26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Fethi Naci tükenmez! sonraları ağır ağır bundan uzaklaşmaya koyulduğunu, bu arada yazınsal eleştirinin gide gide nitelik değiştirmeye başladığını, yerine yazın eleştirisinin gelip oturduğunu, sonuçta eleştirinin daha çok akademik tabanlı yayılma, gelişme gösterdiğini söylemek olası… ELEŞTİRİ YAZARLIĞI HER GÜN GERİ ÇEKİLİRKEN... Fethi Naci, tepeden tırnağa yazıncıydı, yola eleştirmen olmak amacıyla çıkmış değildi yani. Öyküler kaleme alıyordu. Peki ne oldu da eleştirmen kalmayı yeğledi, elindeki yazınsallığın iplerini bir biçimde öylece sonsuzluğa bırakıverdi kendiliğinden? Bu sorunun yanıtını dönemin kırılgan kesitinde aramak gerekiyor ilk ağızda. 1940’ların yoğun baskısı altında yaşayanların yaklaşımları bu konuda önümüze ışık düşürebilir… Nitekim yalnız yazıncılığına değil ekonomi bilimciliğine veda edişi de bu döneme rastlıyor onun. 40 sonlarıyla 50 başlarında onu kuşatan yazar çevresiyle Nurullah Ataç’ın övgüsü; filiz vermiş bir devrimci genç olarak tutuklanışı, onu, eleştirmenliğin gerek yazınımızın bütünü gerekse bilimsel anlamda toplumsal gelişmeler yönünden çok daha yararlı olabileceği konusunda güçlü biçimde ikna etmiş olmalı… Fethi Naci’nin yapıtları taranıp da, eleştiri verimindeki derinliklere inildiğinde bir soy yazıncı olarak algılanmaması olanaksız onun. Nitekim yalnız Reşat Nuri Güntekin üzerine kaleme aldığı monografiye bakarak bile yapıtı, roman gibi okumanın olanaklı olduğu görülebilir. Bizde heyecan uyandıran, bunlar birer serüven romanıymışçasına bizi peşine sürükleyen, aslında onun böylesi usta yazarlığı değil midir? Gerçekten biz, Fethi Naci’nin eleştirilerinde izini sürdüğü yazarlarla onların yapıtları üzerine öne sürüşleriyle ortaya koyduğu somut verilerden, vardığı yargılardan çok düşünce adımlarıyla sıçrayışlarının, bunları söyleme biçiminin, yazılarına içirdiği kan sıcaklığında, ama karpuz serinliğindeki söylemin peşine takılmamış mıyızdır? Evet, biz bu yapıtlarda yazarlığının tadını aldık ilkin onun. Örtük söylemli biçeminin, alaysamalı duyarlığının, incelikli içtenliğinin, tok duruşlu vakarının, çocuksu sobeleme sevinciyle düş kırıklığının… Böyle bir eleştirmenin, özetle Fethi Naci’nin yeniden doğabileceğini sanıyorsanız yazınımızda, aldandığınızı söylerim size… O halde, ortaya koyduğu bu kendine özgü eleştiri yazınıyla hem yazarlık yönünü, hem içinde kalan bilimcilik isteğini hem de bütün bunlarla örtüşen toplumcu eylemciliğini buluşturmanın karşılığını işte bu imzayla koyduğu öngörülebilir Fethi Naci’nin… Biz, onun solgun bir güle dönüşen eleştirmenliğinde yazarlığının daha geniş söylersek sanatçılığının, bilimciliğinin, devrimciliğinin bu tomurcuğunu göremiyorsak eğer, yine fethinacice söyleyeyim, tüh bize!… İşte eleştiriye soyunmuş yazıncıların giderek ortadan çekilişinin, en iyimser yaklaşımla denemeye kayışının altında bunu aramak gerekiyor… Neyi? Yazın kamuoyuyla toplumun eleştirmene yüklediği değersizliğin, sonuçta bu insanları alandan kopardığı gerçekliğini yani… Ama yine de Fethi Naci’nin tükenmezliğini öne sürmekten çekinmeyeceğim kendi payıma… ethi Naci’yi (3 Nisan 1927–23 Temmuz 2008) yitireli üç yıl oluyor… Sağlığında azımsanmayacak sayıda yazı kaleme aldım verimleri, eleştirmenliği üzerine onun… Ölümünden bu yana da eleştiri yazınımızdaki yerine, önemine vurgular getirmeye çabalıyorum… Kendisi bu konuda hiçbir yakıştırmaya sapmamış, kuruntu içine bile girmemiş olsa da eleştiri alanında yazın kamuoyunun daha o hayattayken benimsediği “Fethi Naci yetkeliği”nin, “Fethi Naci erki”nin, ölümü sonrasında yazınsal eleştirimizde bunu algılama bağlamında nasıl bir grafik gösterdiği üzerine bir şeyler söylemek gerekse ne denebilir? Sözgelimi yazınımızda, gide gide Fethi Naci’den uzaklaşıyor, onun yapıtta aradığı yazınsalestetik değer, bunları serimlemede gösterdiği yöntemsel adımlar, yapıtı kendi içindekilerle ölçümlendirecek eşikle ilgili veriler, bu konuda ortaya koyduğu kucaklayıcı yetiyle ilgili olarak, bunlardan uzaklaşıyor muyuz, yoksa onun bu tutumu ardından daha çok mu özleyip arıyoruz dersiniz onu? Fethi Naci, Marksçıydı, bunu herkes biliyor. Yine herkesin bildiği bir gerçek de şu: Hiçbir güç, yasa, önerme yapıtı değerlendirirken etkilemiyordu onu. Denebilir ki hiçbir etki sızmıyordu Fethi Naci eleştiri laboratuvarından içeriye… Evet, sıcakkanlı yazılardı onun yazınsal eleştirileri, ama Marksçı yönteme dayalı soğukkanlı yaklaşımla kaleme alındığından bu sıcaklık başına bela olmuyordu hiçbir zaman. O halde onun en temel dayanağı, Marksçılıktan kalkarak derin biçimde özümsediği diyalektik yöntemdi diyebiliriz. Bu açıdan herhangi bir eleştiri okuluyla organik bağ içinde değildi elbette, ama belki de tek kişilik bir okulun üyesiydi o, daha doğru bir ele alışla. Onun, bu alana dönük verimlerini, çalışmalarını yaklaşık on yıl öncesinde kestiği düşünülürse, şöyle bir soru da gündeme getirilebilir: Peki, bugünkü eleştiri yazınımız, ondan herhangi esin almış mıdır, almışsa bunun yönü nedir? Fethi Naci, yazınsal eleştiri çığırının son büyük temsilcisi olmakla kalmadı bana sorulursa, bir dönemi de kapamış oldu. Onun döneminde eleştiride adları anılabilecek birkaç yazarın, F Türk Öykücülüğünde Deneysellik (Kanguru, 2010 [TÖ])… Yazarlar “eleştiri”, “eleştirel deneme”, “incelemearaştırma” olarak nitelendirmiş çalışmalarını… Ne ki andığım yazarların üçü de yola şiirle çıkmış insanlar; ilk kitap verimleri de şiir zaten… Gündüzalp’in, geçmişte “Kitaplar Adası”na konuk aldığım öykü kitapları da var… Yetik’in ise henüz yayımlanmamış olmakla birlikte öykü, roman dosyaları olduğunu biliyorum. Albayrak’ın öykü yayımladığını ekleyeyim ayrıca. Bu yazarların asıl uğraşları şiiri, öyküyü, romanı bırakmadan eleştiri alanında çabalayışlarının, uğraşıp didinişlerinin bir nedeni olmalı. Kemal Gündüzalp’in, Memet Fuat’a adadığı kitabından şu sözlerini alalım örneğin: “…Yazın çevrelerinde çok yaygın bir ‘kör’ inanç, bir tür yanılgı ya da önyargı vardır: Eleştiri, yaratıcılıkta ‘başarısız’ olanların işidir! Oysa salt yetenekçilik yerine, ancak aydın ve entelektüel olmayı becerebilen sanatçılar aynı zamanda kendi kendilerinin de eleştirmeni olabilirler. Önemli yazarların büyük bir bölümü bu nedenle eleştiri de yazmıştır.” “Kendi kendinin eleştirmeni olmak” üzerinde nece durulsa yeridir. Kitap olarak yayımlanmadan yıllar önce, 2004’te kaleme aldığı bu “Önsöz”e şunları da ekliyor Gündüzalp: “Yazına şiirle başlamış biriyim. Ancak belli bir noktadan sonra yazılan şiir kadar, şiirin sorunlarıyla da ilgilenmek durumunda kaldım. Açıkçası hiçbir zaman ‘eleştirmen’ olmak gibi bir kaygım olmadı. İki nedenden dolayı: Birincisi, eleştiriyi çok ciddiye aldım. İkincisi, özel yetişme koşullarımdan dolayı bunun için kendimi yeterli görmedim. Ancak bilimsel/nesnel eleştirinin yeterli düzeyde olmaması ve yazınsal alanda birçok çarpık eleştirel anlayışın boy göstermesi, yanlış şiir anlayışlarının şiiri geriletmesi, okuyucudan uzaklaştırması vb gibi nedenlerle ‘şiir eleştirisi’ yapmak benim için de bir zorunluluk oldu.” “Bir günde eleştirmen olunmuyor. Özellikle eleştirel etkinlik, çok uzun ve sürekli bir çabayı gerektiriyor. Bu da bir yöntemi ve belli düzeyde bilimsel bir anlayışı zorunlu kılıyor. Başka türlü nesnel olunabileceğini sanmıyorum. (…) Birebir Şiir’de de bütünüyle nesnel olduğum söylenemez. Konu şiir olunca ve eleştiri yapan insanın kendisi de şiir yazınca kaçınılmaz biçimde öznelliğin gedikler bularak içeriye sızdığını unutmuş değilim. Bu da çok doğaldır.” (BŞ, “Önsöz”) Böyle söyleyen şair, öykücü bir yazarın bu eleştirisi yabana atılabilir mi? Nitekim Gündüzalp, giderek yalnız eleştirileriyle değil, belki de bunun yol açıcılığında şiirlerine içirdiği kıvamla da dikkat çekiyor… Bu alanda tek ad değil o. Kimlere, kimlere uzanan bir erke ağı var elbette. ŞİİR, ÖYKÜ, ROMAN YAZMAK YA DA ELEŞTİRİ YAPMAK... Masamda üç kitap var: Kemal Gündüzalp’ten Birebir Şiir (Şiirden, 2009 [BŞ]), Hayri K.Yetik’ten Romanın Aranışı Arayışın Romanı (Kanguru, 2011 [RA]), Mustafa Albayrak’tan ELEŞTİRİ; YAZINSAL GELİŞİMİN MİHENK TAŞI... Gündüzalp’in kırıklığını dile getirdiği satırların benzerine Yetik’te de rastlıyoruz. Romancılığımızla kendi roman dosyası arasında koşut kurguyla oluşturduğu “roman arayışı”nda şöyle diyor: “Eleştirmenler de yazarlar da işi tanıtıma dönüştürmüştü ya da tanıtım yazıları yazanlar eleştirmen sayılıyordu. Bir de çözümleme tezleri akademisyenlerin. İşin ilginci de şuydu, 21 eleştirmeni, yazarı, yayıncısı ve okuruyla koro halinde ‘edebiyatı piyasa koşulları belirliyor’ diyorlardı.” “Yayıncı bu koşullarda ancak popüler romanlarla ayakta durabilirdi. Okur başkalaşmıştı.” “Kısacası hayat kirletilmiş, politika yasaklanmıştı, toplumcu edebiyat giderek kan kaybediyordu.” “Edebiyatın vicdanı onlar için bir şey ifade etmez olmuştu. Varsa yoksa bugündü, bugünü, anı hedonist bir açgözlülükle, bir bencillikle yaşamak, tüketmekti; çünkü yarın projesi sahipsiz kalmıştı, ütopya bilinmeyen, belki de hiç gelmeyecek bir zamana kalmıştı, üstelik davacıları, davalı durumundaydı, hırçın, tehlikeli ve sıkıcıydılar, aynı zamanda zamanın ruhuna aykırı biçimde fazla özgeci görünüyorlardı, bir o kadar da maceracı ve hayalperest…” “Eğer aşağılık kompleksi elimi, beynimi baskılamıyorsa neden yaratamayacakmışım kahramanı mı? Edebiyata dair Doğu’nun ve Batı’nın edebi verimleri elimin altındayken eksiğim neymiş?” “…Büyük yazarlar her zaman devrimi önceleyen yazarlar olmuşlardır.” “…Edebiyatın önsezisi, önceleme gücü dünya edebiyatıyla birlikte kendini gösterebilir. Bunu da kendi coğrafyamızdaki birikimi azımsamadan deneyime dönüştürmüş dünyalı yazarlar yaratabilir ancak.” (RA, 13 vd.) Hayri K.Yetik de Gündüzalp gibi eleştiri alanında kendine özgü yer edinmiş bir ad artık. Ama görüldüğü üzere eleştiri yapanlar, aslında kendi verimleri yönünde kazı yapmaya girişiyor denebilir. Mustafa Albayrak da bu izi sürüyor: “Yazarın, yazıya ait, dilsel, anlamsal, yapısal tüm teknik unsurları, yeni ve farklı bir şeyler söyleme adına, son noktasına kadar özgür ve özgünce kullanma isteğinden kaynaklanan, oyun halidir diyebiliriz deneysele. (…)/ Yazar, yazdığı bu metinlerle, mevcut öykü geleneği ile ilişkilerini koparmadan; bir yandan eklenmek isterken; bir yandan ayrıksı olma halini yaşar.” “Yazarın ilk engelleyen ve kısıtlayan kendisi ise, bu engeli aşmasını bilen de yine yazarın kendisidir.” “’Niçin Deneysel Yazmışlar veya Yazıyorlar?’ sorusuna yanıt aramak, kimi zaman yazara, ‘Niçin Yazıyorsun?’ sorusunu sormakla eşdeğer hale geliyor.” (TÖ, 15 vd.) Albayrak, tüm öykücülüğümüzü tararken aslında kendi öykücülüğünün yapıtaşını da döşemiyor mu bir bakıma? Andığım yazarların Fethi Naci’nin ardılları olduğu anlamı çıkarılmamalı buradan. Ama böylesi çabaların, Fethi Naci gerçekliği doğrultusunda bir tükenmezliğin vurgusu olacağı da göz ardı edilmemeli hiçbir zaman. Onun deyişiyle insan nasıl tükenmiyorsa yazarlar da tükenmeyen emekle kendilerini var etmeye dönük çaba gösteriyor sürekli. Gündüzalp’in, Yetik’in, Albayrak’ın çalışmalarını bu yönde almak gerekiyor. Zaten Fethi Naci’nin de tükendiği yok, ama tükenmiş gibi bakan çok ona… Birkaç hafta sonra, yaygınlığıyla neredeyse tüm alanı kaplamış görünen “eleştiride kadın kolu”na uzanacağım bu kez… TEMMUZ 2011 SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1118
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle