03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Y eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER [email protected] Mario Vargas Llosa’nın ‘Genç Bir Romancıya Mektuplar’ı yıllar sonra Türkçede Yalnızca gençlere mi? jimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuğunu, onu bastırmak için neden sansür sistemleri kurduğunu ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadığını sorsunlar kendilerine…” Gerek çevirdiğim iki yapıtıyla (Masalcı ve Üvey Anneye Övgü), gerek okuduğum yapıtlarıyla (Palomino Molero’yu Kim Öldürdü?, Mayta’nın Öyküsü, Julia Teyze, Don Rigoberto’nun Not Defterleri, Teke Şenliği de aralarında) bana hep yakın düşen bir yazar olmuştur Vargas Llosa. Ama yalnızca kurmaca yapıtlarıyla değil, edebiyat üstüne yazdıklarıyla da. 1997’de yayımladığı, bizde de kısa bir süre önce yayımlanan Genç Bir Romancıya Mektuplar da, Llosa’nın, düşsel bir yazar adayına yazdıkları üstünden yazarlık uğraşı, roman sanatı, yazarlık ile yaşam arasındaki bağıntıya ilişkin düşüncelerini açığa vurduğu, sorguladığı, tartışmaya açtığı bir kitap. Kitabın adı, hemen, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nın, Duino Ağıtları’nın yazarı Rainer Maria Rilke’nin 1900’lerin başlarında kaleme aldığı o ünlü Genç Bir Şaire Mektuplar’ını getiriyor akla. Rilke, Mektuplar’da, şair olmakla AvusturyaMacaristan ordusunda subay olmak arasında duraksayan bir delikanlıya seslenirken, şiirleri konusunda başkalarının görüşlerini önemsemek yerine, kendi iç sesini dinlemesini salık verir. Ama bu on mektup, tanrıtanımazlıktan yalnızlığa, cinsellikten meslek seçimine değin pek çok konu arasında gidip gelir. Llosa’nın Genç Bir Romancıya Mektuplar’ının da, Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar’ının izinden yürüdüğü söylenebilir. Böyle düşünüldüğünde, Llosa’nın ve Rilke’nin Mektuplar’ını bir arada okumanın, beraberinde ilginç bir kıyaslamayı da getireceğini söyleyebiliriz. Vargas Llosa, genç romancıya, kendi çaylaklık döneminden yola çıkarak, yazarlık serüveninden hem çok şey beklememesini hem de başarıyı gözünde çok fazla büyütmemesini söylüyor. Ödüller, övgüler, kitap satışları, saygınlık gibi şeylerin yanıltıcı bir çekiciliği vardır. Bunlar o kadar rastgele şeylerdir ki, kimi zaman en çok hak edenlerin elinden kaçıp giderler, en az hak edenlerin başına konarlar. Llosa’ya göre, edebiyat uğraşının belirleyici özelliklerinden biri de, bu işle uğraşanların, yeteneklerini döktürmelerini bu uğraşın en büyük ödülü olarak görmeleri, bunu emeklerinin ürünlerinden kazanabilecekleri her şeyden üstün saymalarıdır. Yazar, derinlerde bir yerde, yazarlığın, başına gelmiş ya da gelebilecek en iyi şey olduğunu duyumsar. Neden? Çünkü elde edebileceği toplumsal, siyasal ya da parasal ödüller bir yana, yazarlık onun gözünde olası en iyi yaşama biçimidir. Llosa, genç romancı dostuna yazarken, döner dolaşır, başlangıçta değindiğim “başkaldırı” sorununa gelir yine. Yazarlık uğraşının kaynağında, genç bir insanın varlıklar ve öyküler uydurmaya kalkmasının temelinde başkaldırı yatar ona göre. Gerçek dünyayı yadsıma ve onun yerine kendi imgelem ve düşlerinin yaratılarını geçirme isteği. Farklı yaşamlar ve insanlar uydurup yaratarak var olan yaşama başkaldırmak. Yeldeğirmenlerine saldırmak kadar “Don Kişotça” bir uğraş… Mario Vargas Llosa’nın, Cervantes’ten Kafka’ya pek çok yazarın edebiyata yaklaşımlarını da örnekleyerek kaleme aldığı Mektuplar, yalnızca genç yazarlar ya da yazar adaylarına mı sesleniyor? Bence, hayır. Çünkü genç yazar, kanımca, gençliğinden gelen bir dirençle yine bildiğini okuyacaktır. Oysa kimi orta yaşlı ya da yaşlı yazarların bu kitaptan çıkaracakları çok ders var. Geç kalmadılarsa… ? 960’lardaki Kent ve Köpekler ve Yeşil Ev gibi romanlarından 2000’lerdeki Cennet Başka Yerde ve Kelt Rüyası gibi yapıtlarına uzanan kırk yılda, kimi eleştirmenlere göre, modernizmden postmodernizme doğru yelken açan Mario Vargas Llosa, 2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında yaptığı konuşmada, “Kurmacayı, yalnızca tek bir yaşamımız varken pek çok yaşamı yaşayabilmek için yaratırız” diyordu. Llosa’nın bu sözleri, roman ve öykünün varlık nedenine getirilebilecek pek çok açıklamadan belki de yalnızca birine ışık tutuyordu. Ama, yanlış anlamadıysam, yazmanın, yaşamın yetersizliklerine karşı bir başkaldırı olduğunu söylüyordu Llosa. Edebiyatın bizi çıkardığı olağanüstü güzellikteki düşlemsel yolculukların ardından, gözümüzün gerçekliğe daha fazla açıldığını vurguluyordu. Llosa’nın gözünde, edebiyatın, daha doğrusu kurmacanın, özgürlük bilincine varmamızda yadsınmaz bir payı vardı: “Kurmaca olmasaydı, özgürlüğün yaşamı yaşanabilir kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da bir dinin ayakları altında çiğnenmesinin yaşamı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin daha az ayırdında olurduk. Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm reSAYFA 6 ? 6 ARALIK 1 MÜREKKEBİ KURUMADAN Yazarın karnındaki tenya! ario Vargas Llosa’nın Genç Bir Romancıya Mektuplar’ını yıllar önce İngilizce çevirisinden okuduğumda, ilk mektupta geçen “tenya benzetmesi” çok hoşuma gitmişti. “Mürekkebi Kurumadan”a kitaptan hangi bölümü alayım diye düşünürken, o satırlar yeniden aklıma geldi: “…Karnında bu korkunç paraziti [tenya] taşıyan birini görme fırsatınız oldu mu hiç? Benim oldu (…) Altmışlı yılların başında, Paris’te José Maria adlı çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, ressam ve sinemacı olan genç İspanyol dostum bu beladan mustaripti. Tenya yerleştiği organizmayla özdeşleşir, ondan beslenir, onun sayesinde büyüyüp güçlenir; semirip sömürdüğü bu bedenden atılması son M derece zordur. José Maria karnını mesken tutan ve aç kalınca onu katlanılmaz sancılarla kıvrandıran hayvanı yatıştırmak için devamlı yiyip içmesine (özellikle de süt içmesine) rağmen giderek zayıflıyordu. Yiyip içmesi tenyanın keyfi ve arzusuna göreydi, kendininkine değil. Bir gün Montparnasse’taki küçük bir bistroda oturmuş sohbet ederken beni şaşkına çeviren bir itirafta bulundu: ‘Birlikte bunca şey yapıyoruz. Sinemaya, sergilere gidiyoruz, kitapçılarda dolaşıyoruz, siyaset, kitaplar, filmler ve ortak arkadaşlarımız hakkında saatlerce konuşuyoruz. Kendin eğlendiğin için benim de bunları eğlenmek için yaptığımı sanıyorsun. Ama yanılıyorsun. Ben bunları onun için, tenya için yapıyorum. Bu hissi içimden atamıyorum: Artık hayatımdaki her şeyi kendim için değil, içimde taşıdığım ve beni kendine uşak eden bu varlık için yapıyorum.’ O günden beri yazarların durumunu arkadaşım José Maria’nın karnında tenya taşıdığı döneme benzetmekten kendimi alamam. Edebiyat mesleği bir hobi, bir spor veya boş vakitlerde icra edilen kibar bir oyun değildir. Ayrıcalıklı ve ayırıcı bir fedakârlık, önüne başka hiçbir şeyin geçemeyeceği bir öncelik, kurbanlarını (kutlu kurbanlarını) köleye dönüştüren özgürce tercih edilmiş bir uşaklıktır. Paris’teki arkadaşımda olduğu gibi, edebiyat varoluşu işgal eden, insanın yazmaya ayırdığı saatlerden taşan ve diğer her işin içine sızan devamlı bir faaliyet haline gelir, çünkü yazarın yaşamından beslenen edebiyat mesleği aslında işgal ettiği bedenden beslenen ince uzun bir tenyadan çok farklı değildir. Flaubert, ‘Yazmak yaşamanın bir biçimidir,’ demiştir. Diğer bir deyişle, bu çekici ve sömürücü mesleğe gönül verenler yaşamak için yazmazlar, yazmak için yaşarlar…” ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1190
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle