23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Alper Akçam’dan tarihsel bir roman Geçmiş Bir Zamandı Geçmiş, Bir Zamandı, 12 Eylül öncesi, yetmişli yıllar Türkiyesi’ne çok geniş bir yelpazenin değişik açıları ve kanatlarından, çeşitli kimliklerden yola çıkarak bildik “tarih”te yer almayan karakterleri ve anlatılarıyla yaklaşan, geçmiş olgulara yeni pencereler açan dönemsel bir roman. tor bu haberin ardından, ekmek parası için çalışmak, kesime katılmak isteyecek köylüyü kesime karşı örgütlemeyi düşünür. İlimdar kesime karşı çıkamayacaklarını söyleyince de, kardeş gibi birlikte büyüdükleri öğretmen yakınıyla tartışmaya girer. Doktor, bakkal dükkânının sahibi Kore Gazisi Koço’nun bir kefesi aşağıda durmasıyla gösterge ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgulatan terazisine bakarak düşünmeye başlar: “İçine bir kurt düşmüş gibi. İsmail’in kararlı tavrı, aç olduğunu, açıkta olduğunu bildiren başka köylülerin de varlığı, kurduğu iç gerçekliği altüst etmişti. Kendisinin de çok tartmadığı kararlarla, önerilerle, insanları bir yanlışa sürüklemiş olma olasılı yok mu? Düşünmeliyim diyor kendi kendine. İyi düşünmeliyim. Ekmek parasıyla, gündeliğiyle hatta umuduyla oynamamalıyım insanların.” METİNLERARASILIK Ë Melike KUYUMCU eçmişe birincil gözden tanıklık eden bu yarı otobiyografik roman, asıl anlatıcı ve başkarakter olan doktorun Doğu Ekspresi yolculuğuyla açılır. Yirmi saati tren koridorunda, ayakta geçen bir yolculuktan sonra oturacak ve anlatı metnini oluşturacak düşünceleri derleyebilecek yer ve zaman bulabilmiştir doktor. Kendince, ilk kez trenin gidiş yönünün tersine oturur. Bu kez, bir “sılaya kavuşma” değil, bir kaçış gibidir memleket yolculuğu. Ana hikâye, Gogol yapıtlarında örneğini görebileceğimiz, anlatıcıyla kahramanın testere dişlerini andırır biçimde bir yaklaşıp uzaklaşmasıyla işlenir. Romanda, birinci izlekle kesişen ikinci hikâyedeyse, anlatıcı, kahramanı L’ye daha uzak konumdadır. G Doktor yolculuk sırasında, kendisini içsel bir sorgulamanın da içinde bulmuştur: “Tüm büyük düşünceler birer yanılsama mıydı?” (...) “İçselleştirdikleri yasaklardan, görev bilincinden oluşmuş bir üstbenlik, koltuklarının altındaki kitaplarda, bellerindeki silahlarla beklemiyor muydu başlarında?” (...) “Hayatlarıyla kitaplarda yazanlar arasında uyumsuzluklar olduğunu düşündüklerinde, karşılıklı, uzayan ve yutkunan suskunluklar olmuyor muydu?” (...) “Ölümü, faşizmi, iktidarları lanetlerlerken bağırdıkları pek de olası değildi sanki.” ZAMANA AÇILAN PENCERE Her şeye karşın, “[i]çinde yaşadığı dünyadaki olumsuzlukların ayrımına varmış her insan gibi onun da görevleri, yapması gerekenler vardır. Geleceğin yaşanası güzel dünyasını el birliği ile kurmalıydılar. Adaletsiz olanı değiştirmeliydiler. Kuşkularıysa hiç yakasını bırakmaz: “Onlar kimin için canlarını sokağa atıyorlardı? Onlardan böyle bir şeyi isteyen var mıydı sonra? Kendi kendilerine, kimin kurtarıcısı olmuşlardı? Kurtulmak isteyen kimdi? Kurtardıklarını nereye götüreceklerdi?” Doktorun başka sorunları da vardır. Gecekondu derneklerinde, hastane içerisinde verdiği mücadele, kendilerini “devrimci” olarak tanımlayan değişik gruplar tarafından “düzen içinde kalıp, düzene yama atmaya çalışan küçük onarım çabaları, devrimci mücadele diye yutturulmaya kalkışılan oportünist çalışmalar” olarak değerlendiriliyordu. Onlara göre, “yol sorunu, okul sorunu, sağlık sorunu, ekonomist, revizyonist, pasifist sapmalardan” öte bir şey değildi. Roman boyunca, yetmişli yıllar tarihinin kimi sayfalarında karşı2011 laşabileceğimiz adlar ve olaylarla ilgili ilginç ayrıntılar aydınlanır. Dr. Necdet Güçlü’nün cenaze töreninde, Sıhhiye’deki Orduevi’nin önünde, önlerinden geçen korteji sol yumrukları havada, “Bağımsız Türkiye!” sloganlarıyla selamlayan yüksek rütbeli subaylar görülmüştür. Aynı zamanda, Deniz Gezmiş’lerin idam edilmesi için tüm hünerini göstermiş olan savcı Baki Tuğ ve onun gibi düşünen askeri savcılar, 12 Mart Muhtırası’ndan sonra, sağcı, ülkücü öğrenciler tarafından işlenmiş cinayetlerden ötürü de solcu askeri tıbbiyelileri tutuklayıp yargılayacaklardı. Dr. Necdet Güçlü’nün öldürülmesi olayında sivil mahkemelerde yargılanan “ülkücü” okul arkadaşları, cezaevinde yatarken bile sınavlarından geçer not alacaklar, hem öğrencilikleri boyunca, hem de okullarını bitirdikten sonra korunup kollanacaklardı. Kendisinin de daha önce tutuklanmış olduğu bir afişlemeden ötürü haklarında başka davalar açılmış arkadaşları “aleyhine” tanıklık emek için çağrıldığında, karşısına Deniz Gezmiş’lerin savcısı Baki Tuğ çıkmıştır. Baki Tuğ’un “Sen kimsin?” sorusuna önce “öğrenciyim” diye yanıt verir kahramanımız. Savcı başka bir yanıtın ardındadır. Sırasıyla ve aralarda susarak, savcıyı rahatlatabilmek için, kendince, itiraf boyutunu çoğaltarak, “demokrat”, “sosyal demokrat”, “sosyalist” diye ekler. İstediği yanıt gecikince küplere binmiştir Baki Tuğ; “Türk’sün sen lan, Türk!” Köyüne varışının gecesinde, bibisinin (halasının) oğlu İlimdar’dan köyün çevresindeki sarıçam ormanının kesilip seyreltileceğini öğrenir. Dok Yazar, köylüdeki grotesk halk kültürü ve kutsalla alay etme olgularını serimlediği, olayların anlatımında göz kırptığı “metinlerarasılık” yöntemini, yalnızca kurduğu yapıyı biçimsel olarak vurgularken değil, yapıyı yapıbozumuna uğratırken de kullanmıştır. İlk vurgulama biçimine verebileceğimiz pek çok örnekten biri, yöre dilinin ve o dildeki üslubun Freud’a bağlandığı yerde görülür: “Yöre insanının oyunculuk geleneğiyle ironik söylemi ustaca kullanışı… Çokseslilik, konuşma diline kadar girmiş sözcük oyunlarıyla, dilsel göstergeyle gösterilen gerçeklik arasına anlam zenginliği kazandıracak eğlendirici dolambaçlar kurmayı başarmış… Alayın kaynağında önerilmek istenen şeyin tersini söylemekten ibaret olduğunu düşünen Freud’u bilmez belki İlimdar ama, Freud insan davranışını incelerken İlimdar’ın duygularını anlayabilmeyi başarır. Bilime ait olanla bilimin tanımladığının ilişkisi.” Yazar, aynı amaçla, kahramanının Ardahan’daki devrimci gençlerle konuşması sırasında, onları “Don Kişot”a benzettiği için uğradığı öfkeyi yansıtırken de “metinlerarasılığı kullanır”. İlk anlatıyı öz anlatısının içine koyarken, yorumlayarak ve kendi görüşüyle değiştirerek kullandığı ilk metne karşı, okunan bu öz metni bir tür “üst metin” yapar: “Don’ ününü, edep yerini örttüğü donla karıştırdığı için öfkelenmiş olmalıydı… (A)slında bilinmeden yapılmış bir yüceltme olduğunu anlayabilirlerdi oysa... “Don Kişotluk” kavramı, paslı zırhı, sıska atı, kusturucu iksiriyle, eşitlikçiliği, hiyerarşi karşıtlığını, çoğul bakış açısını, gülmeyle muhalefet etmeyi temsil etmiyor muydu? Söz sanatlarının tüm yıkıcılığıyla grotesk halk kültürü el ele vermemişler miydi, o ölümsüz metinde?” Yazarın, kendi yapıtının “metinsel yapı”sına uyguladığı yapıbozumcu tekniğin yanında anlamlı metaforların kullanılışı metnin arka planını daha karmaşık bir duruma getirir. Romanın zamansal ve uzamsal kırılma bölümlerinden olan “Kuşcağız” anlatısında ülkücü baskınından önce, derneğe uğramış “hızlı devrimci” gençlerle “kimin oportünist kimin sosyal faşist” olduğu tartışılır. Roman kahramanı doktor, aynı zamanda bir berber ¥ ko gözler, şünür. cam taş Camın mıştır! daki bu ğu” tar bir cam tor, pa valeti t şamıştı sıyla ta tip gitm jeksiyo girmiş Dokt le paça sı, Ahm Atatürk dan ek larının toğrafl sembol önce M nü’nün kın, diğ ca.” At muş”tu ise en b Rom re de y lir. “Va latım b dan dik vardır. mi, akr Şahpen defter p başka o arayan ¥ dü SAYFA 18 21 NİSAN CUMHURİYET KİTAP SAYI 1105 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle