25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K D itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA enizlerde midir şimdilerde çocuklar, gençler? Yaşıtları ülkenin her yerine dağılmış çoğunluk halinde, çocuk, genç işçiler olarak bu yılları yaşayamadan çalışıp yaşlanırken? Kıyıdaki kızlar oğlanlar, tasasızlık içinde kıkır kıkır gülüşlerle sulara batıp çıkarak itişip boğuşuyor mudur sabahtan akşama?… Ötekileri, o kızgın güneş altında buruk gönülleriyle, kan ter küçümen emek tomurcuğu öylece duradururken dallarında, evet onlar ne yapıyordur? Anneler, büyükanneler, yayıldıkları tentenin altında bir gözleri çocuklarda, laf kazanları mı kaynatıyordur, heyecanlı, tatlı bir yarış içinde?… Ya babalar, büyükbabalar? Deniz kıyısında horozibiği gibi kenar süsü olmayı sindirmiş, yıllar öncesinden fırlayıp öne çıkmaya çalışan düşlerini tavla eşliğinde birbirleriyle paylaşmaya mı çabalıyordur fısıltılı gülüşlerle?… Zemheri soğuğunda donup kalmış da, ileriki yüzyılların birinde neyseler, nasılsalar el değmedik biçimde öylece canlandırılıp yaşamaya buyur edilecekmişçesine çocuksu yürek tıpırtılarıyla koşuşturan oğullarla kızları karşılayan anneler, babalar ne yapıyordur kendi ezilmişliklerinin o derin gayyasında? Ellerinden ekmek bekledikleri, sonra belki de tacize, şiddete yönelecekleri kendi çocuklarının önünde? Kitap ne kadar uzaktır bu çocuklara, gençlere, acaba ne kadar yakın? Ama minicik de olsa, sarmaşık benzeri emeçleriyle yakınlık gösterecekleri, sonra tümünün, ama tümünün birden, en azından yengeç çaprazlaması ilgi duyacakları kitaplar yok mudur hiç? Annelerle babaları, büyükannelerle büyükbabaları da kendine çekip bağlayacak? Kaç kuşak oluyor? Çocuk gençlik yazınımız bu süreçte az yol almadı tabii, bugün azımsanmayacak sayıda yazarımız var, nice, nice okunan… Gerçekten şu geçen yarım yüzyıl içinde çocuk tiyatromuz da çocuk genç yazınımız da kendini geliştirip öyle bir yol aldı ki hayranlık duymamak elde değil buna… İşte doğudan batıya, kuzeyden güneye birbirine halkalanan bu kuşakların kadın erkek, varsıl yoksul, tüm bireylerinin ilgiyle, sevgiyle karşıladığı bir yazar… Hemen herkesin “Gülten Abla”sı, Gülten Dayıoğlu… GÜLTEN ABLA’NIN YAŞAMDA YAZARLIK YOLCULUĞU... Tam yarım yüzyıldır süreğen biçimde çocuk genç yazını alanında ürünler vermiş bir yazarın üç dört kuşak boyunca eksilmeyen ilgiyle okunmasının birtakım nedenleri olmalı… Gülten Dayıoğlu’nun yaşamöyküsüyle birlikte anlattığı yazarlık serüveninde, kitaplarının esin kaynaklarına indiği değerlendirmelerinde bu nedenler tek tek önümüze geliyor aslında. Ayrıca bunların üzerinde alabildiğine düşünme fırsatı da yakalıyoruz. Sözü, yazarın kendi verimi “Gülten Dayıoğlu kitabı”na getireceğim: Yaşadıklarım ve Düşlerim / Yetmiş İki Kitap, Bir Hayat (Altın, 2010). Yapıt, Kütahya’nın Emet ilçesinde, hatta köyle ilişki içinde başlayan bir yaşamı, yazarın ne emeklerle nasıl, ne yönde dönüştürdüğünü ortaya koyuyor. Nitekim Emet’te ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a taşınıp liseyi burada tamamlaması, babasız kalmanın burukluğu ile erken yaşta anneyi yitirmenin acısını yaşaması, güçlükler nedeniyle üniversiteyi yarım bırakıp dışarıdan sınavla ilkokul öğretmeni olması, evlenmesi (kardeş torunları olarak yıllara dayalı sevgiyle örülmüş bir evliliktir bu), iki oğul yetiştirmesi (“gece yarılarına kadar, leğende çamaşır ve bebek bezi yıkamak” da vardır [36] bunların arasında) bütün bu yoğunlukların ortasında özel dersler vermesi, öyküleri, romanlarıyla kimi ödüllere değer görüldüğü halde kitaplarını yayımlayamaması, sonrasında önünün açılışıyla süreç içinde birden değişiveren bir yaşam biçimine ulaşması film kareleri gibi gözlerimizden akıyor hep… Onun üçdört kuşakla buluşma başarısındaki gize yönelik nedenlerden biri olarak şu söylenebilir: Dayıoğlu, öyle bir ıraya sahip ki, toplumsal, kültürel, ekonomik vb. yönlerden “bir sınıf değiştirmişlik” konumu sergilediği halde değişmeden süregiden bir erdem anlayışının ardılı kalmış görünüyor… Özetle, bütün yaşamını, bir başarı böbürlenmesinin göstergesi yapmak yerine, kuşkusuz şansın da yardımıyla ama disiplinle, emekle, özgüvenle bunu nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor bize. Yazar adayı olarak güçlüklere aldırmadan çalıştığında insanın, mutlaka başarıya ulaşacağını, bunun olanaklılığını vurguluyor. Bu çerçevede, her kuşaktan insan, ondaki içtenliğin, alçakgönüllü dürüstlüğün, vefanın, değerbilirliğin köklerini görebiliyor; tanımasa da, bilmese de, yüz yüze, ses sese gelmese de Gülten Dayıoğlu’nun söz konusu niteliklerini biliyor… Nereden mi? Okuduğu, imzasını taşıyan kitaplardan elbette. Geçmişte, yitik bir cennette kalmış güzelliklerin yeniden canlandığına tanıklık yapıyor ayrıca… Kaldı ki, o da zaten, “Eserlerimle ben bir bütünüz. …Eserlerimin yazılış öyküleri, yaşadıklarımla düşlediklerimin bileşiminden oluşuyor” demekten çekinmiyor. (11) Bir yazarın yaşamının ille de herkes tarafından bilinmesi gerekmiyor elbette. Ama, ilginçtir, öylesine merak konusu oluyor ki bu, bundan ötürü tutup yukarıda andığım kitabı kaleme alma gereği duyuyor Dayıoğlu. Sonrasında hemen tüm yapıtlarının neredeyse karşılığı olacak biçimde bununla kesişen, olgusal bağlamda kendi yaşamından ya da anılarından, tanıklıklarından, gözlemlerinden izler taşıyan verileri, açık yüreklilikle gözler önüne seriyor Yaşadıklarım ve Düşlerim’de. BİR YAZAR YETİŞİYOR: GÜLTEN DAYIOĞLU... Dayıoğlu’nun yazarlık serüveninden kimi dönemeçlere kuşbakışı göz atıp yaşamındaki kimi önemli anlara tanıklık yapsak ne dersiniz? Yazarın öyküden romana, masaldan bilimkurguya, uyarlamaya farklı türlerde sergilediği dil, anlatım, biçem özelliklerine geçmeden, yazarlığın dikenli yollarında onu karşılayan il ginç buluşmalardan kimi ipuçları derleyelim ilk önce… İlk öyküsü 1950 Mayısı’nda Afyon’da Kudret gazetesinde yayımlanıyor yazarın. O zamanlar yeniyetme çocuk henüz küçük Gülten. Ama öğretmeni hep yüreklendirmiş onu, “Sen yazar olacaksın!” demiş durmadan. Gülten, “bu olayla kendi(ni) yazar gibi duyumsa”mış… Ama eklemeyi unutmuyor o: “Oysa çekmem gereken nice çileler varmış…” (20) Reşat Nuri Güntekin’in, sevgi katkısı da anımsanabilir. Milli eğitim müfettişi olarak girdiği edebiyat dersinde tanıdığı, yazma tutkusuyla dolu, henüz taşralılığını kıramamış bu kız için öğretmeni Bedia Ermat’a söyledikleri azımsanacak söz müdür? “Bedia Hanım, bu çocuğun yeteneğini geliştirmesi gerekiyor. Bunun için çok kitap okumalı. Anladığım kadarıyla bütçeleri ölçülü. En iyisi siz, bu çocuğa okul kütüphanesinin anahtarının verilmesini sağlayın. Orayı hem temizlesin, hem de sürekli kitap okusun.” (39, 40) Acaba bu el alma mı esinlendirmiştir dersiniz, Gülten de Reşat Nuri’ce sevilen bir halk yazarı olmayı başardığına göre… Ama anlıyoruz ki, Gülten Dayıoğlu, yazmaya da yayımlamaya da öyküyle başlıyor. Yazarlıkta çıraklığa şiirle ya da öyküyle başlamanın sayılamayacak değerleri üzerinde hemen her yazar birleşiyor. Dayıoğlu’nun yazarlık için iyi bir başlangıç yaptığı düşünülebilir o halde. Bu yolla kendini geliştirip geleceğe emin adımlarla yürüdüğü… 1962’de Ankara’da “Çocuk Kitapları Yazma Semineri”ne katıldığını da öğreniyoruz bu arada onun. Bütün bunlar sonradan kalemini “çocukların hizmetine sunma kararı” almasına yol açıyor yazarın.(22 vd.) Yine bu dönemde, kimi toplantılarda “çocuk edebiyatı” kavramını kullanmaya koyuluyor Dayıoğlu. Daha önceleri bu tamlamanın kullanılmadığını vurguluyor ama. Bu süreçte işin apayrı bir temelde yapılması gerektiği sezgisine ulaşıyor çünkü çalışmalarına koşut. Yazara kulak verelim mi yine? “Kalemimi çocuklar için yazmaya yöneltmek, beni önce pek mutlu kıldı. Çocuk Edebiyatı’na hizmet verirken, öylesine sevinip göneniyordum ki!… Bu sevincin kaynağında, o zamanlar ülkemizde Çocuk Edebiyatı’nın henüz benimsenmemiş olması ve bu nedenle de piyasada nitelikli çocuk kitaplarının bulunmayışı yatıyordu. Aklımca bu açığı kapatma çabasına girişmiştim.”(24) Gülten Dayıoğlu’nun ilk kitabı Bahçıvanın Oğlu adını taşıyor. Bunu nasıl yayımlamış peki? “Elimde dosya dolusu çocuk öyküsü, yanımda üç dört yaşlarında oğlum, Cağaloğlu’na gidip kapı kapı dolaşmaya başladım.” (32) Fadiş adlı ünlü romanını, hafta sonlarında Büyükada’ya özel dersler için giderken eşinin “birazı kullanılmış ve işlevi bitmiş eski bir vergi defteri”ne yazacaktır bindiği Ülev vapurunun en alt katında. Fadiş’i iki yılda bitirir Gülten Dayıoğlu, Dört Kardeştiler’i bir ayda…(44, 46, 67) İlkini okulun emanet daktilosunda temize çekecektir, Dört Kardeştiler’i ise taksitle satın alacağı ilk yazı makinesinde… Artık yazardır. 1964’te bir öyküsüyle ilk 18 ödülü “Yunus Nadi”yi almaya gittiğinde seçici kurul üyesi, Cumhuriyet’in o yıllardaki yazı müdürü Ecvet Güresin’in, söyledikleri çınlıyor kulaklarında. Bütün yazar adayları için de aktarılabilir bu söz: “Dilerim, yazarlığınız geçici bir heves değildir.” (50) GÜLTEN DAYIOĞLU’DAN GELECEĞE GEÇEN... Andığım kitap, yazarlığın hiçbir zaman geçici heves olmadığını ama yazarlık için yoğun emekle çalışmak gerektiğini bize apaçık gösteriyor… Çünkü Dayıoğlu’nun yaşamöyküsü, yazar olmak için can atan bir yeniyetmenin de öyküsü aynı zamanda. Bütün kitaplarının bir yerlerinden başını uzatarak bir çalım görünüverişi de bundan kaynaklanmıyor mu?… Bunun bir örneğini Akgüvercin ile Yeşilsalkım’ın Aşkı (Doğan Egmont, 2010) adlı kitabında da görüyoruz. Bu kez babaannedir, kendi annesinden, onun da annesinden dinlediği masalları bir “masal anası” (ya da “nağıl nenesi”) halinde torununa anlatır. Öğretmenleri, dördüncü sınıftaki torunu Canevi’yle arkadaşlarından, yarıyıl tatil ödevi olarak komşularına uğrayıp onlardan dinleyecekleri masalları derleyip yazmalarını istemiştir. Ne ki artık komşuluklar da masallar da geçmişte kalmış gibidir. Çağdaş, ama iletişimlerini yitirmiş metropol insanlarıyla onların çocuklarına yönelen, bunların ayrıntılarına inerek masal evrenine yaşambilgisel notlar düşen bu yapıtında yazar, anlatısıyla masalını işte böylesi işlevlendirme yeteneği sergiliyor. Böylelikle masal diliyle geçmişin yoksul ama yaşantısal zenginliğini günümüzün varsıl ama yaşantısal yoksunluğuyla karşılaştırma, bundan yararlanma olanağı sunuyor okura. Ayrıca çağdaş bireyin, bu arada kadının kısırdöngü içinde gittikçe kendi içine kıvrılıp kapanan dramı da masal evreninde önümüze gelerek bize bunları düşünme fırsatı veriyor bir bakıma. Diyelim 2010’lara özgü bir çokkültürlülük temelinde yeniden yapılandırıyor sanki kitabını. Bu kitapların, her kuşak tarafından okunup sevilmesini, yazarın anlatımını kendine özgü bir büyüyle karabilmesine bağlamak da olası görünüyor bana. Gerçekten o çok yalın anlatan, önde imge zenginliği görünse de arka alanda doğrudan görselliğe dayanan, bunu enikonu çevrim senaryosu havasında eylemlilik kökenli sürükleyicilikle kaleme alan bir yazar. Bunda yazarın dilsel seçiciliği, yinelemeye düşmeyişi, ayrıntı yerleştirip işlevlendirme ustalığı da önemli paya sahip. İyimser bakışı, geleceğe güven duygusu, erdem kadar temiz, duru aşk, sevgi, ilişki özlemi, bütün bunların yer yer gözyaşı buğusuyla gölgelenişi, üç dört kuşağın onu severek okumasında önemli birer etken görebildiğimce. Ayrıca bu anlatılarda kurduğu çoğulcu evrenin, çok farklı katmanlardan seçerek yarattığı kişilerin, bunlar aracılığıyla ortaya çıkan gerçektenlik duygusunun da burada rolü olduğunu söylemeliyim. Öyleyse hadi kuşaklar, Gülten Abla’yla yaz okumalarına!… 2011 SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1122 AĞUSTOS Gülten Dayıoğlu Çocuklarla gençlerin ‘Gülten Abla’sı...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle