23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

onur yazarı >> beş, on altı sene evvel, Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek (...)” Şaşırmıştım. Çünkü aruz vezni yüzünden kaç öğrencinin edebiyatla ilintisinin kesildiğini açık seçik biliyordum. Edebiyattan, yâni okuma sanatından kopmuşlar. Bir daha yazınsal bir eser okumamışlar. Roman okumamışlar, öykü, deneme, hele şiir! Şiir dediğinizde, aruz vezni, kalıplar, bunların dizelere göre saptanması, o tuhaf sınav soruları akıllarına geliyor, hemen hepsinin yüzü asılıyor... Hâşim’e gelince, yetinmemiş, o 1924 yılında, aruz vezni için göz kamaştırıcı bir yorumu yazısına eklemiş: “Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengârenk çinilerle kaplanmış sarsmıştı ve hiçbir zaman kalıplarla yetinilemeyeceğini düşündürtmüştü. Öyleyken “Merdiven” şairinden daha pek çok şey öğrenecektim. Onun toplumsal olaylara, hele siyasete kayıtsız kalmış olduğunu ileri sürenler bence adamakıllı yanılmışlardır. Daha önce yazmıştım; mimarî üzerine öyle yazıları var ki, bütünüyle siyasî, bütünüyle güncel siyasete muhalif. Fakat “melâli anlamayan” nesil, bu yazıların satır aralarını da okuyamamıştır. “Merdiven”den sonra “O Belde” geldi. “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz”de herhalde benliğimi bulmuştum. Ardından Sona Ermek’e yansıyacak ay şiirleri: Küçük bir çocuk, annesiyle birlikte, ayışığında dolaşıyor. Hep sonbahardır ve “Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!” Bir bakıma, beni, yazdıklarımı be ‘Ben’ kişisinin bile silinmesi, erimesi, gölgeye, dumana, sise dönüşmesi gerekecek. Ancak o zaman... Bu anlayışa varabilmem çok uzun zamanımı aldı. Öte yandan bütün o uzun zamanlarda Hâşim’i pek çok hatırladım. Tabiî, başkalarının yazdığı Ahmed Hâşim kitaplarından da epey yararlandım. En başta Hisar’ın Ahmed Hâşim / Şiiri ve Hayatı’nı (1963) saymalıyım. Eser, değişik zamanlarda yazılmış yazıların sanatkârane bir sıralamayla art arda gelişinden oluşmuştur. Abdülhak Şinasi bazan anı yazarı, bazan romancı, çoğu kez de titiz bir şair tutumuyla kaleme getirmiştir Hâşim’i. Öyleyken hem insan Ahmed Hâşim’i hem edebî çabasını gönülden duyumsarız. Abdülhak Şinasi için, okul arkadaşı Hâşim, yalnız ilkgençlikte o kadar iç Selim İleri; Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü toplantısı’nda; (Soldan sağa) Atilla Coşkun, İlhan Selçuk ve Ahmet Cemal ile birlikte. bir veli veya sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.” Bir şair, aruz vezninin ortalık yerinde yetişmiş bir usta şair, doksanı aşkın yıl önce yakınmış, bu veznin sönüp gideceğine işaret etmiş. Ne var ki 1960’ların iyice sonunda eğitimcilerin hâlâ dikkatini çekmemişti. Gerçi “renkli camlardan süzülüp gelen” ışık her zaman çok etkiledi, çiğ güneşten ürktüm ama, Hâşim’in kalıplardan uzak duruşu da beni enikonu lirleyecek imgeler doludizgindi: Göl, saatler içinde beliriyor; yeryüzü, doğa, derin ıssızlıkla, kimsesizlikte konuşmaya koyuluyor. Siyah kuşlar geçiyor, ayışığında leylekler, yıldızlardan örülü kuğular... Yarasalar akşamda matemli gidip gelişlerle... Dili bana uzak Hâşim, o dilin sözcüklerini sökmek için sözlükten sözlüğe koşuşturmalarımda beni hiç yormadı. Böylece, somut gerçekliği ‘başka türlü’ anlatmak gelişiyordu. Sanki bir Japon estampı karşısındaydım. Günlerce, belki yıllarca izlenmiş, duyumsanmış olan, şimdi, her biri yeniden hayat buluyor, fakat o nice izleyişin imbiğinden geçerek... tenlikle, yakınlıkla yaşanabilecek bir sırdaştır, paylaştıkları boyuna edebiyat! Bazan açık pencereden, ötelerdeki bir başka okulun dersliklerinde çalınan bir çalgının sesi işitilir. Bazan bir şirket vapuru “uzun uzun gönlünü boşaltır gibi bağı”rır... “Akşam, yine akşam, yine akşam” diyen şairin ölümüyle olup bitecekleri, Hisar kendi duygulanımlarından bize de yansıtır. Örnekse, ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretten dönüş sahnesi: Vapurla karşıya dönen Abdülhak Şinasi, İstanbul’u, Sarayburnu’nun manzarasını birden Hâşim’in dizeleriyle görür. Sonra, “dostumun ve şairimin” yüzünde gördüğü, daha demin gördüğü “ölümün manzarasıyla” yıkılıp kalır. Eserini sevdiğimiz, hatta benliği mizden saydığımız sanatkârdan ayrılışımız... Şöyle yorumluyor Abdülhak Şinasi: “Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmed Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (yok oluş) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor; dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.” Yakup Kadri’nin Ahmed Hâşim (1934) monografisi işte tam bu noktada, ölüm haberiyle başlar. (Monografiyi bulmak için hayli uğraştığımı hatırlıyorum: Sahaf sahaf dolaşmıştım. Sonunda ancak fotokopisini edinebilmiştim.) Yakup Kadri, arkadaşı Hâşim için, ‘sokak adamı’ mıydı, ‘sanat adamı’ mıydı diye epey duraksayışlar anlatır. Sanki iki ayrı insan söz konusu. Fakat hangimiz tek kişiyiz? Görülenle içte yaşanan arasındaki karşıtlığı da Hâşim’le birlikte pekiştirdim herhalde. (Sevgili usta, Ahmet Oktay, bende, yazdıklarımda soytarıyı, meleği, şeytanı aradığında asla yadırgamamıştım.) Yakup Kadri sonuçta şu yargıya varır: “Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa, Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.” Ahmed Hâşim benim için akşam saatlerinin şairiydi. Bu şiirleri biraz da akşamlar için okuyor, hatta düzyazıya dönüştürmeye kalkışıyordum. Sudaki nilüferleri görüyor, o nilüferler ayışıklarının yansıması mı, ruha dinginlik veren çiçekler mi falan gibisinden bir şeyler de yazıyordum, onlarca sene izi kaldı. O uzun “Yollar” şiirini yeniden yazmayı, bir düzyazı şiire dönüştürmeyi kim bilir kaç kez denedim. Tabii hep hüsran... Bütün bir romanesk içinde o şiirlerin yalınlığı, git git kısacık oluşları, git git dilde arılaşmaları çok hoşuma gidiyordu. Otuzlarımdaydım, beni gerçekten önemseyen bir şairimize Ahmed Hâşim hayranlığımı söyledim. Önce şiirimizdeki yerinden söz açtı. Sonra etkisinden, sonra da git git unutulmaya yazgılı olduğundan. “Anlıyorum, eski püskü şeylere bayılırsın” diye de eklemişti... Doğru bir saptayım: Eski püskü şeylere, eprimiş şeylere, yıprak güzelliklere her zaman bağlanıp kaldım... Tanpınar, “hayatını âdeta kasden darlaştırmaktan hoşlanırdı” demiş. Darlaştırmak mı; odaklaşmak, bir odağa, görüngeye saplanıp kalmak mı? O kasden daraltışın sonunda, sanatta kişiselleşebildiğini alımlıyordum sanki. Doğa >>ve peyzajdan ötesine uzak durmuş olması bana çok uyarıcı geliyordu. 12 8 Kasım 2018 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle