02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

onur yazarı >> bu büyük ustası, üç romanında da Türkçe’ye duyduğu saygıyı kanıtlamıştır. Geçen zaman içinde, şu son otuz yılda, Oktay Rifat’ın romanları günümüzün okurlarıyla buluşuyor mu, bilmiyorum. Kimler okuyor bugün Bir Kadının Penceresinden’i ya da Bay Lear’i, bilmiyorum. Oysa bu romanlar otuz yıl sonra da günümüze sesleniyor, günümüzün açmazlarına ışık tutuyor. Oktay Bey’i sadece bir kez gördüm. Bir Kadının Penceresinden üzerine sonra bir şeyler yazmıştım. 0 zaman Dünya gazetesinde gerçekleştirdiğimiz roman soruşturmasını yanıtladı. Sonra Danaburnu yayımlandığında Moda Koço’da bir akşam yemeği; söylemem yersiz, heyecandan söylemek istediklerimin hepsini unuttuğum... Bu akşamın izdüşümünü Sona Ermek’te yazmaktan kendimi alamadım. Unutamadığım birçok şiiri gibi bir şiiri var Oktay Rifat’ın: “Bulanık Bir Suda” (Çobanıl Şiirler, 1976). Daha altmışlarında o zaman şair. Altmış yıllık bir ömür için mi söylüyor bilinemez: “Ben ki dört duvar arasında yaşarım”... Mor salkımlı ve asmalı bir çarşıdan geçiyor sonra, kırmızı tablalarda balıklara bakıyor, “Denizler yosunlar güneş kırıntıları”... Çarçabuk geçip giden görüntüler, bir perdenin ansızın açılışı, fakat “Ölmemiş miydi bütün bunlar”... Ve durduruveren o dize: “Ben ki bir suyum çürümüş”... Kim bilir kaç kez kendi kendime, kendim için yineledim: “Ben ki bir suyum çürümüş”... “SENİNLE BİR BAHÇEDEYİZ GELİYOR BANA...” n Fatih’teki iki buçuk katlı evimizin bahçesini fırsatını buldukça anlatır, yazarım... İki dut, bir şeftali ağacımız, ortadaki göbekte anneannemin diktiği envai çeşit çiçekler, baharı evimize taşıyan leylak, tavuklarımız, kedilerimiz... Mahallenin diğer bahçeleri, bostanları... Bugün, yaşamayanların hayal bile edemeyeceği bir İstanbul... Belleğimin silinmeyecek kayıtlarıdır bunlar. Selim’in öykülerindeki, romanlarındaki bahçelerin geçtiği sayfalar da bu nedenle çok dikkatli okuduğum satırlardan oluşur... Mutlaka bize “bahçeler”ini anlatmalı... n Bahçeler yazdım. Hep bahçe yazdım. Hemen her öyküde, romanda bahçe var. Belki de bir takıntı, olabilir, büyük olasılıkla. Bahçelere hayranlık duydum. Çocukluğumun İstanbul’u bahçelerle donanmış bir kentti. Gelgelelim biz bahçesiz, tek parklı, apartman yığışımlı Cihangir’de oturuyorduk. Bununla birlikte, sık sık gittiğimiz akraba evleri bahçeliydi. Meselâ Ferit Amca’ların Arnavutköyü’ndeki bahçeli evleri. Sadece arkada küçücük bir bahçe. Ama Bedia Yenge’yla Ferit Amca o bahçeyi gizli vedat arık “Yaşadığım çağın korkunç çirkinliklerinden, kötülüklerinden, kâbuslarından bir an uzak durabilme hayaliyle, bir an kurtulurum sanısıyla bahçeler yazdım...” bir ormana dönüştürmüşler! Beyaz yasemenden mor salkıma neler yok ki! Küçücük saksılarda, küçücük sarı, kırmızı, vişneçürüğü çiçekler açan küçücük kaktüsler; azman bir kaynana dili. O bahçede oturup, Yedigün dergilerinin 1930’lardan kalma ciltlerini karıştırıyorum... Meselâ dedemlerin Yoğurtçu’daki Bakla Tarlası Apartmanı bile bahçeli: Önde küçük bir bahçe var, mevsim çiçekleriyle bezenmiş, ortada bir havuz. Giriş kapısına sarılmış çarkıfeleği unutamam. Anneannemin arkadaşı Pembe Hanım çarkıfeleğe ille fırıldak çiçeği diyor... Arka bahçe biraz daha geniş ve meyva ağaçlarıyla donanmış, kırmızı kiraz, sarı kiraz, şeftali, yeşil erik, kara dut. Dalından koparıp ham eriği yemek âdeta mutluluk... Daha birçok bahçe. Fakat biz daima bahçesiz evlerde oturmuşuz: Bahariye Caddesi’nde Geren Apartmanı bahçesiz, Cihangir, Teşvikiye, sonra tek başıma taşındığım Şişli hep bahçesiz. Teşvikiye’deki evin balkonundan arka bahçeler görünürdü: Gülten Akın’ın eşsiz şiirindeki bakımsız arka bahçeler. Galiba bir özlemi susturabilmek için yazıyordum bahçeleri, ilk yazılarda. Çiçeklerin, bitkilerin sessiz dünyasına tutkundum. Daima Asaf Hâlet Çelebi’nin dizeleriyle: “seninle bir bahçedeyiz geliyor bana / orada hem var hem yok gibiyim / daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum” (“Mısrı Kadîm”)... Bahçelerin herkeste iz bıraktığını düşünüyorum. Eski, hülyalı romanlar bahçelerle dolup taşar. Refik Halid’in Bu Bizim Hayatımız’ını düşünün, Nilgün’deki bahçeler. Refik Halid’in yine, her biri resim değeri taşıyan çiçek tasvirleri; İstanbul kitaplarımdan birinde yazmıştım. Reşat Nuri’de de bahçeler vardır: Dudaktan Kalbe’de iki ayrı bahçe. Kerime Nadir’le kısa süren bir dostluğumuz oldu; Kar Yağıyor Hayatıma’da yazdım: Bütün tanışıklığımız telefon görüşmelerinden ibaret. Onunla da bahçeler konuşmuştuk, sanki romanlarındaki eski bahçeleri. Hayattan konuşuyorduk. Kerime Nadir yaşadığı günde değil, artık acılaşan, gitgide buruklaşan geçmişte var olabiliyordu bir tek. Geçmiş güzel günlerini anlatırken sık sık köşklerden, bahçelerden, erden doğadan, sessiz yaz akşamlarından söz açıyordu. Yıldızlı gecelerde yasemenlerin rayihası, duvar boyunca ipek çiçekleri, arı vızıltılarıyla sarmaşmış beyaz akasyalar... İşte bahçe hayaletleri de konuşmuştuk. “Hızla bürüyen şehir, ilk önce pembe manolyaları silip süpürdü...” diyordu. Pembe manolyayı ilk ondan öğrenmiştim; sonra Çallı’nın natürmortunda gördüm... Ali Üsküdârî’nin çiçek resimlerini ilk ne zaman ve nerede gördüm, kesenkes söyleyemem. Ali Üsküdârî’nin çiçek resimlerine ve sonra Felemenk ressamlarının çiçek resimlerine gönül verdim. On sekizinci yüzyıl başlangıcı Ali Üsküdârî çiçek resimleri, o güller, >>sümbüller, hazeren çiçekleri, fulyalar, her demetin değişik renkli kurdeleleri benim için büyüleyici 8 8 Kasım 2018 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle