Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
LARIN nla serganlar a, geçcdan bir safeyi yata bir ruğa oks mayatta mek rasına azariydi. uygu manın rı haHerhem ci aban, eli aileyayı eğiştirise dolu e baba a evli memyünde n eli şiirleridar sak dür ki bu aileleda yani yemek yoruz o hem n da… kimlikkte yatte ve miz... ebilir ¥ yatta. Saf Anadolu çocuğu Yunus. Öyle ayrı dünyanın insanı ki, Karl Marks’ı birinin dedesi sanıyor mesela. Selamlaşma krizi yaşıyor içinde eline kalbine mi götürsün zafer işareti mi yapsın? Emek, işçi, sömürüyü ilk kez duyuyor daha. Ama farklılıkları ne olursa olsun insan seviyor Yunus bir kere. Kimi uçuk kaçık, kimi yarı hippi yarı 70’lerin radikal devrimci kliklerine adanmış, lümpen proletaryadan, kültürel hegemonyadan sıkı tiratlarla dem vuran bohemvari işgalci bir devrimci grup portresi çiziyorsunuz romanda. Avrupa’da o dönem romanda model aldığım gibi böyle işgal evleri var. İşte boş evlere gidip yerleşen 2030’ar kişilik gruplar var. Öyle hepsi de birbiriyle aynı fikirlere sahip falan da değil. Kimisi daha solcu, kimisi felsefi anarşist, kimisi hippi, özellikle punklar çok var. Çoğunun tek ortak yönü toplumla pek uyuşamama, reddetme, kıyasıya eleştirme. Ama şunu belirtmek isterim ki işgalcileri de çok severek yazdım. Kimseyi yargılamadım, asmadım. Evet, matrak bir dil var orada. Ben mizahla hüzün arasındaki dansı çok severim. Hüzünlü şeyleri mizahla anlatmayı, komik şeyleri de hüzünle anlatmayı severim. Tüm romanlarımda var bu. Yapıtlarınızdaki o gitme halini konuşalım şimdi de... O sizin sanki bazen mazoşistçe ve alışıkça olduğunuzu düşündürten sıla hali, göçebe halini anlatın... Evet göçebeyim çünkü benim için edebiyatın bir anlamı da bu. Bu tür yolculukların edebiyatı çok beslediğini düşünüyorum, edebiyatçı açısından çok yıpratıcı olsa da. Devamlı kopuşlar yaşıyorsunuz. Dostluklarınız etkileniyor, sevdalarınız etkileniyor. Bedel ödetiyor yani. Çocukluğumdan beri hep böyle oldu. Annemin diplomat olması dolayısıyla çok farklı yerlerde yaşadım, benim dışımda böyle gelişti. Sonra ben de bunu tercih eder oldum. Onun için bir yanım hep göçebe. Nereden göçüyorsunuz, bir Kâbe’niz, merkeziniz var mı ya da oldu mu hiç? Şöyle: Ben alışkanlıklarımdan göçüyorum ve bunu seviyorum. İstanbul’u çok seviyorum, bu şehre olan sevdam, hasretim bambaşka olsa da arada uzaklaşmam, özleyip geri dönmem sonra tekrar gitmem lazım. Yoksa yazamam ve mutlu olamam gibi geliyor. Dolayısıyla gurbetle sıla arasındaki o eşikte beni daha neler bekliyor bilmiyorum ama merak etmeye, yaşayıp görmeye ve yazmaya devam edeceğim. sevgim var ve çok öykü okurum. Kısa öykü bambaşka bir şey. Kendim yapmıyorum, çünkü roman beni çok dengeliyor. Çok sabırsız bir insanım roman bana sabırlı olmayı öğretiyor. Çok disiplinsiz bir insanım, çok dağınığım, çok savruğum, roman bana disiplinli olmayı, daha sebatkâr olmayı öğretiyor. O açıdan roman bana iyi gelen bir tür. Şiir de çok okurum, şiirdeki ritim duygusu, dil sevdası beni büyüler. Müzikten, sinemadan çok yazı okurum. Siyaset felsefesi çok okurum. Felsefenin hayata, ölüme, bu dünyada olmaya dair, anlamlandırmaya dair sorduğu sorular o kadar tanıdık ki nasıl okumam? Din felsefesi okumayı sevdiğinizi de biliyorum. Tasavvuf ile yakın temasınız özellikle. Pinhan’da da Araf’ta da görüyoruz yansımalarını. İskender’de de daha az olsa da bir kapı var tasavvufa açılı. Zannediliyor ki dindarsınız, öyle bir şey yok. Manaya dair mesela yaratmak ne demek, bugün buradayız yarın değiliz ne demek? Bunlar çok evrensel sorular. Tasavvufu el yordamıyla keşfettim. Çünkü tasavvufla hemhal bir ailede büyümedim. “KATI LAİK BİR AİLEDEN TASAVVUFA YÜRÜDÜM” “Katı laik bir aileden geliyorum” dediğinizi okumuştum. Evet, katı laik aile ve arkadaş çevresinden yürüdüm tasavvufa. Kastettiğim yani gündelik hayatın içinde tasavvufun izdüşümleri falan yoktu, böyle bir bilgim yoktu. Çevremle, yaşam tarzımla alakası bile yoktu. Solcusu, feministi, nihilisti, felsefi anarşisti, rasyonalisti, akademisyeni yani tasavvuf ile alakasız, irtibatsız bir çevreydi. Ben de öyleydim. Siz nasıl ilgilenmeye başladınız? 20’li yaşlarımın başında, kitaplar aracılığıyla. Bana bu dünyada pek çok kapıyı kitaplar açtı, pek çok şeyi o sayede keşfettim. Bir kitap başka bir kitabı açtı. Mesnevi okuyorsunuz bir şey çarpıyor sizi orada. Tasavvufta çok şeyi seviyorum; bir kere insana getirdiği tevazuyu seviyorum. Kibre karşı uyarmasını seviyorum. Kibir inanılmaz bir körlük. Dogmalar böyle böyle doğuyor. Sonra tasavvuf insanı eşitlikçi bakmaya yönlendiriyor, insanlık, evren gibi pek çok konuda bağlantıları görmeye teşvik ediyor. En önemlisi bir aşkınlık arayışı insana verilen kalıpların dışına çıkma, başka açılardan bakma, özüne, içine yolculuk yapmak, nefsine, egona dikkat etmek tasavvufta. Tüm o katmanlar romanın özü için de çok önemli. Edebiyat da çok içine dönük bir şey. Edebiyatla tasavvuf arasında böyle birçok paralel lik buluyorum. Tasavvuf geçmişte, tarihte kalmış ve metruk bir bina değil. Yaşayan, soluk alan bir yaşam felsefesi. O anlamda tasavvuf zamansız aslında. Bunu görmemek, tasavvufu sadece kitabi bilgilere, teoriye ya da geçmişe hapsetmek haksızlık. Çünkü dün olduğu gibi bugüne de hitap ediyor, akışkan, sevgi dolu, hem beyinlerimizi hem de gönüllerimizi açıyor. Tasavvufun penceresinden kainata bakmak, insana bakmak, hayata bakmak bence insanın algılarını tamamen değiştiriyor. Edebiyat, bana göre kalpten kalbe bağlantılar kurma ve empati sanatı. Tasavvuf terbiyesi alan insanlara bakın, kibirli olamaz, uzaktan atıp tutmaz, insanları yargılamaz, hakaret ya da küfür ya da dedikodu etmez. Ben bu ahlakı seviyorum. Kendi adıma hiçbir iddiam yok, hürmetim ve sevgim var. “İSKENDER BİR ANTİKAHRAMAN VE GÜNÜN SONUNDA BİR KATİL” Neden kitabın kapağında erkek kılığına girmiş bir Elif Şafak var? Bir buçuk senedir hemen her gün uyandığımda “İskender olmak nasıl bir şey?” diye düşündüm. Ben yazarken her karaktere tek tek dönüşürüm. Bugüne kadarkiler içinde en zoru İskender olmaktı diyebilirim. Birkaç şeyden ötürü; İskender bir kere antikahraman, insanları çok kırıyor. Günün sonunda bir katil. Ama kendisi de çok incinmiş. Çok karmaşık bir yumaktı. Edebiyat benim için kendi hikâyemi oturup başkalarına anlatmak demek değil, asla olmadı. Ben kendim olmamayı, başkası olabilmeyi seviyorum. Çok şişman bir kadınla cüce bir adamın evliliğinden yola çıktığınız Mahrem’de yeme düzeniniz bozulmuştu değil mi? Evet, nasıl kilo almıştım, inanılmazdı. Sürekli yiyordum. İskender’de de hüzün duygusu, o sıkışmışlık duygusuyla sarıp sarmalandım o bir buçuk yıl. Hâlâ bende devam ediyor İskender. O yüzden kendini başkasının yerine koyabilmenin, empati kurabilmenin fotoğrafı bence bu kapak. Aynı zamanda “gelin kalıpları kıralım” diyen bir kapak, çünkü erkeklik ve kadınlık bir kalıp. Biz bunu sorgulamadan kabul ediyoruz. Üçüncü olarak erkekliğin inşasında, erkeğin suretinde aslında bir kadın saklı diye düşünüyorum. Tüm bunlara gönderme yapan bir kapak olduğuna inanıyorum. Kapağın ana fikri bana, tasarımı Uğurcan Ataoğlu’na ait. Fotoğrafçı Timur Çelikdağ Londra’da çekti. 1970’lerin Londrası’nı ya kalamaya çalıştık. İskender’in romandaki kıyafetlerini düşündük. Özellikle gençlerden ve kadınlardan çok güzel tepkiler aldım, alıyorum. “OKUNUYORUM DİYE ÖZÜR MÜ DİLEMELİYİM?” Popülarite lanet mi, kutsanma mı sizin için? Ben yazmayı seviyorum ve sevdiğim işi yapıyorum. Yoksa tutku duymazsanız yazamazsınız. Bir aşk duymazsanız çekilecek iş değil. Türkiye’de yazıdan çok yazarın okunması gelenek gibi olmuş. Çok yıpratıcı bir şey bu. Popüler olayım diye bir çabam yok. Ama sırf romanlarınız çok okunduğu için size cephe alan insanlar var. Romanınızı okumamışken üstelik. Ne yapmalıyım acaba, okunuyorum diye özür mü dilemeliyim? Ayrıca beğenmeyebilirler de ama hakaret etmek niye? Önyargılarla hareket edip yazarın hemfikir olunmayan bir sözüne, bir demecine veya görüşüne kilitlenerek emeğinizi karalamaya çalışanlar var. Çok çeşitli kesimlerden okurum var ve bunu çok önemsiyorum. İmza günlerinde bakıyorum çok genç, kulağı küpeli delikanlılar da var, hemen arkasında başörtülü genç kızlar da var, onun arkasında yaşlı teyzeler, amcalar da var. Normal zamanda hiç yan yana gelmeyecek solcusu da var muhafazakârı da var. Kıymetli bir şey bu. Bir romanın kapıları herkese açık olmalı çünkü hikâyeler evrensel, hepimizin. Benim işim bireyi anlamak, bireyi anlatmak. Onun için bu kadar çok farklı kesimden insan tarafından okunmak tabii ki bu anlamda beni mutlu ediyor. İskender’e ilişkin dile getirilen intihal iddiaları canınızı kuşkusuz hayli sıktı. Neler söylemek istersiniz burada da? Son on gündür duymadığım laf kalmadı ki. Polemik sevmeyen bir insanım, kimseye şahsi cevap vermedim, vermem; yazmam, bel altı vurmam. Ama on gündür neler duyuyorum işte “söyleşi yapanlara ipad veriyormuşum” (gülüyoruz). Kitapla beraber promosyon dağıtıyormuşum. Yok kapak çalıntı dediler. Sonra yok aslında içerik İngiliz bir yazardan çalıntı dediler. Akıl, mantık dışı bir iddia bu. Ben bu romanı zaten İngiltere’de İngilizce yazdım. Çalıştığım ajans köklü edebiyat ajanslarından biri ve İngiliz. Satır satır okudular. Onlar çok sevdi, alıp yayıncıma götürdü. Yayıncım dünyanın beş büyük yayınevinden birisi olan Penguin Yayınevi. Editör satır satır okudu. Amerika’daki editörüm aynı şekilde. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? El insaf! İddia o kadar asılsız ki diyorlar ki burada da göçmen aile var, orada da var. Burada da ikiz var orada da var. Hatta burada da camdan bakıp ayak görüyorlar orada da öyle, demek ki 450 sayfalık bu roman çalıntı. Böyle bir edebiyat eleştirisi olabilir mi? Böyle bakarsanız binlerce kitap arasında ortaklık bulursunuz. En ufak bir şeyim yok, gayet ne dediğimi biliyorum, sağlam duruyorum. Bu benim on birinci kitabım, sekizinci romanım, alın terim, hayal gücüm. Türkiye’de bu kadar ucuz bir şekilde insanlara saldırılmasından da hepimiz büyük üzüntü duyuyorum. Aslolan okurun bu kitapla kurduğu bağlantı, kalpten kalbe kurduğu muhabbettir gerisi önemli değil. gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr İskender/ Elif Şafak/ Doğan Kitap/ 444 s. da tututuöyküre, bir rbirley ve o ndaki emde en ve rbirinna ¥ 1122 “HERKES KAFASINDAKİ ROMANI OKUYOR” “Okuru katılımcı kılan okumalar, metinler vazgeçilmeziniz” diyebiliriz sanırım. Çok. Bu söylediğiniz şey benim için o kadar önemli ki. Ben monolog sevmiyorum. Orada bir güzellik yok ki. Benim sevdiğim mümkün olduğunca kapılar açarak okuru da bu saraya, bu yapıya davet ederek manayı, hikâyeyi birlikte yaratmamız. Herkes farklı bir göz, herkes kendi kafasındaki filtresiyle, kendi geçmişiyle, günüyle, hayalleriyle okuyor. Aslında herkes kendi kafasındaki romanı okuyor. Güzel olan da bu. Bir de öyküsel kolajlar şeklinde ilerleyen bir biçem söz konusu İskender’de… Öyküyle hayli hemhal bir roman İskender… Doğru çok ama çok seviyorum öykücülüğü. Kısa öykücülüğe büyük bir Gamze Akdemir ile Elif Şafak. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1122 18 AĞUSTOS 2011 SAYFA 17