02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 AĞUSTOS 2008 CUMA dizi YORUM ÖZTİN AKGÜÇ C 13 Erdoğan’ın danışman olarak görevlendirdiği Alevi kökenli Çamuroğlu unutturma aktörlerinden sadece biri Unutturmak istiyorlar Ankara’da ablam öldü (...) apak bir pamuk yumağıydı saçları dilsiz tanığı kıyımların. en son hidayet karakuş’u dinlerken ağlamıştı bir ege kanalında: “anam dalları tutuşturmadan ayıklardı yeşil sürgünlerini / bunlar nasıl ateşe verdi insan kardeşlerini?” o gün cam kırıkları batmıştı yüreğine cankırımından sıvas’ın. gidişiyle kapandı benim de özel tarihim artık kimden dinleyeceğim çocukluğumun acırak öyküsünü ankara’da ablam öldü eksildi bir çocuk gülüşü ceylanların su içtiği o yalakta. ATTİLA AŞUT Bankacılık Alanında Gelişmeler tır. Bankacılık sektöründe 2007 yılında da büyüme sürmüş olmakla beraber, anlamlı göstergelere göre büyüme hızında önceki yıllara göre yavaşlama olmuştur. Cari fiyatlarla bir önceki yıla göre varlık (aktif) artışı yüzde 22.1’den yüzde 15.8’e; mevduat artış hızı yüzde 23.4’ten yüzde 14.1’e; kredi artış hızı da yüzde 42.5’ten yüzde 28.7’ye gerilemiştir. Sermaye yeterlilik oranı bir önceki yıla göre düşmüştür. Sermaye yeterlilik oranı (SYO) = Özkaynaklar / KRET + PRET + ORET, bir önceki yıla göre, yüzde 21.1’den yüzde 19.1’e gerilemiştir. (KRET, kredi riskine esas tutar; PRET, piyasa riskine esas tutar; ORET, operasyonel riske esas tutar). 2007 yılında bankalarda Özkaynak / Toplam Aktif Oranı’nın yüzde 12.0’dan yüzde 13.1’e yükselmesine karşın, sermaye yeterlilik oranının düşmesi, bankaların daha riskli işlere yöneldiklerini göstermektedir. Bankalarda yeterli gözüken “SYO” Basel II kuralları uygulandığında bu düzeyini koruyamayacağı açıktır. Bankalarda likidite oranları gerilemiştir. Bankalar genelinde 2007 yılında likidite oranları; “Likit Aktifler / Toplam Aktifler” oranı yüzde 39.6’dan yüzde 37.1’e, “Likit Aktifler / Kısa Vadeli Yükümlülükler” oranı da yüzde 65.7’den yüzde 62.4’e gerilemiştir. Bankalarda kredilerin mevduattan daha hızlı artması, çok belirgin olmasa da likidite oranlarında düşüşe yol açmıştır. Bankaların yabancı para pozisyon açıkları büyümüştür. Bankaları yabancı para (YP) aktifleri ile yabancı para (YP) pasifleri arasındaki fark, eksi 13.8 milyar USD’den eksi 21.7 milyar USD’ye yükselmiş; bunun sonucu “Net Bilanço Pozisyonu / Özkaynaklar” oranı da eksi yüzde 13.4’ten eksi yüzde 14’e yükselmiştir. Bankalarda kur riski artmış; ancak 2007 yılında YTL, USD’ye karşı değer kazandığından, kur riskinin artışı banka kârları üzerinde olumlu etki yapmıştır. Banka kârları cari fiyatlarla yüzde 30.7 oranında artmış olmasına karşın bir önceki yıl artış düzeyi yüzde 51.0’a göre yavaşlamıştır. Bankalarda kâr artışının yavaşlamasına karşın kârlılık oranları hafifçe yükselmiştir. “Net Dönem Kârı / Toplam Aktifler” oranı yüzde 2.3’ten yüzde 2.6’ya “Net Dönem Kârı / Özkaynaklar” oranı da yüzde 18.9’dan yüzde 19.5’e yükselmiştir. Bazı çevreler Sıvas’taki kıyımı unutturmak istese de yüreklerdeki acı asla sönmeyecek. 35 aydının diri diri yakıldığı Madımak Oteli önünden yaşanan vahşeti gösteren manzaralar her zaman arşivlerdeki yerini koruyacak. B u konudaki ilginç gelişmelerden biri de, son seçimlerde AKP’den milletvekili seçilen Alevi kökenli yazar Reha Çamuroğlu’nun “Madımak Müzesi” konusunda takındığı şaşırtıcı tutumdur. Hükümetin sözde “Alevi açılımı”nı gerçekleştirmek üzere Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Danışman” olarak görevlendirdiği Çamuroğlu, bu konuda “açılım sağlamak” bir yana, kısa sürede AKP politikalarına uyum sağlayarak Alevi kesimin istek ve eğilimlerine duyarsızlaştı. O kadar ki, Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesi önerisine bile şiddetle karşı çıkarak herkesi şaşırttı! Reha Çamuroğlu, Milliyet gazetesinden Devrim Sevimay’ın bu konudaki sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “Ben böyle müzeler, kırım anıtları, bunları sevmem. Benden böyle bir şey beklemesinler. Bazen hatırlamaktan çok unutmak gerekir.” (3) Çamuroğlu, aynı konuda, köktendinci Vakit gazetesine yaptığı açıklamada ise, Sıvas kıyımını unutturmak istemeyenlere şöyle sitem ediyor: “Acılarımızı hatırlamaya niçin bu kadar meraklıyız, anlamıyorum.” (4) Oysa, “Sıvas kıyımını unutmayacağız, unutturmayacağız!” çığlığı, ilk günden bu yana, başta Aleviler olmak üzere, tüm insan hakları savunucularının ortak belgisi olmuştu. NUTMAK MI, YÜZLEŞMEK Mİ? Reha Çamuroğlu, içinden geldiği Alevi toplumunda şaşkınlık ve tepki uyandıran bu yaklaşımı dolayısıyla çok eleştirilmiş, “yol düşkünü” ilan edilerek yalnızlığa itilmişti. Sonunda, AKP hükümetinin verdiği “Alevi açılımı” sözünün oyalama U ve aldatmaca olduğunu kendisi de gördü ve Erdoğan’ın “Alevi Danışmanlığı”nı bırakmak zorunda kaldı. Ama Aleviler’in gözünde “işbirlikçi” olmaktan kurtulamadı... Çamuroğlu, her ne kadar Sıvas kıyımını unutturmaya çalışsa da, olayın mağdurları unutmaktan yana değil. Sözgelimi, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Av. Fevzi Gümüş, “tarihin tekerrürünü önlemek için, yaşananlardan ders çıkarmak gerektiğini” söylüyor: “Tarihin Madımak katliamı olarak not ettiği bu vahşet, o gün bugündür lanetlenir, ancak hemen ertesi gün unutulmaya bırakılır. Çünkü, içinde onlarca insanın bulunduğu koca bir otelin, içindekilerle birlikte yakılması, pek anımsanmak istenmez. Oysa tarih, anımsanabildiği ölçüde, insanlığın geleceğine ışık tutan bir alandır. Tarihin tekerrürünü önlemek için yaşananlardan dersler çıkarmak gerekir. Madımak gibi, tarihin en büyük vahşetlerinden birinin yaşandığı bu coğrafya insanı açısından ‘unutmamak’ ve ‘unutturmamak’, vicdani ve toplumsal bir görevdir.” Ece Temelkuran, Sıvas kıyımının 14. yıldönümünde yazdığı köşe yazısında “müze” konusuna değinerek “Bu ülke, utançlarından ve acılarından kaça kaça hep aynı acılara ve utançlara yakalanıyor” demişti. (5) Sıvas yangınını çıkaran siyasal çiz ginin yandaşları, on beş yıl sonra bile kendileriyle yüzleşmekten korkuyorlar! Bir örnek: RefahYol Hükümeti’nin Adalet Bakanı Şevket Kazan, hem avukat, hem bakan olarak Sıvas sanıklarından hiçbir yardımı esirgemedi. Geçenlerde bir televizyon kanalında izledim kendisini. Kazan, o günkü tutumundan dolayı hiçbir pişmanlık duymadığını söyledi ve müze önerisine karşı çıktı. Madımak’ta diri diri yakılanların anısına bundan büyük saygısızlık olur mu? Şeriatçı tehlikenin boyutlarını, on beş yıl öncesine göre bugün daha somut olarak görebiliyoruz. Dinci ideolojinin simgesi durumuna getirilen türban, artık devletin en yüksek katlarında bayrak gibi dalgalandırılıyor. Devletin tüm kurumları dinci bir kuşatma altında. Türkiye Cumhuriyeti, “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle hakkında Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açılmış bir siyasal parti eliyle yönetiliyor... Başka söze gerek var mı? *** Sıvas olayı, Cumhuriyet tarihimizin en utanılası sayfalarından biridir.. Edebiyatçılar Derneği’nce 1994 yılında yayımlanan “Sıvas Kitabı / Bir Topluöldürümün Öyküsü” adlı bel ürkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) “Bankalarımız 2007” başlıklı yayınından yararlanarak (yayın no= 255), gecikmeli de olsa, bankacılık alanındaki gelişmeleri özetlemeye çalışayım. Bankacılık sektöründe yabancılaşma eğilimi sürmektedir. 2007 yılında Tekfen Bank AŞ hisselerinin yüzde 70’i Eurobank EFG Holding’e, MNG Bank AŞ hisselerinin yüzde 91’i Arab Bank PLC ve Bank Med’e, Oyak Bank AŞ hisselerinin tamamı da ING Bank N.V’ye satılmıştır. MNG Bankası’nın unvanı Turkland Bank; Oyak Bank’ın unvanı da ING Bank olarak değişmiştir. Böylece ülkemizde faaliyette bulunan 33 ticaret (veya mevduat) bankasının 18’i; 13 kalkınma ve yatırım bankasının da 4’ü yabancı sermayeli banka haline gelmiştir. Ancak burada yabancı sermayeli banka dar tanımlıdır. Sermaye çoğunluğu ve/veya yönetimi, denetimi yabancı uyruklu kişilere ait olan bankalar, yabancı banka olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu 18 dar tanımlı banka dışında, Türkiye Ekonomi Bankası (TEB), Yapı Kredi Bankası, Akbank, Şekerbank ve T. Garanti Bankası’nda yabancılar, yönetimi etkileyecek oranda nitelikli paya sahip bulunmaktadırlar. Ayrıca T. İş Bankası, Tekstil Bank, T. Sınai Kalkınma Bankası, T. Halk Bankası ve T. Kalkınma Bankası’nın pay senetleri de IMKB’de işlem görmektedir. Yabancıların borsadaki payının da yüzde 70 dolayında olduğu ve daha çok banka hisse senetleri üzerinde yoğunlaştığı dikkate alındığında, bankalarda yabancı sermaye payı, bazı hesaplamalara göre yüzde 40’ı aşmaktadır. 2001 banka krizi ve AKP iktidarı öncesi yabancı bankalar, Türkiye’de yeni banka kurarak ve/veya şube açarak geldikleri halde, son dönemde ulusal bankaları satın alarak gelmektedirler. Bu nedenle banka sayısında bir değişme olmamaktadır. Dar anlamda yabancı sermayeli bankaların, ticaret bankaları içindeki payı, 2001 yılında şube sayısı olarak yüzde 3.4; çalışan sayısı olarak yüzde 4.1, kredi ve mevduat payı olarak yüzde 3 düzeylerinde iken 2007 yılında bu paylar şube sayısı olarak yüzde 23’e, çalışan sayısı olarak yüzde 24’e, toplam varlık (aktif) olarak yüzde 15.6’ya, mevduat toplamı olarak yüzde 14.4’e ve kredi içinde de yüzde 19.6’ya yükselmiştir. Bankaların büyüme hızı, bir önceki yıla göre genelde yavaşlamış T gesel çalışma, bu “yangını” içeriden yaşayanların tarihsel tanıklıklarıyla doludur. “Hâfızai beşer”, ne denli unutmaya yatkın olursa olsun, “Sıvas Katliamı”, toplumsal belleğimizde hep taze ve diri kalacak, asla unutulmayacaktır! Ellerimiz, “Ozanlar Kenti” Sıvas’ı “Ölü Ozanlar Kenti”ne dönüştürenlerin her daim yakasında olacak! Abdullah Rıza Ergüven’in dediği gibi: “Hep o kıyımcılar / ellerinde kan, çamur, irin / bin dört yüz yıldan beri! / Sıvas’ta ölenleri unutmadık / Sıvas unutmadı bizi...” BİTTİ Ek protokol baskısı... Mahmut GÜRER ANKARA Avrupa Birliği (AB), kapatma davası sürecinde büyük destek verdiği AKP iktidarından, bunun karşılığını bir an önce almak istiyor. Birliğin Türkiye’ye, Kıbrıs Adası’ndaki tek resmi temsilcinin Rum kesimi olarak tanınmasını öngören Ankara Antlaşması Ek Protokolü’nün TBMM’de kabul edilmesi için baskı yaptığı belirtiliyor. AB daha önce Türkiye’nin ek protokolü onaylamaması durumunda müzakere sürecini 2009’a girilmeden askıya alacağını duyurmuştu. Diplomatik kaynaklardan edinilen bilgilere göre kapatma davası sürecinde AKP’ye koşulsuz destek veren AB, bunun karşılığını istemekte gecikmedi. AB yetkililerinin Türk muhatapları ile gerçekleştirdiği görüşmelerde, ek protokolün bir an önce yürürlüğe girmesini istediği bildirildi. Bunun yanı sıra AB’nin AKP’nin kapatılmasına ilişkin davanın sonuçlanmasının hemen ardından, söz konusu protokolün TBMM’ye getirilmesi istemini çeşitli şekillerde Ankara’ya ilettiği de vurgulandı. AB’nin 2005 yılı Eylül ayında ek protokol ile ilgili olarak yayımladığı deklarasyonda, “Avrupa Topluluğu ve üye ülkeleri, ilgili konularda müzakere başlıklarının açılmasının, Türkiye’nin tüm üye ülkelere olan sözleşme yükümlülüklerini uygulamasına bağlı olduğuna işaret eder. Yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmede başarısızlığa uğraması durumunda müzakerelerin gelişimi bütün olarak bundan etkilenecektir” denilmişti. 2007 yılı Brüksel açış zirvesinde de deklarasyon gereği 8 müzakere başlığı askıya alınarak Türkiye’ye ek protokolü imzalaması ve müzakere sürecinin devamı için 1 yıl süre tanındığı açıklanmıştı. AB gözlemcileri de, AKP’nin kapatılmamasının “demokratikleşme” için önemli bir adım olmasına karşın bunun tek başına yeterli olamayacağını vurguluyorlar. Söz konusu protokolün Türkiye tarafından 2009 sonuna kadar onaylanmaması durumunda, müzakerelerin askıya alınabileceğini belirten gözlemciler, “Kapatma davasından çıkan sonuç ile Türkiye tren kazasından kurtuldu. Ancak Ankara Antlaşması Ek Protokolü ile gemi kazası yapabilir” yorumunda bulunuyorlar. Başta AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn olmak üzere birçok AB yetkilisi, AKP’nin kapatılması durumunda müzakerelerin askıya alınabileceğini ifade etmişti. Ankara ise konuyla ilgili olarak BM sürecinin başlaması nedeniyle AB’nin istemine çekince ile karşılık veriyor. Dışişleri Bakanlığı kaynakları, Kıbrıs’ta herhangi bir çözüm olmadan ya da KKTC üzerindeki izolasyonlar tümüyle kaldırılmadan ek protokolün TBMM’ye gönderilmesinin söz konusu olmadığını belirtirken, AB’nin baskısını da Fransa’nın dönem başkanlığına bağlıyor. AB Dönem Başkanı Fransa’nın, Kıbrıs Rum Kesimi ile ekonomi olmak üzere çok sayıda ikili anlaşmasının yanı sıra, geçen yıl imzalanan Savunma ve İşbirliği Protokolü gereği adada bir de üssü bulunuyor. mperyalizmin en korktuğu şey bir ülkedeki ulusalcı (milliyetçi) hareketlerdir. 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa ve ABD sömürgeciliğine karşı, Asya’da, Afrika’da, Güney Amerika ve Ortadoğu’da yoğun ulusalcı hareketler yaşandı. 21. yüzyılda bu süreç, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da süregelmektedir. Güney Amerika’da Venezüella’nın (ve Chavez) başını çektiği Mercosur hareketi ilerliyor. Türkiye’de 1990 sonrasında ABD ve AB’nin iktisadi, siyasi ve sosyal yapıda denetimi, yönlendirmesi ve varlığı genişledi ve derinleşti. Bireyler, şirketler, sivil toplum örgütleri, kamu kuruluşları “Batı’nın oluşturduğu ve içinde yer aldığı” bu sömürgeci altyapı (veya düzen) içinde adeta esir alındılar. Hem şikâyet ediyor hem de parçası oluyoruz. Böyle bir sömürgeleşme düzeninde Batı’nın en korktuğu şey “ulusalcı (milliyetçi) hareketlerin” yaygınlaşmasıdır. Türkiye’deki ulusalcı (milliyetçi) oluşumlar, özellikle soğuk savaş sonrasında, “antiemperyalist ve Batı karşıtı bir gelişme çizgisi içine girdi”. Bu bir “Batı düşmanlığı değildir”; Batı’nın Türkiye ve bölge üzerinde dayattığı sömürgeci uygulamalara karşı tepkidir. Tepkiden de öteye, “toplumsal bir korunma içgüdüsüdür”. E BIÇAK SIRTI EROL MANİSALI Tarihte Batı içinde sıkça görüldü; ABD’nin bağımsızlık sırasında İngiltere’ye, Almanya’nın yine İngiltere’ye karşı milliyetçi (korumacı) tavırları, bir anlamda “sömürülmeye karşı toplumsal bağımsızlık tepkileridir”. Alman iktisatçı Friedrich List, İngiliz sömürgeciliğine karşı korumacılığın ilk kuramsal örneğini teknik anlamda, asırlar önce vermiştir. Bugün Türkiye örneğinde ulusalcı (milliyetçi) hareketler içinde hangi akımlar yer alıyor? 1990 sonrasına baktığımız zaman sol, sosyal demokrat, merkez, merkez sağ gibi düşünce yelpazesi içinde bulunan milliyetçiler (ulusalcılar) vardır. “Siyasal İslam” boyutunda Milli Görüşçülerin, “Batı karşıtı ve antiemperyalist dokusu içinde” milliyetçiliğin de belli ölçüde, dolaylı olarak bulunduğunu görüyoruz. Soldan sağa her çizgide “kendisini milliyetçi (ulusalcı) olarak tanımlayan” pek çok çevre var. Gerçek ulusalcıları (milliyetçileri) ayırt edebilmek için, “emperyalizm karşısındaki duruşlarına bakmak Naylon Ulusalcıları Üreten Kim? gerekir”. Bir sosyal demokrat, Türkiye üzerindeki emperyalist baskıya ses çıkarmıyorsa “ben ulusalcıyım demek hakkı olamaz”. Merkez sağda bir siyasi parti BOP’u görmemezlikten geliyorsa “milliyetçiliği, fırsatçılıktan başka bir anlam taşımaz”. Hele kimi çevrelerin “hukuk dışı yollarla iktisadi ve siyasi güç sağlamak amacı ile” milliyetçiliğin arkasına saklanmaları düpedüz sahteciliktir. Siyasal İslamda ve sermaye çevrelerinde olduğu gibi milliyetçiliği (ulusalcılığı) kullanan naylon milliyetçiler çıkabilir. Bu tür çıkar amaçlı sahte milliyetçiler yanında, “El Kaide’nin üretilmesi gibi” Batı emperyalizmi tarafından Türkiye’de üretilmiş “sahte milliyetçiler” vardır. Sıralayalım; 12 Mart darbesini yapan Amerikancı paşalar, “Amerikancı soğuk savaş milliyetçileriydiler”. 12 Eylül’ü hazırlayan “Amerika’nın çocukları”, kendilerini milliyetçiler olarak pazarladılar. 12 Eylül “naylon milliyetçilerinin amacı”, 1961 Anayasası’nı ve katılımcı demokrasiyi ortadan kaldırarak gerçek mil liyetçiliğin yolunu kesmekti. Bunda çok başarılı oldular: Siyasal İslamın yolunu açarak cemaatlerin, tarikatların sisteme egemen olmasına yol açtılar. Uluslararası sermayeyi, onun ortaklığında eğitimden siyasete, sistemin ortasına Özal’la birlikte yerleştirdiler. 1990 sonrasında Batı’nın Türkiye ve bölgedeki dayatmalarına karşı milliyetçi (ulusalcı) hareketler tekrar gelişmeye başladı. ABD ve AB olağanüstü bir saldırganlıkla, “adeta Türkiye’de sivil darbe yaparcasına” baskıya başladılar. Hedefte, ulusalcılar (milliyetçiler) bulunuyor. Kimler kullanılıyorlar; işbirlikçi siyasal İslam, kimi sermaye çevreleri, kapitalist liberaller ve tabii bölücüler. 2008’de Türkiye, Batı’nın kuşatması altındadır. Türkiye’nin ele geçirilmesi için gerçek milliyetçilerin tasfiye edilmesi gerekiyor. BOP’un önündeki en büyük engel ulusalcılardır. 2008’de Türkiye, emperyalizmle yüzleşmektedir. Meclis’teki milletvekilleri, barolar, üniversiteler, medyadaki yazarlar, işçiler, köylüler, esnaf kısacası 75 milyon insan; bunun ne kadar farkındayız? Tekrar edelim; sömürgecilerin karşısındaki en önemli güç milliyetçilerdir. Bu nedenle onları tasfiye etmek için her şeyi yaparlar, naylon milliyetçiler üretip gerçeklerinin yerine koymaya çalışırlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle