamaya çalışıyor: “Türkiye fakir bir ülke, gücü ancak buna yetiyor!” Öyle mi, ama Meclis Başkanımız Almanya’dan ithal edilen 1 trilyon değerinde çok lüks zıhlı bir BMW ile dola yen bir küçücük kız çocuğuydu. Fayans döşeme ustası babası sürekli işsizdi. Ve küçük kız ev kirasını ödemekte zorlanan ailenin sürekli ev değiştirmesi nedeniyle bir yıl içinde üç ayrı okula gitti. Sınıfını takdir belgesi alarak bitirdi ve anneannesi onu üç öğün yemek çıkarıldığı için Balcılar’daki Kuran kursuna yatılı yazdırdı. Ve bir gece patlama oldu ve küçük kız çocuğu gerçekten bir melek gibi dönüşsüz bir uykuya daldı. Leyla Semerci tek değil, bu ülkede çok uzun zamandır tarikatlar yoksulların, en alttakilerin tek umudu haline geldi. Gerçekleri gizleyen ekonomistler, hayâsızca ülkenin kalkındığını, demokratikleştiğini söyleyen köşe yazarları, sizin oturduğunuz sitelerde Leyla Semerciler görünmüyor, sizin gezdiğiniz yerlerde annelerinin birer küçük kopyası başka Leylalar var. Ama unutmayın sitelerin duvarları ne kadar yüksek olursa olsun toplumsal bir tsunami her şeyi, hiçbir ayrıcalık tanımadan eşitler. Ve şikâyetçi olmayanların bir gün şikâyetçi olacakları tutar. Hiç unutmadığım bir söz vardır: “Açlık ne Allah tanır ne de peygamber.” isilozgenturk?gmail.com Soljenitsin yaşamını yitirdi Kültür Servisi Ülkesine 1994’te dönen Rus yazar Aleksandr İsayeviç Soljenitsin 89 yaşında Moskova’daki evinde kalp yetmezliği sonucu öldü. “Gulag Takımadaları” ile 1970 ‘Nobel Edebiyat Ödülü’ alan Soljenitsin, SSCB döneminin en muhalif yazarları arasındaydı. Rusya’nın eski Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçen yıl Aleksandr Soljenitsin’e devlet ödülü vermişti. Yüzbaşı rütbesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katıldığında mektuplarında Stalin’i eleştiren, “Sovyetler Birliği’nin Hitler ile uzlaşma yolu bulmasının savaşı önleyebileceğini, bu yüzden Sovyet halkının savaştan dolayı yaşadığı yıkımdan Stalin’in Hitler’den daha fazla sorumlu olduğunu” iddia eden yazar için 1945’te tutukluluk ve ardından sürgün yılları geldi. Daha sonra, Nikita Kruşçev tarafından başlatılan operasyonlar çerçevesinde hakları geri verildiği için çalışabilecek ve 1962’de “İvan Denisoviç’in Bir Günü”nü yayımlayacaktı. Bir yıl sonra Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabul edilen Soljenitsin, 1966’da başka yapıtlarıyla tepki toplayacak ve 1966’da ülke dışına çıkma yasağı alacaktı. Sovyet hükümeti, 1974 yılında Soljenitsin’in vatandaşlığını iptal ederek yazarı sınır dışı etti. İsviçre’den sonra 1976’da ABD’ye yerleşen Soljenitsin, Mihail Gorbaçov döneminde, 1989’da yeniden Sovyet Yazarlar Birliği’ne alındı. Yazarın sürgünüyle ilgili karar 1991 yılında resmen kaldırıldı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle