02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 C söyleşi 8 AĞUSTOS 2008 CUMA Süheyl Batum, AKP’nin kapatılması davasında Anayasa Mahkemesi’nin tutumunu değerlendirdi: Karar uygun, durum trajikomik SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU Bugünkü gündemimiz AKP’ye kapatma davası, Ergenekon operasyonu, AKP’nin altı yıllık hükümeti süresince Türkiye’de olan bitenler. Konuğumuz anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Süheyl Batum. Batum, AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaması ama Hazine yardımının yarı yarıya kesilmesi kararına, “Uygun olmuştur” diyor. Türkiye’de son yıllardaki kargaşa ve karmaşayı küreselleşmenin ekonomik ve siyasi boyutlarına bağlıyor. Batum, şu anda ülkemizin küresel bir darbe sürecinden geçtiğine inanıyor. Anayasa Mahkemesi’nin AKP kararını nasıl yorumluyorsunuz? Karar uygun olmuştur. Türkiye açısından, Türk demokrasisi açısından yararlı olması umudumuzu söylemekten başka hukuksal ya da siyasal bir yorum uygun değildir. İkinci olarak dikkate alınması gereken husus anayasada siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin olarak getirilen düzenlemenin ilginçliğidir. 2001 yılından itibaren siyasal partilerin yasaklanması rejimini düzenlerken varmış olduğumuz noktanın yanlışlığı çok açık olarak karşımıza çıkıyor. Dünkü kararda Anayasa Mahkemesi üyelerinden 10’u AKP’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini kabul etmiştir. Bir ülkede parti yasaklanmasına karşı olabilirsiniz ve bu yönde bir düzenleme getirebilirsiniz. Yani bir parti ne yaparsa yapsın kapatılmaz şeklinde bir hüküm de getirebilirsiniz. Ya da bir partinin isterse devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ya da laik cumhuriyete aykırı olsun şiddet kullanmadıkça, şiddete bulaşmadıkça kapatılmayacağını öngörebilirsiniz. Ancak, Türkiye’de olduğu gibi bir düzenleme getirip “Parti odak haline geldiğinde Anayasa Mahkemesi kararına göre kapatılır” deyip sonra da 11 üyenin on tanesinin karar verdiği bir noktada bugünkü trajikomik durumu ortaya çıkartamazsınız. Sizce bu karardan sonra AKP liderliğinin tutumu ne olur? Başbakan’ın 22 Temmuz gecesi verdiği söze uygun olarak bütün halkı kucaklama yoluna mı gider yoksa tam gaz bildikleri yolda devam mı ederler? Davanın ve kararın muhakkak ki birtakım siyasal boyutları da var. Bundan böyle AKP medyası ve AKP aydınları, “liberal aydınlar”, “bu davadan sonra laiklik ilkesinin yeniden tanımlanması gerektiğini, Anayasa Mahkemesi kararının bu anlama geldiğini” ileri sürebilirler. Oysa bu siyasal bir yanlış olur. Çünkü ne 1982 Anayasası’nın 24. maddesindeki laiklik tanımı, ne Anayasa Mahkemesi’nin laiklik konusunda bugüne kadar verdiği kararlar, ne diğer mahkemelerin bu alandaki kararları ne de hukukçuların yorumları laiklik ilkesinin Türkiye’de diğer ülkelerden farklı bir uygulaması olduğu yönündedir. Zaten aksi olsaydı AİHM’nin gerek Leyla Şahin gerekse de RP kararlarında Türkiye’nin vardığı sonuçlardan aksi sonuçlara varması gerekirdi. Bu nedenle laiklik ilkesi aynen korunmalıdır. Laiklik ilkesinin Türkiye ile diğer Batı ülkelerindeki uygulamasının tek farkı Türkiye nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olması, çoğunluk nüfusu Müslüman olan hiçbir ülkenin laik olmadan demokratik olmamasıdır. Bu nedenle Türkiye gibi bir ülke ve bunun demokrasisi için en önemli ilke olmasıdır. Bir diğer siyasal boyut AKP’nin bundan sonra dikkatli olması, merkez partisi haline gelmesi gereğidir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki AKP ve AKP’liler Türkiye’ye 2002’de gelmediler. Daha önce RP kapandı. FP’yi kurdular. Aynı gerekçeyle o da kapatılınca AKP’yi kurdular. Umudumuz bu karardan sonra artık kolaycılığı bırakacakları, Türkiye’de siyasetin bundan sonra din üzerinden değil, ekonomi, kültür gibi diğer alanlardan yapılması gerektiği yönündedir. Parris nereden biliyordu? ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ve AKP şakşakçısı AB bürokratlarının karardan kısa süre önce yaptıkları tahminlerin kararla bire bir çıkması sizce çok ilginç değil mi? Gerek karardan çok önce ABD gibi bir ülkenin Ankara büyükelçiliğini yapmış ve halen de Türkiye’de iş yapan Mark Parris’in, “davanın 65 biteceği, partinin kapatılmayacağı, kararın ağustos başında açıklanacağı” yönündeki değerlendirmeleri gerek AB temsilcilerinin son günlerdeki değerlendirmeleri, gerekse de Vatan gazetesinde karar verilmeden 10 saat önce yer alan “kararın 65 çıkacağı yönündeki kesin bilgi”, üzerinde durulması çok gerekli noktalardır. Yapılması gereken bunların birer öngörü, ya önceden haber alma ya da bir baskının sonuçları olup olmadıklarının belirlenmesidir. Çünkü mahkemelerin kararları doğru, yanlış olabilir. Bu tartışılır, beğenilmeyebilir. Ama bir karar bazı kesimler tarafından önceden bilinebiliyorsa ya da belirli kişiler ya da güçler belirli kararların istedikleri yönde çıkması için baskı yapabiliyorlar ve sonuç tesadüfen de olsa önceden belirttikleri yönde çıkıyorsa bu kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Bu bir ülkenin adaletini, hukuk sistemini, dolayısıyla da o ülkenin demokrasisini bir daha geri gelmeyecek bir şekilde tahrip edebilecek bir gelişmedir. Bu nedenle Türkiye’de her aydının, her hukukçunun, hatta bizzat Anayasa Mahkemesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın temel görevi, karardan günler, haftalar önce kararın bu yönde çıkacağını nasıl tahmin ettiklerini, bunun sadece bir öngörüden ibaret olup olmadığını Mark Parris’e, AB temsilcilerine ve Vatan gazetesine sorup öğrenmeleridir. AKP’ye kapatma davası açıldığından beri yargıya içte ve dışta inanılmaz müdahaleler yapıldı. AKP kapatılırsa ekonominin çökeceği, Türkiye’nin bir kaos ortamına gireceği sözleri havalarda uçuşuyordu. Yargı böylesine bir baskı altına alınabilir mi, hele de kendilerini demokrasi havarileri ilan eden ABD’nin ve AB’nin siyasileri ve bürokratları tarafından? Böyle bir şey tabii ki olamaz. Ben bunu anayasa hukuku açısından şöyle yorumluyorum: Bu, sadece AKP’ye karşı açılmış bir davanın Avrupa’yı huzursuz etmesinden kaynaklanan bir durum. Veya Türkiye’de “demokrasiyi savunan bazı kesimleri” huzursuz etmiş olmasından kaynaklanan bir tepki ve ilgi. Bana göre bu dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi 1980’li yılların sonunda başlayan bütün dünyayı da bir şekilde etkisi altına alan bir sürecin Türkiye’de her boyutuyla uygulanırken buna bazı kişilerin, halkın bir bölümünün, bazı kurumların ve sonuç olarak da yargının karşı çıkmış olmasından olayın bu sürecin gerçek boyutunun ve uzantılarının ne olacağını anlamış olmasından kaynaklanan dışta ve içteki tepki diye yorumluyorum. Yoksa bir dava açıldı diye böyle bir tepki olmaz. Yani bu küreselleşmenin genişlemesine engel görülen gelişmelere karşı bir tepki mi? Dünyada 1990’lı yılların başından itibaren iletişim araçlarında baş döndürücü bir hızla bir gelişme oldu. Daha sonra sermayenin yönlenmesi ve ülkelerin üzerinden geçmesiyle küreselleşme dediğimiz bir olgu ortaya çıktı. Küreselleşme olgusunun salt ekonomik alanda kalması da mümkün değildi. Bildiğimiz bütün kavramların yeni baştan yorumlanması gerekiyordu. O yüzden, bağımsızlık, ulusal devletler, ulusal anayasalar, ulusal hukuklar gibi birtakım kavramların yeni baştan elden geçirilmesi gerekiyordu. Her ülkenin de kendini bu küreselleşmeye kendi çerçevesinde karşı koyması ya da uyum sağlaması yönünde farklı noktalara baskılar uygulanmaya başlandı. Türkiye’de de şöyle dendi: Bırakın laikliği. Çünkü küresellik bunu gerektiriyordu. Malezya’da benzer bir durum yaşandı. Farklı halk kesimleri orada yan yana yaşarlarken bu küreselleşmenin sonucunda sermayenin el değiştirmesiyle Malezyalıların sahip oldukları bütün malların yavaş yavaş yabancı şirketlere ve kişilere geçmesi sonucunda bir de halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu keşfedildi. O zaman İslam kurallarını uygulayalım, dendi. Hukuku aşağı çekme çabası Yani yapılanların anlaşılamaması için dinle insanları afyonlamak mıydı amaç? Evet. “Bu mallar benim elimden durup dururken neden çıktı” diye sorana, “Sus, günah. Yönetici senden iyi bilir” dendi. Böylece de Malezya bir anda şeriat kurallarının uygulandığı bir ülke haline geldi. Türkiye’de de 1980’li yıllarla birlikte bu uygulama rahat rahat yapılıyordu. Ama RP’nin kapatılması bunu bir şekilde durduran bir süreci başlattı. Bunun üzerine AİHM’ye gidildi. AİHM de RP’nin kapatılmasını uygun buldu. Bunun üzerine Türkiye’de belirli kurumlar ele geçirilmedikçe halkın oyunu almakla bu işin olamayacağı anlaşıldı. O zaman üniversiteyi de ele geçirmeye karar verdiler. Orduyu da ele geçirmeye çalışmayı hedeflediler. “Hukuku ele geçiremezsek de hukuku aşağı indiririz” kararına vardılar. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan saldırılar hukuku aşağı çekme çabalarının bir parçası mı? Hiç kuşkunuz olmasın. Sürece bakalım. Şemdinli iddianamesini, Van Üniversitesi Rektörü’ne yapılanları hatırlayın. Kafalarındaki şuydu: “Biz bir düzen kurmak istiyoruz. Bu düzen yürümüyor. Yürümediği için bizim birtakım kurumlarla mücadele etmemiz lazım. Bu cumhuriyetçiler, Cumhuriyet Gazetesi, birtakım aydınlar, üniversiteler, hukuk var.” İşte bu yüzden hukuka bu kadar yoğun bir baskı yapıldı. “Anayasa Mahkemesi kaldırılsın” diyenler oldu. Öylesine yoğun bir baskı kampanyası başlatıldı. Bir de sözüm ona aydınların bir bölümü kalktı, “Yargı taraf, bağımsız olmamalıdır. Bağımsız olursa bu Jakoben bir eğilimdir” dedi. Dünyada örneği görülmemiş tezlerle yargıya saldırdılar. İyi de yargı hukukun tarafında olmamalı mı? Tabii ki hukukun, anayasanın tarafında olacaktır. Bakın, 1993’te ABD’nin desteğiyle Rusya’nın başına getirilen Boris Yeltsin vardı. Rusya’da bir genel seçim yapılmıştı. Halk, Avrupa Konseyi’nin de doğruluğunu onayladığı bir seçimle parlamentosunu seçmişti. Ama parlamento eski komünist ağırlıklıydı. Yeltsin bunlarla çekişti. İşi çözemedi. Anayasa Mahkemesi’ni lağvetmek istedi. Parlamento buna “hayır” dedi. Bunun üzerine parlamentoyu feshetti. Parlamento da Yeltsin’i görevden alma kararı verince Yeltsin parlamentoyu topa tuttu. O Avrupa ve ABD Yeltsin’i alkışladı, “Aferin, demokrasiyi kuracaksın” dediler. Hangi demokrasiyi? Demek ki burada bir ilke filan yok. Amaç küreselleşme dediğimiz olgunun iletişim ve ekonomik alandan siyasal ve hukuksal alana bir an önce taşınmasıdır. Türkiye’de de bu yapılıyor. ‘Hukuk direndi tu kaka oldu’ Türkiye için biçilen bu ılımlı İslam modeli bunun sonucu mu? “Bu Türkiye laikliği içselleştirmiş. Boyuna arıza çıkarıyor. O zaman bu laikliği ortadan kaldıralım. Bir de başlarına bir başbakan koyarız. O başbakan, ‘Ben kefilim. Size ne oluyor?’ dediğinde kimse ağzını açamaz. ‘Adam Allah yolunda konuşuyor’ der” düşüncesiyle bir hukuk sistemi yerleştirmek amaçlandı. Hukuk buna direndiği için tu kaka oldu. Öte yandan bütün bu yapılmak istenenlere geniş halk kitleleri inanılmaz bir direnç ve tepki içinde değil mi? Yüzde yüz öyle. Türkiye’nin en büyük özelliği bu: Bana göre söyledikleriniz çok belirleyici. İnsanların planlarının geri tepmesinin nedenlerinden birisi de bu. Ben kulaklarımla duydum. “Biz bunu Rusya’da bile uyguladık. Putin’e kadar koskoca Rusya’yı parmağımızın ucunda oynattık. Bir zamanlar kimsenin ciddiye almadığı Berlusconi diye bir adam vardı. Küreselleşme onu İtalya’ya başbakan yaptı. Küreselleşme Fransa’yı da ele geçirdi. Sarkozy’yi cumhurbaşkanı yaptı” dendi. Küreselleşme böyle bir olgu. Bunun Türkiye’yi de etkilememesi mümkün değildi. Bunları küreselleşmeye karşı olduğum ya da olmadığım için söylemiyorum. Bir tespit yapıyorum. Dünyada getirdiği sonuçları görüyorum. Bunlar da bana göre son derece zararlı. Bildiğimiz bütün değerler, bağımsızlık, ulus, ulusal egemenlik yok oluyor. Ulusal bağımsızlık derken de içimize kapanmayı anlamıyorum. AİHM’nin Türkiye üzerindeki etkilerini kabul ediyorum. Bu konuda bir tez bile yazdım. Avrupa Konseyi’nin Türkiye üzerindeki yararlı etkilerini kabul ediyorum. Ama küreselleşme adı altında evrensel bütün değerleri ortadan kaldırılacak şekilde Türkiye’nin siyaseti ve hukukunun çerçevelenmesine karşı çıkıyorum. Türkiye’de şunu da yaptılar: Küreselleşme çerçevesinde benim gibi düşünmüyorsa bir adam gözaltına alınır, tutuklanır, 13 ay içeride kalır. Neden kaldığını bile bilmez. Sonunda ölür. Bizim hukuk anlayışımız buna uygundur. P O Prof. Dr. SÜHEYL BATUM R İstanbul, 1955 doğumlu. Ortaöğrenimini Galatasaray yükseköğrenimini Paris UnSorbonne T Lisesi’nde, Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yaptıktan sonra İÜ Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü’ne asistan R 1980’de olarak girdi. 1986’da “Siyasal katılma aracı olarak E referandum” konulu teziyle doktora derecesini aldı. 1996’da Galatasaray Üniversitesi’ne geçti. 2000’e kadar üniversitede İletişim Fakültesi Dekanlığı dahil çeşitli görevler yaptı. 20002003 arası Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı, 20032007 arası aynı üniversitenin rektörlüğü görevini üstlendi. 2007 Temmuz ayından beri üniversitenin Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı’nda dersler veriyor. Ergenekon operasyonunda küreselleşme etkisi Yani Ergenekon operasyonu da küreselleşmenin bir parçası mı? Evet, öyle. Ben o yüzden küreselleşmenin etkilerini görüyorum. Bu sadece Türkiye’de olmuyor. Küreselleşme şu anda en azından krize girdi. Sadece finans boyutuyla değil küreselleşme ideolojik boyutuyla da çöküyor. Bakın, bu işin başlangıcında, “ABD ne isterse dünyada o olur” dayatması yapılıyordu. Francis Fukuyama, “Tarihin sonu” dedi. Sonra da “Ben yanılmışım. Bana bunları yazdırdılar. Kusura bakmayın” gibisinden sözler etti. Aynı şeyi Türkiye’de de yaptılar. Birilerine para verip, “Bu kadınlar modernleştikleri için türban takıyor” diye yazdırdılar. Bu, ideolojik olarak insanlara refah getirmediği anlaşılınca darbe yemeye başladı. Bir de Türkiye’de ılımlı İslam modeli yerleştirilmeye çalışılırken işin hiç de öyle olmadığı, ılımlı İslam sanılan devletlerin son derece radikalleşebilecekleri ortaya çıkmaya başlayınca ekonomik yönden darbe yiyen bu hareket kendi içinde de tartışılır hale geldi. ABD’de bile artık bunun tartışıldığını, hatta, Türkiye’ye doğru mu yanlış mı siyaset uygulandığı tartışmalarının ağırlık kazandığını biliyoruz. Peki de Ergenekon nasıl olup da küreselleşmenin bir parçası olabiliyor. Bunu daha açık izah eder misiniz? Bir soruşturma açılır. Kişiler tutuklanır. Böylece bu olayda tutuklamayı gerektiren deliller var demektir. Tutuklama kararı için artık basit şüpheler yeterli değildir. Hele de tutuklamanın devamı yönündeki kararlar için böyle basit şüpheler hiç yeterli değildir. Elinizde ciddi deliller varsa 13 aydır dava açılmaz mı? 13 aydır bir iddianame oluşturulamaz mı? 13 ay sonra birtakım insanlar yine gözaltına alınıyor. Mustafa Balbay’dan duyduk. Savcı sormuş: “Anlat bakalım. Kozmik belge var mı? ABD Büyükelçiliği’nde yemekte ne işin vardı?” Tercüman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi’ye, “Telefonda neden küfürlü konuşuyorsun” diye soruluyor. Biz bunun için TCK’de 277. ve 288. maddeleri getirmişiz. “Bir soruşturma açıldığında bu soruşturma gizlidir. Bu korunacaktır” deniyor. Bu maddelere göre soruşturmanın gizliliğini bozana dava açılır. Soruşturmanın başlangıcından kesin hüküm verilinceye kadar geçen sürede yargının, soruşturmanın etkilenmesini sağlamak isteyenler varsa onlar cezalandırılır ya da en azından onlar hakkında soruşturma başlatılır. İyi de bütün iddianame, soruşturma tutanakları belli birtakım gazetelere açık açık servis edildi... Gazeteler, “Şu kişi gözaltına alındı. Peki, öbürünü neden almadınız? Öğrendiğimiz kadarıyla neler neler yapmış” diye yayınlar yaptılar. Ergenekoncular nükleer, biyolojik silahlar yapacaklardı, dendi. Bu maddeler TCK’de varsa neden hiçbir savcı bunları uygulamadı? Madem her şey hukuka uygun yürütülüyor neden bu yapılmadı? Yapılanlar ortada, biz bu bilgileri savcıdan, yetkililerden aldık, iddiaları ortada. Bir de bu operasyonun AKP’nin kapatılması davasına karşı bir rövanş olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Ben bunun bir rövanş olduğuna inanıyorum. Ama AKP’nin kapatılmasından daha ağır bir rövanş olduğunu düşünüyorum. Bu bence Türkiye’nin hukuk sistemine karşı bir rövanş hareketi. AKP’ye kapatılma davası açılmasaydı bile buna benzer davalar açılacaktı. Ergenekon operasyonu başladığında AKP’ye kapatma davası açılmamıştı. O zaman bu başka bir rövanş. Bağımsız yargıyı, hukuku, cumhuriyeti savunanları bir şekilde sindirme hareketidir bu. Her şeyi üst üste koyduğunuzda bağımsız yargıya, hukuka, aydınlara, üniversitelere belirli odaklara karşı bir mücadele açıldığını görüyorsunuz. Bu Bir darbe süreci mücadelenin ideolojik temelini küreselleştirme oluşturuyor. Bizim liberal solcu arkadaşlar hep askeri darbe umacısından söz ederken bütün bu konuştuklarımızın ışığında küresel bir darbe süreci mi yaşıyoruz? Yüzde yüz küresel bir darbe süreci yaşıyoruz. Bunu sadece biz yaşamıyoruz. Rusya, Malezya, Gürcistan, Ukrayna, İtalya, Fransa yaşadı. Ama ülkelerin kendi koşullarına göre bu darbelerin boyutları, araçları, uzantıları farklı oldu. Olaylara tek tek baktığınızda inanılmaz gibi geliyor. Örneğin Sovyetler Birliği. 1917’den 1990’ların başına kadar ayakta kalmış. Bizi şuna inandırdılar. Sözüm ona Rus ordusu darbe ya pacaktı. Yeltsin adında bir adam bir tank buldu, üzerine çıktı. Koca orduya, “Geri çekilin” diye bağırdı. O ordu Yeltsin’den korktu ve geri kaçtı. Yeltsin de böylece darbeyi durduran kahraman ilan edildi. Parlamentosunu topa tuttuğunda da o günün Ollie Rehn’leri, “Demokrasiye yaptığı muhteşem katkılardan dolayı kendisini kutluyoruz” diye alkış tuttular. Bütün bu yaşananlara baktığım zaman da şunu rahatlıkla söyleyebiliyorum: Türkiye’de yapılan küresel bir darbedir. Küreselleşme her yerde aynı sonuçları vermiyordu ama bir bakıldı ki başarısız olmaya başladı. Türkiye’deki şiddetin bir nedeni de bu. Türkiye’de bu darbe sürecinde bildiğimiz bütün kavramlar allak bullak edildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle