Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K İ İnsan, ta doğumundan başlayarak öykü evreniyle kuşatılıyor yaşamda. Öykü, yaşadıkları oluyor, düşledikleri, kurguladıkları, yazdıkları, gide gide yazgısı oluyor… Kuşkusuz Hasan Özkılıç da, ilköğretim yıllarında ailesiyle Iğdır’dan göç etmeden daha öyküler düşlüyordu… Ama bu öyküler henüz tasarlanmamış, kurgulanmamış, yazılmamış öykülerdi… Yaşantılardı yalnızca; çocuklar kendi öykülerini nasıl yaşıyorlarsa… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öykücülüğümüzde bir kalemaşısı: Hasan Özkılıç de. Düş arkadaşlıkları ya da özlemle anılan bir çağdan kalan dostluklar, tutulduğu kadınları, erkekleri uzaktan, ama bir türlü unutulmayan bir hayalsanrı yaratığı gibi sürekli izleyen âşıklar, annebaba kopmuşluğu, özellikle baba arayışı, babayı bulmak için onun peşine düşmeler, sonra bulamayıp yeniden yollara koyulmalar yeni yeni boyutlarıyla yeni dönüşümlerle öyküye katılıyor Özkılıç’ta. Çok farklı bir annebaba imgesinin bizi kuşattığını ekleyebiliriz bunların üzerine… Ayrılıkların bunca doluluk taşıdığı bu örneklerde, hüzne bulanmış, söylene dönüştürülmüş bir biçemle karşılaşıyoruz… Aşk uğruna göze alınan belalar, bütün varlığa, güce, toprağa, alet edevata meydan okumalar. Böylesi tutkularla sarmalanıyor onda aşklar; öyküler de neredeyse halaya duruyor. Coğrafi yöre olarak Türkiye, Azerbaycan, İran, Ermenistan, Gürcistan vb. ülkelerin harman olduğu kuzeydoğuyla Kafkasya’nın anlatıcısı Hasan Özkılıç. Daha doğrusu yöre söylenlerini öykülerinde yeniden kurup yaratan bir yazar… Bu çerçevede Acem, Kürt, Türk, Ermeni, Gürcü kültürü üçgeninde İzmir iklimiyle kurulup işlenmiş kültürlerarası yapıt halinde bir halıkilim gözüyle bakılabilir onun öykülerine… “Nehrin Kıyısında” başlıklı öyküde anneye yazılmış mektup, yalnız anne güzelliğine yönelik sesleniş değil elbette. Yitirilmiş cennet kadar çocukluğun, çocukanne örtüşmelerinin yaşandığı kentten izlenimler, özlemlerle örüntülenmiş öykü aynı zamanda. Şimdi şurada bir kültürlerarası koygunluğun burukluğunu duymamak elde mi? Öte yandan ergen anlatıcıyla babanın kayıplara karıştığı anne arasında, benzerlerine pek de rastlanmayan bu ilişkinin yürek titretici bir yan sergilediği göz ardı edilmemeli. Hatta bunun, anneoğul ilişkisi olarak antik dönemlerden çıkagelmiş gibi uzak esintiler bıraktığı da düşünülebilir bir çalım… Bu nedenle yollara düşüp acı yeşil kırlarda, tozuyan bozkırlarda, aynası dağdağalı göllerle nehirlerde, buzlu dağlarda, karlı koyaklarda, şoselerde, atlarla, otlarla çevrili bir diyarın peşinde dolaşıyoruz sürekli. Tutkularla örülü sevdalar, yaşamın altüst olması pahasına gönül düşürülen kadınlar, erkekler, bir yakasından yaşanacakken ışığa yakalanmışçasına birden donup kalıveren aşklar… Söylene, değilse masala, mahnılara (manilere) bulanmamak elde mi bu öyküler okunurken?… Ayrıca dönüp dönüp devrimci bir geçmişe bakmalar, yaşamları bu uğurda örselenmiş genç insanlar, bunları özlemli duyarlıklarla anan nahif gençler. Diyeceğim, bir devrimci soluyuş da öykülerde bizimle kol kola yol alıyor. Devrimcilerin nefeslerini duyuyoruz sürekli omuz başımızda. 2011 Hasan, Manisa’nın Turgutlu’suna, İzmir’e geldiğinde bu kez buralarda yaşamaya koyuldu düşlerini, öykülerini… Üstelik toprağı bırakıp işçiliğe başlamıştı aile. Denizlerde tuzlu suyla tatlı suyun kavga kıyamet birbirine girişi gibi alabora oldu öyküler. Iğdır’ınkilerle Turgutlu’nunkiler, İzmir’inkiler birbirine girdi, koçların kafa kafaya vuruşması gibi toslaştı. Öyküyü tasarlayıp kuran Hasan’ı da şaşırttı elbette bu durum… Ama ilk öykülerinin, Attilâ İlhan’la kendine büyülü bir yer edinen Demokrat İzmir’de yayımlandığı düşünülürse İzmirli öykücü dememiz gerekiyor belki ona… Böyle mi dememiz gerekiyor gerçekten? Yaşı yirmilerin başında henüz… Henüz “öykücü Hasan Özkılıç” olmuş değil. Kızı “Öykü” de doğmuş değil üstelik… Yolun başında daha… Hoş, öykü sanatından söz açıldığında, Tanrı aşkına kim yolun başında değildir ki? Yine de Hasan’ın öyküleri için bunların belki Iğdır’da doğdukları, ama İzmir’de evrildikleri öne sürülebilir. Bir başka dile getirişle Iğdır’dan taşınan bir öyküleme biçeminin İzmir’de örse alınıp çekiçlenişiyle ortaya çıkan bir öykücülük olduğu söylenmeli bunun. Ne ki kulaklarının gerisinde Hasan’ın, Azeri babadan, Kürt anneden sağdığı ezgiler, nağıl nenelerinden dinlediği masallar, Iğdır’ın, Kars’ın bozkırlarını konuşturan ya da susturan, ille renklendiren suluboya resimler göz önünde tutulmak koşuluyla… Böyle bir öykücü işte Hasan Özkılıç. Anlatısını Iğdır’dan İzmir’e uzanan göç serüveninin süreğeninde yapılandırmış, sonuçta bin yıllık bir öykü yılkılığından çıkagelmişçesine el değmemiş öyküler verimlemiş bir öykü adamı yani… İşte tam zamanı kalemaşısının… Geldi geçmek üzere mevsimi. O büyük öykü gövdesinin bir dalına da Hasan Özkılıç’ın öykülerinden bir kalem alıp oturtuvermek, sonra sıkı sıkıya dolamak onu bu ana gövdeye… Bu gövdeyle bütünleşip yeşermesini beklemek, sürgit büyümesini, gelişmesini, koca öykü çınarının bir dalını da Hasan’ın öyküsünün oluşturmasını… ORALARIN UZAK BOZKIRLARINDAN BURALARA... Hasan Özkılıç’ın ta oralardan damıttığı son öykü kitabı, Lataros Değirmeni’nde Üç Dakika (Can, 2011) adını taşıyor. “Oralar”, izleksel bir bütünlük halinde, sürekli olarak yeniden serilip açılıyor önümüzSAYFA 28 21 NİSAN DOĞU’NUN SÖYLEN DÜNYASINI BATI’DA KURMAK... Ritüelle sarmalanan sisler içindeki Doğu, Ege’deki işçiliğin belirlediği yaşamın orta yerinde daha da belirginleşiyor bu söylen dünyasında. Sözgelimi anneoğul ilişkisinin yansıtıldığı hemen her öyküden bir antik şiiranlatı havasının yayılması, üretip altını beslediği söylene Doğu damgası vurarak ama Batı körüğüyle onu dağlayıp sırlandırması, Özkılıç’ın öykülerindeki yöntemi ele veren bir gösterge dizisi izlenimi bırakıyor insanda. Çocuğa yaklaşımın, ötesinde çocuk emeğine değgin bakışların izini sürmek de olası bu doğrultuda. Eve ekmek götüren, anneyle kardeşlere bakan çocuklar, doğudan koptukça belirgin işçileşme sürecine giriyor. Doğunun kırlarından İzmir’e gelip atölyelere, fabrikalara, işçi, emekçi akan sokaklara katılıyor, taşıtlarla akıyorlar. O zaman bile öykülerin yine de bir Doğu buğusuyla sarmalandığı gözlenebiliyor. Örneğin Doğu’nun ayakkabı boyacısı çocuk, ayakkabı üretiminde kalfalığın eşiğine gelmiştir. Kırsal alan emekçiliğinden kentteki işçiliğe… Batıya gelip de sanayi harmanına karıştığında enikonu sınıf, örgüt bilincinin, bu yönde bir siyasanın kapıyı çalmaması olası mı? Ötesinde İzmir’i bu çerçevede sınıfsal konumundan koparmanın olanağı var mı hiç? Doğu kaynaklı söylene bir Batısal biçem bulmak olarak da özetlenebilir Hasan Özkılıç’ın öykücülüğü. NiteHasan Özkılıç, hiç tereddütkim Doğulu kırlarsüz öykücülüğümüzde önemli direnç noktası oluşturan ya dan, sokaklardan derlenen ama orazarlarımız arasında anılmak zorunda… Hele Lataros Delardan beslenip geğirmeni’nde Üç Dakika, bu len söylenlerle Batılı doğrultuda öykücülüğümüçalgılardan derlezün ulaştığı düzeyi yansıtmanen, ezgiler eşliğinsı bakımından da önemli bir ölçüt bana göre. de kurulup çatılan, böyle verimlenen, anlamlandırmanın da buna koşut biçimde kurulduğu öyküler bunlar… Ama işte Batı okuyor bu öyküleri… Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran vb. onlar ne zaman tanıyacak peki bizim Hasan Özkılıç’ın Kafkas kırlarını, Doğulu söylenlerini, masallarını? Kaldı ki yörede yaşanabilecek bir tehlikeli çalkantının ilk elden uyaran haykırıcısı olduğu da ortada bu öykülerinde yazarın… Töreye, hoşgörüsüzlüğe, kökeni milliyete, ideolojiye, şuna buna dayalı vandallığa, acımasızlığa, kıyıcılığa… Gerçekten onun öyküleri milliyetleri, dinleri, dilleri, düşünceleri aşan bir temel üzerinde yükseliyor. Bir evrensel sevgi, dostluk, erdem vb. ahlaksal değerler üzerinde boy atıyor. Bir kır çiçeğiyle herhangi genç kızın, böcekle ya da kuşla aşkın denk tutulduğu… Bir bütüncül doğa anlayışının satırlar arasına buram buram yayıldığı, yerelin alabildiğine evrenselleştirilerek yapılandırıldığı bir öyküleme eşiği bu… Merhaba Doğu dediğimizde Batı’yla yüzleştiğimiz, Batı’da yaşarken Doğu’yu soluduğumuz… ORALARDAN BURALARA AKARAK GELİŞEN ÖYKÜCÜLÜK Hasan Özkılıç’ın bütün öykülerine göz atıldığında, yazarın bunlarda başlangıcından günümüze on beş yılda, yoğun eksilti denli dile getiriş, örgüleme, yapılandırma, gönderme yanı sıra yan anlam, anıştırma gibi özelliklerde büyük değişim geçirdiğini, bununsa “dönüşüm” olarak değil “mükemmelleşme”, “anıtlaşma” olarak karşımıza çıktığını söylemek olası… Bundaki en belirgin ayırıcı yanın söylene dayalı nicel, nitel sıçrama olduğu düşünülebilir. Bunun ta o zamanlar, on beş yıl öncesinde de ayırdındaydı kuşkusuz Özkılıç; ne ki öykülerin son dönemdeki denli söylenle içlidışlı, bilinçle kurulup yönlendirildiği öne sürülemez herhalde. Nitekim parçalanmış aileler, şefkat gösterilse de olanaksızlık içinde korumasız büyütülen çocuklar, gençler… Diyeceğim emekle, dünyayı değiştirme umuduyla dolu öyküler bunların tümü de… Bu noktada şunu söylemek olanaklı görünüyor bana. Hasan Özkılıç’ın öyküleri, elbette anlamlandırma öyküleriydi. Bunlarda temele alınan gerçeklik örtük tutularak bir yapılandırmaya gidiliyordu ancak son dönem öykülerinde bunların aynı zamanda içkinleştirildikleri de unutulmamalı. Hasan Özkılıç, kitabına aldığı, kırk sayfalık “Yürek Kaşıntısı” başlıklı bu farklı uzun öyküsünde de bize oralardan buralara büyüttüğü öykücülüğün gelişim evresinden kesit sunuyor bir bakıma. Nitekim bunda da yazar lirik bir hüznün Batı’da nasıl acılı usla kurulduğunun ipuçlarını döşüyor… İç göçten, kültürlerarasılık ile çokkültürlülük olgularından öykücülüğümüze doğru uzanmış parlak birer gösteren bu verimler. Bunların üzerine “farklılık”, “farkındalık” sorunsalını eklemek de olası aynı zamanda. Bulunduğunuz yerin elli bin fersah altından veya üstünden, evinizin, kentinizin elli bin fersah ötesinden çıkagelsin ya da hiç bilmediğiniz, tanıdıklık duygusu yaşamadığınız coğrafyalardan, ekinlerden beslenmiş olsun her öykü kabulünüzdür… Yeter ki bambaşka biçemde kotarılmış, apayrı kurgularla, yazımlarla önünüze gelmiş olsun… Kim öpüp de başına koymaz böylesi verimleri, bu tür öyküleri? Özkılıç, öykü yolculuğunda Kuş Boranı’yla (İnsancıl, 1998) çıktığı kitaplı serüvenin on beşinci yılına uzanırken tümü de Can’da yer alan üç kitap kapısından daha geçti: Şerul’da Beklemek (2002), Orada Yollarda (2005), Gönlümün Şirazesi Bozuldu (2008). Hasan Özkılıç, hiç tereddütsüz öykücülüğümüzde önemli direnç noktası oluşturan yazarlarımız arasında anılmak zorunda… Hele Lataros Değirmeni’nde Üç Dakika, bu doğrultuda öykücülüğümüzün ulaştığı düzeyi yansıtması bakımından da önemli bir ölçüt bana göre. Kaldı ki son iki kitabında karşımıza çıkan örnekler, onun öykücülüğünde başka bir evreyi imliyor görebildiğimce. Evet, o, öykücülüğümüzün Batı’ya doğru yol aldıkça Doğu’ya varan, Doğu’ya doğru gittikçe, gittikçe de Batı’ya çıkan en görkemli kalemaşısı! ALTYAZI: “Kitaplar Adası”nın 7 Nisan yazısında konu edindiğim Geçmişten Günümüze stanbul Tiyatroları (2011) adlı üç ciltlik büyük emek ürünü kitabın yayınevini belirtmeyi unutmuşum. Çeşitli alıntılar da aktardığım kitabın yayıncısı Yapı Kredi Yayınları’ndan özür diliyorum. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1105