02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

onur yazarı >> Fakat Ahmed Hâşim’in şiirinden ve şiirsel düzyazılarından geriye hep, çözemediğim bir giz kalıyordu. Belki de bu yüzden eserinden vazgeçemiyordum, yâni uzaklaşamıyordum. Hâşim’i Sona Ermek’in kişileri arasına katarken, artık bambaşka sezişlerle baş başaydım. Gizi bir anlamda çözmüştüm. Şairin, “ölümünden birkaç hafta evvel söylediği” sonbahar dizelerini herhalde son dizeler Tanpınar anmıştır: “Bir kuş düşünür bu bahçelerde / Altın tüyü sonbahara uygun”... Dizedeki adsız sansız kuş, daha önce “kuytu bir bahçede” ötmüş; akşam, kızıllık, sonbahar, bahçeler daha önce de bize seslenmişler ve Hâşim hepsini işitmiş, bize söylemiş, duyurmak istemiş... Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’un öykülerinden birinde anıyordum Ahmed Hâşim’i. Ama Yağmur Akşamları’nı yazarken estetik duyuş açısından bütün bütün kılavuzumdu. Şöyle ki: Onun “Ay” diye bir yazısı var. Ay “fısıltıyı andıran bir hışırtıyla” çıkagelir, iki büyük fıstık ağacının arkasında kıpkırmızıdır. Ve benim için göz kamaştırıcı nice zamanlar okuyup geçtiğim şu cümle: “Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve nâtamam bir âlem içindeydik.” Bir altın cümle! Hele “nâtamam”! Nice yetkinlik ihtiraslarından, boğuşmalarından sonra, sanatta varılabilecek doruk! İşte bu: Biraz bulanık, biraz belirsiz, eksik, eksiltili, sanki tamamlanmamış, bile isteye yarım bırakılmış. Yağmur Akşamları’ndan başlayarak hep “nâtamam”ın peşine düştüm. “YAŞLANIŞIN EN BÜYÜK KEDERİ” n Atıf Yılmaz’ı anlattı Selim... Onu okurken, Türk sinemasının ustası Lütfi Ö. Akad’ın “Işıkla Karanlık Arasında” isimli anı kitabında Selim için yazdıklarını anımsadım. Genç yazarlara, sinemacılara el uzatan bu ustayı Selim nasıl anlatacak acaba? n Yeryüzünü alımlayışta etkisi altında kaldığım ikinci kişi Akad’dır, Lütfi Ömer Akad. Aslında Akad’ı, handiyse çocukluk yıllarımda, ‘eser’iyle tanımışım: 1959 yapımı Zümrüt. Zümrüt’ten o yıllarda aklımda kalan sadece Çolpan İlhan’dı. Sinema filmlerine imza atan kişinin yönetmen olduğunun idrakında değildim. Zümrüt, Lütfi Bey’in neredeyse hiç sevmediği, geçim derdiyle yönettiğini ısrarla belirttiği bir filmdi. Oysa öyküsüyle, alışılmışın dışındaki kadın kahramanıyla bu film o zamanlar pek de sebebini çözemediğim sebeplerle beni enikonu etkilemişti. Zaten sonraları İhsan Koza’nın romanını bin bir güçlükle okuyacaktım; gerçi kötü yazılmıştı, ne var ki romandaki baştan sona kötücül Zümrüt (Feride) ender rastlanan roman kişilerindendir, özellikle Türkçe popüler edebiyatta. Türk sinemasına alabildiğine tutkun olduğum ilkgençlik yıllarında Lütfi Bey’in bazı filmlerini çok sevecektim. Mesela Üç Tekerlekli Bisiklet, Hudutların Kanunu, hele Vesikalı Yarim’le Kader Böyle İstedi âdeta çarpıp geçmişti. Vesikalı Yarim’i birkaç kez seyrettim. Kader Böyle İstedi’nin son sahnesi bence bütün bir romandı... İşte o Akad’la tanışıyorum, nerede, Erman Film’in yazıhanesinde, Günahsızlar’dan hemen sonra. Lütfi Bey’e beni hem Atıf Yılmaz söylemiş, hem Günahsızlar’da yakın arkadaş olduğumuz Cüneyt Arkın. Zaten yine Cüneyt için bir senaryo yazılacak. 1970’lerin başında bir ilkyaz günü. Kısa ve öz konuşmasını seven Lütfi Bey bana Graham Greene’in eski Varlık Yayını Satılık Adam’ını veriyor. Yapımcı Hürrem Erman çok başka bir yapımcıydı bu romandan uyarlanmış ve Alan Ladd’in oynadığı filmi çok beğenmiş, 1940’ların bir filmi. Lütfi Bey “Dramatik bir gangster öyküsü” demekle yetiniyor. “İsterseniz, Hürrem Bey seyrettirsin” diye ekliyor. Ama şunları da söylüyor: “Biz bu romanın yeni bir uyarlamasını yapmayacağız. Tema, intikamını alamayan kiralık katilin hayatı. Bu tema bizim bugünkü toplumlunuzda nasıl geçer, nasıl yaşanır, bir insan hangi sebeplerle kiralık katil olup çıkar, onu yakalamaya çalışacağız...” Akad’ın söyledikleri handiyse sözcüğü sözcüğüne aklımda da, o vakit ne anlatmak istediğini herhalde kavrayamamıştım. Bir defa, Lütfi Bey Amerikan ve Avrupa sinemasından sürgit “Her şeyi, senaryo yazmayı, sinemada diyalogların rolünü, öykünün akışında dramatik gerilimi, Lütfi Bey’den öğreniyordum. Her gün onlara gidiyordum, geç saate kadar çalışırdık. O bir ay süren ve Şükran Hanım’ın yemekleriyle bezenmiş çalışma, bütün hayatımın en mutlu dönemlerinden biri. Şimdi yeniden kavuşabilmek için neler vermem! Yalnızca sinemayı değil, Akad’dan insan olmayı da öğreniyordum.” uyarlamalara karşıydı, ille yaşadığımız toprağın sinemaya yansıtılması kanısındaydı. Bana gelince, eve döner sönmez Satılık Adam’ı okumaya başlamıştım. (Filmi seyretmedim.) Greene elbette önemli bir romancı; bir şeyler kurgulamaya çalışmıştım. Lütfi Bey’le ikinci buluşmamız, onun, Mecidiyeköyü’nün o zamanki sokaklarında, bahçelik, tek katlı, kentin ortasında sığınak gibi evi. Eşi Şükran Hanım iyilik dolu, ‘anne’ bir insan; çay, ev yapımı poğaça... Lütfi Bey uyduruk film öykümü okudu, uyduruk önerilerimi dinledi. Sonra herhalde zaten çoktan kurgulamış olduğu kendi öyküsünü anlattı: Uçsuz bucaksız kin, derin bir zehir tortusu; toplum bir insanı (kiralık katili) nasıl bu hale getirir... Tabii işin içinden çıkamadım. Filmin adı benden: Yaralı Kurt. Lütfi Bey bu ismi beğenmişti. Psikolojik unsurlar ağır basıyor ama, Yaralı Kurt’ta bir de bozuk düzen toplumun panoraması öne çıkar. Yıldırım Önal’ın inanılmaz güçlü oyunculuğuyla holding temsilcisi Şakir tek bir sahnede asıl gerçekliği gözler önüne serer. (Bu sahnenin çekiminde bulunmuştum; Yıldırım Önal’ın büyük oyunculuğu hâlâ gözümün önünde.) Yaralı Kurt’u Akad tek başına yazdı diyebilirim. Gerçi öykünün akışında benden bir iki sahne, bir iki replik. (Lütfi Bey jenerikte yalnızca benim adımı yazdırdı: Hiç şüphesiz, yolun başındaki, yirmilerinde bir delikanlıya büyük imkân tanıyordu! Ondan ilk ders: Gençlere yol açmak!) Her şeyi, senaryo yazmayı, sinemada diyalogların rolünü, öykünün akışında dramatik gerilimi, Lütfi Bey’den öğreniyordum. Her gün onlara gidiyordum, geç saate kadar çalışırdık. O bir ay süren ve Şükran Hanım’ın yemekleriyle bezenmiş çalışma, bütün hayatımın en mutlu dönemlerinden biri. Şimdi yeniden kavuşabilmek için neler vermem! Yalnızca sinemayı değil, Akad’dan insan olmayı da öğreniyordum. Ustaçırak ilişkimiz, Akad hiçbir zaman ustalığa yanaşmasa da, uzun yıllar sürdü. Bir Demet Menekşe’yi ilk o okudu. Sonra romanlarımı da, öykülerimi de önce onunla paylaşırdım. Ne yazık ki son yıllarda az görüştük; Lütfi Bey bir anlamda sinemadan belki de istemeyerek uzaklaştı. Sonra anılarını yazdı; anılarında bana ayrılmış bölüm benim için onurdur. Mecidiyeköyü’ndeki ev yıkılmış, Şükran Hanım’la Akad, Levent’e taşınmışlardı. Türkân Şoray’la birlikte bir akşamüzeri onlara gitmiştik: Türkân Hanım’la uzun süren akşam çayını hâlâ anarız. Öyle bir akşam çayı da GülperHalit Refiğ’in evinde, aynı inceliklerle donanmış. Halit Bey’in sinemamızın en güzel filmlerinden biri olan Hanım’dan söz açılıyor: Akad, Hanım’ı, Halit Refiğ’i, Yıldız Kenter’i içtenlikle övüyor... Yaşlanışın en büyük kederi, çok sevdiğiniz insanları gözünüzün önündebirer ikişer yitirmek: Son sahne Levent Camii’nde, Türkân Hanım, Hülya Koçyiğit, yan yana duruyoruz; televizyon çekimi, üçümüz de bu büyük insanı anlatmaya çalışıyoruz... n 14 8 Kasım 2018 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle