Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tabakhaneye yetiştirilen pislik Önder ŞENYAPILI D erinin işlenerek kullanılır duruma getirilmesine deniyor ‘tabaklama’. Arapça ‘dibagat’tan evrilme. Bu işi yapana da Araplar ‘dabağnacı’ derlermiş. Biz, önceleri ‘debbağ’ demişiz; zaman içinde, ‘tabak’ olmuş. Ama, çok kişi, ‘tabak’ denilince deriyi terbiye edeni değil de sofraya konulan ve içinden aşını yediği kabı getirir aklına!.. Oysa, ‘tabakhaneye pislik yetiştirmek’ diye, günümüzde, özellikle taşıtını aşırı hızlı sürenler için kullanılan bir deyim var. Tabakhanenin neresi olduğunu, ne olduğunu merak eden yok!.. ‘Debbağ’ın ve/ya da ‘tabak’ın Türkçedeki karşılığı ise ‘sepici’dir. ‘Sepi’ sözcüğü, deriyi işlemek, dericilik anlamına geliyor. İ.Ö. 18001200 yılları arasında Boğazköy ve dolaylarına hükmetmiş olan Hititler ‘sepi maddesi’ olarak mazıdan yararlanmışlar. Mazı, Farsça ‘mâzu’dan geliyor ve Servigillerden bir ağaç türü. Hayvansal ve bitkisel asalakların bu bitkide oluşturduğu ‘ur’ kullanılıyor sepicilikte. Bu ‘ur’a ‘mazı meşesi’ deniyor. Daha fazla açıklama yapmadan önce, belirtelim: ‘Meşe’ sözcüğü de, Farsça ‘orman’ anlamına gelen ‘bişe’nin Türkçeleşmişi. Hem ‘meşe ağacı’nı, hem de ‘bu ağacın meyvesi’ni tanımlayan Arapça ‘bellut’tan evrilme ‘pelit’ sözcüğü de var dilimizde ama, biz yaygın olarak, önce ‘palanit’ olarak aldığımız, sonra dönüştürerek ‘palamut’ ettiğimiz Rumların ‘palanidi’sinden bozma sözcüğü kullanıyoruz. TDK Sözlük’ü, "Yurdumuzda yetişen meşe türlerinin uzunca, fındığa benzeyen, sert ve pürüzlü, bir yüksük içinde bulunan, tanen bakımından zengin meyvesi" diye tanımlıyor ‘palamut’u. Tanımdan çıkarsanacağı gibi, ‘meşe’, aynı zamanda, Kayıngiller ailesinden 300 dolayında türü bulunan bir orman ağacının da adı. Kerestesi dayanıklı bir ağaç. ‘Meşe odunu’ deyince akan sular durur! Sertliği dolayısıyla ‘meşe sopası’ özellikle ‘dayakçılar’ın tercihidir!.. Manisa’nın Salihli ilçesinde özel bir ızgara köfte yapılır; ‘odun köftesi’ diye anılagelir. Bu köftenin, lezzetini, ‘meşe kömürü’nde pişirilmesinden aldığı savunuluyor. Odundankömürden söz edince hemen belirtmek gerekiyor ki, resmi bilgilere göre, yurdumuzda 4.984.149 hektar baltalık meşe ormanı bulunmaktaymış… (Yâni, ülkede meşe odunu bol!..) Palamut hayvan yemi olarak kullanıldığı gibi, yenilip içiliyor. 1070 yılında Anadolu’ya göçen Türk boylarının palamutların etli bölümlerini yiyerek gıdalandıkları öne sürülüyor. Meşe ağaçlarının genç dallarının kabukları hâlâ ilaç olarak kullanılıyormuş. El yapımı sandaletleriyle dünya çapında ün kazanmış olan Bodrumlu Ali Güven’in bir TV görüşmesinde dediklerini anımsıyorum. Kullandığı dana köselesinin giyenin ayağında mantar yapmamasını bir yıl süreyle palamutta dinlendirilmiş olmasıyla gerekçelendirmişti. Palamuta yatırılarak 212 ay dinlendirilen deri sertleşiyor ve sağlamlaşıyormuş aynı zamanda. Ali Güven’in sandaletlerine değinince, kimya yüksek mühendisi ve deri üreticisi Hasan Yelmen’in ‘Türk Dericiliği 2400 Yaşında’ başlıklı kitabında verdiği bilgiyi da aktarmalıyım: İlk sandaleti İ.Ö. 3 bin yılında Mısır Firavun’u I. Narmer giymiş. Aynı kaynağa göre yeryüzünde ilk deri terbiyecileri (ya da istenirse, üreticileri) Mısırlılarmış. Öte yandan, başka kaynaklara göre, Boğazköy ve Alişar’da yapılan kazılarda İ.Ö. 2800 yılına tarihlenen bir çocuk mezarında deri parçalar bulunmuş... Türklerde dericilik zanaatı Orta Asya’da doğmuş, Anadolu Selçuklu döneminde örgütlenmiş. ‘Ahilik’i kuran, kendisi de bir debbağ olan (Asıl adı: Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed elHoyî), tasavvufi kitaplar yazmış, felsefe, tıp ve kimya sahalarında da bilgi sahibi çok yönlü bir bilimadamı ve filozof Ahi Evran (11711261)… 1205 yılında Kayseri’ye gelmiş, bir ‘tabakhane’ açmış ve devlet desteğini de alarak hem debbağları hem de öteki 32 çeşit zanaat erbabını bir araya toplayan bir ‘birlik’ kurulmasını sağlamış. Sultan Aleaddin Keykubat bu birliği ‘himayesi’ altına alınca Anadolu’nun başka yörelerinde de Ahi birlikleri kurulmuş. Babasını öldüren Sultan Aleaddin’in oğluna Ahiler tavır almış. Yeni hükümdarla arası açılan Ahi Evran, Konya’dan ayrılıp Denizli’ye göçmüş. Sonra Kırşehir’e. Gittiği her yerde de ‘Ahiler’in örgütlenmesini sağlamış ya da hızlandırmış... Öte yandan, Karikatür Vakfı’nın 2004 yılında düzenlediği 10. ve sonuncu Uluslararası Karikatür Festivaline sunduğu "Hace Nasirü’d Din’in Bir Kültür Tarihsel Varlık Olarak Doğumu" başlıklı bildirisinde Ömer Tuncer, Ahi Evran’ın Konya’dan göç etmesinin gerekçesini başka bir neden bağlamıştır: Mevlâna ile geçinememek… Şöyle demiştir: "Gerçekten Ahî Evren ve Babaî ardılı Ahî örgütünü, 13. yy. Anadolusu’nda Mevlânâ’ya karşı savaşım içinde görüyoruz. Bu, öyle kıran kırana bir savaşım ki, Ahîler 1247’de, belki de Şeyh Nasîrü'd Din’in de içinde bulunduğu bir komployla Mevlânâ’nın Şeyhi, Şemsi Tebrîzî’yi öldürürler. Bu komplonun içinde Mevlânâ’nın öz oğlu Alaüd Din Çelebi de vardır. Şeyh Nasîrü'd Din ve Alaüd Din Çelebi bundan sonra artık Selçuklu Başkenti Konya’da tutunamaz ve Kırşehir’e çekilirler. 14 yıl orada yaşar, Anadolu Ahîlerini örgütlerler. 1261 yılında Mevlânâ’nın da onayıyla Kırşehir’in Selçuklu Emîri Nurettin Caca tarafından kanlı bir baskınla öldürülürler. Mevlânâ’nın öfkesi öyle bir öfkedir ki, Konya’ya getirilen oğlu Alaüd Din Çelebi’nin cenaze namazını kıldırmayı reddeder." Şimdi, sıkı durun: Üç yıl önce öğrendiğimde, çok şaşırmıştım, Ahiliğin kurucusu ve Mevlâna’nın düşman bellediği Şeyh (ya da Hace) Nasîrü'd Din, yaygın olarak bilinen ‘Nasreddin Hoca’nın ta kendisiymiş... {Bu savı doğrulatmak için epostalaştığım Ömer Tuncer, "saptamayı yapan tarihçinin Prof. Dr. Mikâil Bayram olduğundan da söz edersen sanırım hocanın emeğini de değerlendirmiş oluruz." Diye uyardı. Ayrıca, Mikâil Hoca'ya göre, ‘Ahi Evran’ değil, ‘Ahi Evren’miş doğrusu, ve ‘yılan’, ‘ejder’ anlamına geliyormuş. Hem tıp bilimi ile ilgili, hem debbağ ve hem de yılanlarla içli dışlı (efsaneye göre onlarla anlaşabiliyor, konuşabiliyor) olduğundan Hace Nasîrü'd Din’e ‘Ahi Evren’ adı verilmiş.} Arapça ‘ahi’ sözcüğü ‘erkek kardeş’ demek olan ‘ah’tan türemiş ve ‘kardeşim’ anlamına geliyor. İsmet Zeki Eyuboğlu, bu sözcüğün eski Türkçe’de ‘cömertlik’ analamına gelen ‘akı’ sözcüğüyle ses benzerliğinden öteye bir yakınlığı olmadığını söylüyor. Kimi kaynaklara göre, Evran (ya da Evren) adı, bu adla bilinen ve herkesin korkup kaçtığı bir büyük yılanın Hace Nasîrü'd Din’in karşısında sakinleşip boyun eğmesinden ötürü verilmiş… Dericiliğe özgü her gün kullanmadığımız çok sayıda sözcük var: Heyden, iskefe, sahtiyan, sakat, sıpa (eşek yavrusu değil elbette), sile, vereçe, vb… Hepsini açıklamaya yerimiz yetmez. Ama, ‘sile’, ‘çukur’ ve /ya da ‘havuz’ demek; köpek pisliğine ise ‘sakat’ deniyor. (İşte, tabakhaneye yetiştirilen ‘pislik’,‘sakat’tır, yâni köpek pisliğidir kökende.) Geçmişte, kimi yörelerde, işi bozulan, evinde huzuru kaçan, kendisine büyü yapıldığı kuşkusuna düşen, ‘sile’deki sakatlı, dövülmüş mazılı ve/ya da kozalaklı ya da dövülmüş sumak yapraklı ‘Ahırvan suyu’ denilen karışımı, Cuma namazı ezanı okunurken bir şişeye doldurur evinin, dükkânının, büyülü olduğu benimsenmiş yer ya da kişinin kıyısına bucağına/üstüne başına ‘çivi çiviyi söker’ anlayışıyla, ‘pislik pisliği giderir’ inanışıyla serper/dökermiş. Böylece, bağlanan kader kısmet açılır, yapılmış büyü bozulurmuş!.. Bu boş inanç, artık belki ‘tabakhane’ kalmadığından, ya da belki, her yeri dizboyu pislik kapladığı için terkedilmiş... ‘Ahırvan suyu’ pislik gölünü ne denli etkileyebilir ki!?!. ("Yağmur denize ne yapar" diye sorar şair Osman Atilla’nın bir dizesi.) 20