Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y 972 temmuzuydu. Demek, yirmi beş yaşındaymışım. İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te Dünya Satranç Şampiyonluğu karşılaşması oynanıyordu. Masanın başında, unvanı elinde tutan Sovyet büyükusta Boris Spassky ile Amerikalıların “dâhi çocuğu” Bobby Fischer oturuyordu. Karşılaşma Soğuk Savaş’ın satranç tahtasındaki yansımasına dönüştürülünce basının büyük ilgisini çekecek; “Yüzyılın Maçı” diye adlandırılarak gazetelerin başsayfalarına kurulacak; eylül ayına kadar süren maçın sonunda Fischer’ın aldığı yengi, Sovyet oyuncuların son çeyrek yüzyıldır saltanat sürdükleri bir alanda “ABD’nin zaferi” olarak tanımlanacak; Hollandalı büyükusta Jan Timman, Fischer’in zaferini, “koca bir imparatorluğu alt eden yalnız bir kahramanın öyküsü” diye nitelendirecekti. Fischer, kameraların önünde oynanan ilk iki oyunu yitirdikten sonra bu koşullarda oynayamayacağını bildirmiş; maçın, kameraların bulunmadığı içeriki odalardan birine taşınmasından sonra üstünlüğü ele geçirmiş; izleyen 19 oyunun 7’sinden üstünlükle çıkmış, yalnızca 1’ini yitirip 11 beraberlik alarak maçı 12½ 8½ kazanmış; 11. Dünya Satranç Şampiyonu olmuştu. 1972 yazı, Mamak Askerî Cezaevi’ndeki ilk yazımdı. FischerSpassky maçını televizyondan izleyemesek de, zaman zaman elimize geçen gazetelerden bir ölçüde izleyebiliyorduk. Ama karşılaşmanın eylül ayında tamamlanmasının ardından Bilgi Yayınevi’nin bastığı kitabın içeriye girmesiyle, koğuşta gerçek anlamda bir “satranç patlaması” yaşanmıştı. Kitap, Fischer ile Spassky arasındaki şampiyonluk karşılaşmasının tüm oyunlarını içeriyordu. Çok geçmeden, satranç takımları getirtildi Mamak’a. Fischer ile Spassky arasındaki olağanüstü zihinsel ve ruhsal boğuşma, tüm dünyayı etkisi altına alıp satranç oyununu yeniden insanlığın gündemine taşırken, cezaevinin parmaklıklarından içeri sızmış, koğuşta nerdeyse bir satranç manyası yaratmıştı. Bilgi’den çıkan kitaptaki oyunları satranç tahtası üstünde tekrar tekrar oynuyorduk. “Satranç nöbeti” bir süre sonra koğuştaki satranç meraklılarını da aşacak, o güne kadar hayatındaki satranç oynamamış arkadaşları da saracak, hararetli turnuvalar düzenlenmeye başlayacaktı. İşte, o günlerde, Britanyalı büyükusta Harry Golombek’in The Game of Chess (Satranç Oyunu) adlı kitabını getirttim içeriye. Golombek, belki uluslararası satrançta doruklara erişmiş bir oyuncu değildi, ama üç kez Britanya şampiyonu olSAYFA 6 21 TEMMUZ eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Satranç dehasının yaşamöyküsü ‘Oyunsonu’ adlı kitaptan sonra şimdi de ‘Bobby Fischer Dünyaya Karşı’ adlı belgeselde ‘Satrançta mutluluk yoktur’ 1 makla kalmamış, dünyanın en iyi satranç eğitmenleri, hakemleri ve yazarları arasına girmişti. O sıralar The Times gazetesinin satranç yazarıydı. 1963 yılında Mihail Botvinnik ile Tigran Petrosyan arasındaki dünya satranç şampiyonluğu karşılaşmasını yönetmişti. 1954’te yayımlanmış olan Satranç Oyunu adlı kitabı ise satranç öğrenmek isteyenler için temel bir başvuru kaynağıydı. Sonunda, bir de baktım, koğuşun pencerelerinden birinin önündeki yemek masasının başına oturmuş, önümde yaz makinem, sağımda kitap, solumda satranç tahtası, Satranç Oyunu’nu çeviriyorum. Golombek’in gösterdiği ve açımladığı oyunları tek tek oynayarak… Blaise Pascal, “Satranç zihnin cimnazyumudur” demişti ya, gerçekten de, FischerSpassky maçının tutuşturduğu satranç yalımları bir süreliğine de olsa koğuşu bir “zihin cimnazyumu”na çevirmişti. Hapishanenin ağır koşullarını bir ölçüde hafifleten, zihnimizi canlı tutmamızı sağlayan, bizi baskılara karşı daha dirençli kılan bir “cimnazyum”... Ne ki, Isaac Asimov’un dediği gibi, “satrancın tersine, oyunun, hayatta mattan sonra da devam ettiğinin” ayırdında değildik henüz… yunca, belleğimde, Mamak’taki 1972 yazı canlanıverdi işte. Garbus, daha önceki belgesellerinde de hep toplumsal konuları işlemiş bir yönetmen. 1998’deki çektiği The Farm’da (Çiftlik) Louisiana’daki bir hapishanenin acımasız yaşam koşullarını; 2002’de gerçekleştirdiği The Execution of Wanda Jean’de (Wanda Jean’in İdamı) sevgilisini öldürmekten yargılanan Wanda Jean Allen’ın idam edilmekten kurtarılması için verilen savaşımı; 2009’da çevirdiği Shouting Fire’da da ifade özgürlüğü hakkının ABD’de nasıl ayaklar altına alındığını işlemiş. Garbus’un bu yıl gerçekleştirdiği Bobby Fischer Dünyaya Karşı adlı belgesel ise, bunalımlı bir çocukluk ve ilkgençlik yaşamış olan bu satranç dehasını “bir birey olarak” ele alıyor; Garbus, önceki belgesellerindeki mahkumlar, idam hükümlüsü Wanda Jean ve ifade özgürlüğü hakkı çiğnenenlerde olduğu gibi, Fischer’le empati kurmaya çalıştığını söylüyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranç oyuncularından biri olan Fischer’ın yaşamı gerçekten de karabasanlarla dolu. 1943’te Chicago’da doğan Bobby Fischer, satranç taşlarının nasıl hareket ettiğini altı yaşında öğrenmiş. Annesi Regina’nın, tıp okuyabilmek için, oğlunu uzun süreler yalnız bıraktığı, Bobby daha onlu yaşlardayken kendi başının çare sine bakmak zorunda kaldığı söyleniyor. Nitekim, sonunda annesini reddetmiş. Ne ki, Garbus’un belgeselinde dokunaklı bir sahne var: Fischer 2008’de, yıllar önce dünya şampiyonluğunu kazandığı Reykjavik’te öldüğünde, başucunda annesinin fotoğrafı bulunuyor. Belgeselde konu edilen bir söylentiye göre, Bobby Fischer, resmî kayıtlarda, Alman asıllı bilim insanı HansGerhardt Fischer’ın oğlu olarak görünüyor; ama gerçek babasının, Regina’nın bir dönem aşk yaşadığı Macar fizikçi Paul Nemenyi olduğu ileri sürülüyor. Anlaşılan, daha çocukluk çağında, satrancın katı kurallarını yaşamın karmaşık gerçeklerine yeğlemiş Fischer. 1958’de ilk kez ABD şampiyonluğunu kazandığında henüz on beş yaşında. Ertesi yıl da, kendini tümüyle satranca adayabilmek için okuldan ayrılmış. 1972’de dünya şampiyonluğu için Spassky’nin karşısına oturmadan hemen önce, dünya şampiyonluğu adaylığı finalinde eski şampiyon Petrosyan karşısında bir oyun yitirmesine karşılık beş oyun kazanmış. ‘KAÇIĞIN TEKİ’ Spassky’yi alt ederek dünya şampiyonluğu unvanını Sovyetler Birliği’nin elinden alıp ABD’ye getirince bir “Soğuk Savaş kahramanı” olarak yüceltilen Fischer’ın, çok geçmeden ülkesine sırt çevirmesi, vergilerini ödemeyi reddetmesi ve 1992’de Yugoslavya’da kan gövdeyi götürürken BM yaptırımlarını hiçe sayarak Sveti Stefan ve Belgrad’da Spassky ile yeniden oynamayı kabul etmesi; daha da şaşırtıcısı, New York’taki 11 Eylül saldırılarından sonra bir radyo söyleşisinde olayı “harika bir haber” olarak nitelemesi, özellikle ABD’de dışlanmasına ve “kaçığın teki” olarak görülmesine yol açmış. Oysa, “ABD ve İsrail yıllardır Filistinlileri katlediyorlardı; şimdi bakın, ABD’nin başına neler geldi!” demesi, pek de “kaçığın teki” olmadığını gösteriyor bana kalırsa. Fischer’ın yaşamöyküsüyle ilgili en ilginç çalışmalardan biri, Frank Brady’nin Endgame: Bobby Fischer’s Remarkable Rise and Fall (Oyunsonu: Bobby Fischer’ın Olağanüstü Yükselişi ve Düşüşü) adlı kitabıdır bence. Garbus’un belgeseline dönersek, Türkiye’ye getirilir mi, bilmiyorum; ama anlaşıldığı kadarıyla, bir insanın trajik yaşamını mercek altına aldığı kadar, Lord Byron’ın dediği gibi “yaşamın satranç için çok kısa olduğunu” da ortaya koyuyor bu 90 dakikalık film. Kim bilir, H. G. Wells haklıydı belki de: “Hiçbir şey satranç kadar vicdan azabı vermez insana. Satranç, insanoğluna yöneltilmiş bir lanettir. Satrançta mutluluk yoktur…” KORKUNÇ BİR ‘OYUN’ Şimdi anımsıyorum, Viyanalı “novella büyükustası” Stefan Zweig’ın Satranç ya da Satranç Öyküsü adlı yapıtını da o sıralar Mamak’ta okumuştum. Dönüp geriye baktığımda, insanın bir kitabı okurken içinde bulunduğu koşulların, kitabı okuyuşunu, yorumlayışını da etkilediğini düşünüyorum. Satranç Öyküsü, Nazilerin baskısı yüzünden Avrupa’yı terk etmek zorunda kalan, 1940’ta Brezilya’ya göç eden, yalnızlık ve düş kırıklığı içinde karısıyla birlikte intihar eden Zweig’ın kaleme aldığı son kitaptı. Zweig, kitabı, 1942’deki intiharından birkaç gün önce Amerikalı yayıncısına göndermiş, yapıt yazarın ölümünden hemen sonra yayımlanmıştı. Satranç Öyküsü, Zweig’ın, onu ölüme sürükleyen Nazileri psikolojik bir yaklaşımla da olsa ele aldığı tek kitabıydı aynı zamanda. Nazilerle oynanan korkunç bir “oyun”un metaforuydu satranç. Geçenlerde, New Yorklu yönetmen Liz Garbus’un, Bobby Fischer’ın yaşamöyküsünü anla Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranç oyuncularından olan Fischer’ın yaşamı gerçekten de karabasanlarla dolu. tan bir belgesel çektiğini oku2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1118