17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

jeopolitik kurgu oluştururken, gerçekten jeopolitik önemi olan bir ülke olarak bu kavramların eskidiği, dünyanın küçük bir köy olduğu ‘gerçeği’ni kavrayabilmiş olmanın nasıl bir önemi olacağını anlamak olası değildir. Bu yeni bakış açılarıyla ABD’nin neden Irak’ta, Afganistan’da, Romanya’da ve dünyanın dört bir yanında olduğu sorusunun cevabı nasıl verilecektir? Bütün bunlarla birlikte; adanın neden Yunanistan başta olmak üzere ABD, İngiltere için jeopolitik önemi ortadan kalkmamıştır da Türkiye için kalksın? Kaldı ki gelişmeleri değerlendirdiğinizde jeoekonomi, sınırların ortadan kalkması, teknolojinin sınır tanımayışı, küreselleşme gibi gelişmeler açısından onlar Türkiye’den daha ileride bir konumda iken Türkiye neden jeopolitik gibi bir eski (!) kavrama sarılmakla suçlanmaktadır? Jeopolitiğe önem atfedilirken jeoekonomiyi bir yana bırakmak da gerekmiyor. Hatta dahası, jeopolitik açıdan önemli bu Ada, jeoekonomi açısından da önem kazanmıştır. Batı, mücadelelerle, iç savaşlarla, demokrasi kavgalarıyla ürettiği kavramları doğal olarak benimseyip daha iyidir diye doğuya dayatırken kendi içinden geçtiği süreçleri, sürekli göz ardı etmektedir. Bunun en yakın örneği –hadi kendi üzerimize alınmayalım BOP’ta belirginleşiyor. Yani Ortadoğu gibi bir sosyolojik olgu; Batı söyledi, izin verdi, yolunu açtı diye nasıl birden bire Batı değerleriyle buluşacaktır? O halde; yeni kavramlar tartışıladursun Ada’nın bizim için, Türkiye için önemi; neden jeopolitiğe, jeoekonomiye, küreselleşmeye, AB ile ilişkilere hapsedilmektedir? C S TRATEJİ 17 olmadığına göre, Türk tarafı açısından ulaşılan sonuç; uluslararası kamuoyunda, Türk tarafı uzlaşmadan yana olduğu hâlde Rum tarafının uzlaşmaya yanaşmadığının zorunlu kabulüdür. KKTC NEREYE? Bununla birlikte Türk tarafının Annan Planı’na olumlu oy vermesinin; birleşmeye dönük arzulardan mı, tanınma yönünde yıllardan bu yana oluşan kamuoyu açlığından mı, AB’ye girme isteğinden mi kaynaklandığı, Türk Hükümeti’nin Plan’a olumlu oy verilmesini neden desteklediği henüz tartışamadığımız konular olma özelliğini korumaktadır. Ancak netice itibarıyla Türk tarafının şu Gül ve Talat... ya da bu nedenle birleşik bir Kıbrıs Devleti’ne, Rumlarla birleşmeye ‘hayır’ demedikleri ortadadır. BM ve AB çevrelerinde dile getirilen ya da aslında referandumun sonuçlarından biri olarak irdelenmesi gereken bir olgu da ‘Türk tarafının tanınmayı istemediği, birleşmeden yana olduğu’ yönündeki görüşler, Türkiye ve KKTC Hükümeti tarafından dile getirilmese de paylaşılmaktadır. Ancak bu durumda esas soru ortaya çıkmaktadır; KKTC, KKTC olarak mı yoluna devam edecek, yoksa hâlâ Güney Kıbrıs’la birleşmek isteyen bir strateji mi izleyecektir? Bir başka ifadeyle KKTC, Rumların birleşmeye karşı çıkması nedeniyle tanınma yönünde geçmişte elde edemediği bu son derece net siyasal ortamda, ‘kendi kaderini tayin etme’ hakkını da öne çıkararak fiilî durumu siyaseten kabul ettirme yönünde mi tavır izleyeceğine, yoksa Rumların birleşmeme, birlikte yaşamak istememe, tek devlet oluşturmama yönündeki tavırlarına rağmen bir an önce AB’ye girebilmek için hâlâ Rum Kesimi ile birlikte bir devlet oluşturmayı mı savunacaktır? Türkiye’nin bu konudaki politikası nedir? Belki bu ifadelerle özetlenen duruma ilişkin çıplak soru şudur: KKTC, Türkiye’nin AB’ye girişinin uzun yıllar alacağını, ayrı ve bağımsız bir devlet olarak tanınma umudunun giderek yok olduğunu düşünerek, ‘kurtuluş’unu Rumlarla birlikte AB’ye girmekte mi görecek yoksa ulusların tarihinde kısa denilebilecek yılları Türkiye ile birlikte mi aşacaktır? Tabii ki soru, Türkiye’nin de açıkça cevaplandırması gereken temel sorudur. Sorular henüz net cevaplardan yoksun. Nihayet, Türkiye; KKTC’nin yaptığı bu tercihe adım adım nasıl geldiğinin, sorunları görmezden gelerek ve sonuçta karşılaştığı durumun, öngörülen buymuş gibi kabullenmek zorunda kalmanın, bu sürecin başlangıçtan itibaren daha etkin yönlendirilip yönlendirilemeyeceğinin muhasebesini yapmadan stratejisini nasıl oluşturacaktır? Bütün bunlar bir yana Kıbrıs konusu Türkiye için aynı zamanda yıllardır Türk dış politikasını şu ya da bu biçimde etkileyen bir prestij sorunudur. Jeopolitikle sınırlı psikolojik arkaplanın yönlendireceği sığ tartışmalar, Kıbrıs’ın ‘1821’den bu yana gerçekleşen ilerleyişin durdurulduğu yer’ olduğu algısına saplanıp kalabilir. Neredeyse sadece jeopolitik ele alışla ‘elden çıkmasın’ kaygısına hapsedilecek, ulusalcı–liberal çatışmasına kurban edilecek Kıbrıs sürtüşmeleri, korkulur ki KKTC’li soydaşlarımızı, oldu bittilere razı olmak zorunda kalacağımız ‘dış Türkler’ sürecine sürüklemektedir. duruma göre ortaya koyması beklenirken henüz net bir tutum belirlendiğini söylemek de olası değil. Özellikle Kıbrıs Rum Kesimi’nin 4 Temmuz 1990’da yaptığı AB başvurusuna karşı geliştiremediği politik tavrını, AB süreci içerisinde Kıbrıs’la ilgili haklı gerekçelerini yeterince gündeme getiremeyişini, Gümrük Birliğine girişini, Kıbrıs Rum Kesimi’nin üyeliğine karşı çıkamayışını, hatta, karşı çıkmama karşılığında aldığı aday üyelik statüsünü, 1 Mayıs 2004’te Kıbrıs Rum Kesimi’nin adanın tamamını temsil edecek biçimde AB üyesi oluşunu yalnızca AB’nin tavırlarıyla açıklamak mümkün müdür? Uluslararası ilişkiler disiplininin verileri ile, konuya ilişkin çabaların, KKTC’nin de ya da Türk tarafının da AB’ye girmesini sağlayabilmek adına gösterildiğini söylemek mümkün değildir. Kısa sürede KKTC’nin ekonomik ve siyasi izolasyonunu ortadan kaldıracak gelişmelerin görülmesi de söz konusu TÜRKİYE TUTUMUNU NETLEŞTİREMİYOR Zaten durum yeterince karmaşıktır: Milli dava olma özelliğini hak eden bir konuyu tartışırken bütüncül bakış özenle korunmalı, aynı özen gelecekte karşımıza çıkacak sorunları sezebilme açısından da gösterilmeye çalışılmalıdır. Neresinden başlanacak ise, doğru soruları sormaktan kaçınmadan ve sabırla tartışmaya ihtiyacımız olduğu ortadadır. Tarihin, sosyolojinin, psikolojinin, siyaset biliminin, ekonominin ortaya çıkardığı ve Türk tarafının Annan Planı’na kadar haklı olarak savunageldiği, toplumların aslında 1963’te ayrıldığı görüşü somut oylama sonucu ile de ortaya çıkmışken tüm tarafların, bununla birlikte Türkiye’nin de ezberi bozulmuştur. Bu durumda, BM Genel Sekreteri’nin referandum sonucuna ilişkin açıklamasında belirttiği gibi, aslında Plan’da öngörülmemiş olmasına rağmen benzer bir plan yeniden gündeme gelecek midir? Plan’ı reddetmelerine rağmen, Papadopulos’un hemen Plan’ın oylanmasının ertesinde bir bölünme, bir fiilî durum kabulü ile karşı karşıya kalma, AB ve ABD’den gelecek tepkilere ilişkin korkusu nedeniyle "Kıbrıslı Türk yurttaşlarım" söylemini KKTC’li soydaşlarımız nasıl yorumlamaktadır? Tabiîdir ki Türkiye’nin Kıbrıs stratejisini bu yeni Türkiye’de sorunun tartışması tek boyuta indirgeniyor, kısırlaştırılıyor, bütüncül yaklaşım unutuluyor. Bakkal hesabına indirgenen yaklaşımlar çerçevesinde KKTC ‘dış Türkler’ sürecine girmiş durumda.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle