22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K nadolu aydınlanmasıyla yaşanan çeviri eylemi ardından ikinci büyük çeviri 1968’de yaşandı yanılmıyorsam. Yoğun emekle sürdürülen, ne var ki hep yok edilmeye, sindirilmeye çalışılan, özellikle sosyalist kaynakçaya yönelik çeviri çabalarını göz ardı etmemek koşuluyla… Görece küçük çaplı bu çeviri çalışmalarına kimbilir kimlerin nice katkısı oldu yıllar içinde… 1968 çeviri eylemi yalnız toplumsal, siyasal, ekonomik, tarihsel, bilimsel vb. alanda verimlenen kitaplarla sınırlı kalmadı. Bunun yanında sanat, kültür cephesinde de önemli bir çeviri girişimi yaşandı, yayımlanan kitaplara sürekli yenileri eklendi o yıllarda. 1968’in sıcak günlerinde sanat, kültür alanında iki çeviri önemli yer tutmuştu anımsadığımca: İlki Kâmuran Şipal’in Bertolt Brecht’ten çevirdiği Epik Tiyatro Üzerine (de, 1964) idi, öteki ise yine aynı yayınevince yayımlanan Cevat Çapan’ın Ernst Fischer’den çevirdiği Sanatın Gerekliliği (1968) adlı kitaptı. O yılların dergilerine, yayınlarına göz atanlar, bu iki kitaba yönelik göndermelerin bolluğuyla karşılaşabilir herhalde. İleride Kâmuran Şipal’in öyküleri üzerinde de duracağım. Ama bu hafta 1968’in sanat cephesinde özel bir yerinin bulunduğu öne sürülebilecek Cevat Çapan’a, onun şiirlerine getirmek istiyorum sözü… itaplar Adası Cevat Çapan M. SADIK ASLANKARA Cevat Çapan şiiri... A Dergilerde ilk şiirlerini yayımlayışı üzerinden şöyle böyle altmış yıl geçmiş onun… Ama yine de kendi sularını serinleten duru pınarlar gibi tevekkülle sabretmiş şiiri. Gerçekten ilk şiir kitabını ancak yirmi beş yıl önce yayımladığı anımsanırsa, bu bağlamdaki duruşunun farklı olduğu öngörülebilir şairin… Kuramcılığı, çevirmenliği, eleştirmenliği, yazın ve tiyatrobilimciliği sürerken dipdiri bir şair olarak kalmayı başaran bir Cevat Çapan… Şu son birkaç yıl içinde dört kitaba dağılan şiirlerine Yapı Kredi yayınları tarafından bir beşincisinin eklenişi (Ara Sıcak, 2007), sonra Bana Düşlerini Anlat (2007) başlığı altında bütün bu şiirlerin toplu basımının yapılışı, şaire sunulan bir yirmi beşinci yıl kutlaması sanki. Ancak söz konusu dört şiir kitabının adını anmadan geçmeyelim: Dön Güvercin Dön (1985), Doğal Tarih (1989), Sevda Yaratan (1994), Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz (2001). DEĞİŞİMİN ŞAİRİ OLMAK... Cevat Çapan’ın, bir anlatıcı gibi göründüğü düşünülebilir şiirlerinde bir çalım. Ama bunların birer “anlatı”, “hikâye” olmadığı ortada. Tıpkı bir olayın, görünen yüzü dışındaki o derin yoğunluğuyla önümüze gelip bizi çaresiz, eli kolu bağlı, kıskıvrak yakalayıverişi gibi. Bu yanıyla şiirler kararlı, yankılı çağrılarla bizi yerimize çakan bir göz sanki, baktıkça baktığımız, oynaşan anlam kıpırtılarında, birinden ötekine imgeler yoluyla sıçrayıp durduğumuz… Cevat Çapan, herhangi süslemeye yeltenmeden, iç ferahlatıcı bir güzel denize çırılçıplak girer gibi örüyor şiirini, öyle getiriyor önümüze. Bir toplumsal yaşamın bellekten geriye itilmiş hüzün yüklü, silik, soluk kesitleri… Bir gizli tarih gibi peşimiz sıra bizi izleyen… En eski şiir geleneklerinden en bıçkın yeniliklere dek rengârenk telek dizilişi halinde parıldıyor bu nedenle şiir. Bir avuççuk sözcükle çok şey söyleyen, ama anlattıklarını orada bırakmayıp bir orduya yetecek imgeyle buluşturan, sonuçta bunları, anlatılan olmaktan çıkararak şiirin damarında gezinen ses, söz yuvarlarına dönüştüren bir büyük şiir erkesi; dolaşım atlası… Yapıtlarda karşılıklı, bakışımlı, ardışık şiirlerin sıklıkla yolumuzu kestiği de görülmüyor değil. Böylece soyutlayımlar, somutlayıcı yöntemle önümüze seriliyor kendiliğinden… Kıpkısa şiirlerden upuzun şiirlere, anların vurucu sarsıntılarından anıların şarap tadındaki doygun susuşlarına kadar bir anılar coğrafyasında, bellek tarihinde gezintiye çıkıyoruz. Anı temelindeki yaşantı gereçlerini şiirde kullanmaya yönelmek, şairlerin yaşadığı önemli bir deneyim kuşkusuz, ancak Cevat Çapan, bunu bize şiir olarak yansıtırken, anılarının ucu isli kargı gibi elimize bulaşmasına izin vermiyor… Utangaç sevinçlerin, iyimser tedirginliklerin, karamsar ruhlarla ama iyimser yolculukların, mutlu suskunluklarla konuşulan sessizliklerin, bir dağla ormanın, denizle güneşin, elbette tarihle zamanın, uzamın, tümünü kapsayan bir kol kolalığın izdüşümü şiirler… Bir değişim, buna çatal iğneyle iliştirilmiş yolculuk imgesi, hemen tüm şiirlerde at başı birlikte yol alıyor zaten. Bunların bir düş tayfından geçtiği, kırılmalar, oynaşmalarla üzerimize yansıdığı da düşünülebilir… Onunla çıkılan yolculuk, yanı sıra mutlaka Cevat Çapan’a doğru yolculuk eylemine dönüşüyor. Olsa da olmasa da o… Bu çerçevede perdelenmiş güzelliklerin ucunu bir an için kaldırıveren bir şair o; şaşırtıcı, ama bir o kadar da hüzünlendirici karşılamalar, usulca “ce” deyivermek bir buruk gülümseyiş eşliğinde… Süregiden şiir ırmağının değişen hep değişen burgaçlarla, dirseklerle akışı, Cevat Çapan şiirinin hem gizilgücü hem büyüsü… CEVAT ÇAPAN ŞİİRİNİN BİZİ ÇELEN HAVASI... Cevat Çapan’ın, okuru koluna taktığı gibi, bir anda kapıp uçuran, kendi serüvenlerine doğru sürükleyen bir havası var. Yolculuklar, küçük kasabalar, deniz aşırı ülkelerde, kıtalarda anılarla harmanlanmış kentler, caddeler, sokaklar, uzakta kalmış dağlar, ormanlar, nehirler, denizler, üzerine gölge düşmüş aşklar, tel tel seyrelmiş, ama bir o kadar değer kazanmış dostlar. Bütün bunlardan ötürü şiirler okunurken bir yandan hüzün basıyor, öte yandan telaşlı bir çarpıntı yaşanıyor yürekte. Anadolu’nun uçsuz bucaksızlığını çağrıştıran bir kış ısıtıcısı ya da kuraklık yeşerticisi gibi insanın gönlüne doluyor bu şiirler. Bir bakıyorsunuz Darıca’da, Bozcaada’dasınız ya da Girit’te, Midilli’de, yok hayır, Karaburun’da Sinop’ta, bakıyorsunuz “Suşehri”nde, ne bileyim her yerde… Bir memleket şiiri bu; atkısını çözgüsünü insanımızın oluşturduğu memleket dokuması… Bir aile albümünün silik fotoğraflarıyla bezeli imgeler tarihçesi ya da böyle bir koridordan geçilerek girilen portreler, duruşlar, yansılamalı aynalar galerisi… Doğa, anılar, bizi geçmişten günümüze kuşatan uzak yakın akrabalarımız, tanıdıklarımız… Kendi adamıza yolculuk. Aşınmış sevinçler, anımsamanın getireceği özlenmiş burkulmalar… Onun şiiriyle buluşmak bu anlama geliyor. Kıra çıkmışlığın ya da evcek sepet, denk, torba kara trenlerle gidilen çekilmez upuzun yolculukların sonunda ulaşılan, beklentisiz sevgiyle kucaklanan aile bireylerine, eş, dost, ahbap tanıdıklara kavuşmanın esrikliği tütüyor şiirlerin üzerinde… Yolculuklara hemen çıkılıverecekmiş ya da yolculuklardan yenice dönülüvermiş gibi hep. Elleri pantolonun paçalarını silkeliyor ya da bir iskemlenin arkalığına konduruluvermiş ceketine uzanıyor. Yanı sıra bizi de çağıran, gizli bir büyüyle karılı, durmadan ezgiler mırıldanan… Gelmiş geçmiş şairlerimizle, dünyanın nice kahramanıyla incecik yağan yağmurlarda savruluyor, sonra dört başı mamur bir değerbilirlik duygusuyla bir güzel iç yıkanışı yaşayıp şenleniyorsunuz şiirleri okurken… Bu dizeleri söyleyenin, tüm dünyayı kucaklayan, halinden memnun bir sevinçle dudaklarında ıslık, çıplak ayak kıyıda yürüyen, bu yürüyüşüne tüm varlıkları da katan bir şair olduğunu görüyorsunuz. Aşk, elbette. Kolayca tutulduğu için hafifsenip avuç içinde tünetilmiş, sonra bir çırpıda havalanınca şaşakalınmış bir kuş. Ya da aşk, evet aşk, şiir. Bir karşılıksızlığa sunulan divançe âdeta. Gizli bir sevdanın eşlik ettiği… Derken bir iç ses katılıyor şiirlere… O zaman şair, doğanın, yaşamın, tarihin kültür kalıtçısı gibi davranıyor sanki, derin bir burkuntu eşliğinde. Akşamlara yakışan koygun bilgelik, sabahlara yakışan serin, bostan kokulu sıcacık gülümseyiş. Sabahtan akşama, geceden ağartıya, derilecek ne çok yan var, şaşarak yol alıyorsunuz bu şiirlerde. Bir kıyıda yaşanan taşra gerçekliğinin, evrensel boyuta taşınışı… Çokseslilik eşiğiyle buluşurken şiirlerin, derviş derinliğinde bir tını kazanışı bu arada. Alaysamalı bir gönderme mi diyeceğiz; çünkü onun şiirinde alaysamalı bir suskunluk kendini belirgin biçimde gösteriyor hemen her kezinde. Sertmiş gibi duran, ama yumuşacık, dağılmaya hazır bekleyen; lif lifmiş gibi görünürken bu arada katman katman kapanan bir şiir evreni… Çağırıcı, ama çağrısını yanık havalara savurmuş bir şiir… KAHRAMANLAR ÇAĞINA VEDA... Bir gecikmişlik, ne yapacağını bilemeyen ikircimli bir tutum da kesiyor kimileyin yolumuzu. Derin bir bilinirliğin görünür görünmez kımıldanışla, bilinmezcesine bir buruk gülümseyiş halinde durduğu… Zaman zaman bir söylen coğrafyasıyla da birbirimize katılıyoruz yaşadığımız yurtta. O zaman kıyıları, denizleri mesken tutmuşçasına bağdaş kuruyor şair, kendine bir avuçluk yer açıp. Dağların çobanlarını çağırıyor şölen sofrasına… Yazınımızı, dünya yazınını, bunlardan beslenen nice kahramanı kucaklıyor bu arada. Tek tek omuzdaşlık yapıyor onlarla. Yakındakinden en uzaktakine dek. Tümünü kendi çağdaşı birer yoldaşa dönüştürdüğü bu kahramanlarla bir vedaya oturuyor sanki kıyıda. Gezici bir tiyatronun sürekli perde açtığı da gözleniyor öte yandan. Ortaoyunu, meddah, Karagöz de olabilir bu, Shakespeare, Çehov da… Bunların “ezberimizdeki uzaklar”ı önümüze getirip yakın edişi, yeniden yeniden ısıtışı, hatta kavurucu bir güzellikle çevremize serpişi… Derin dramlara yataklık yaptığını gözlüyoruz o zaman bu şiirlerin. Yalnız tiyatro mu? Türkiye’nin yanında bir dünya sineması da ışıldayıp yanıyor beyaz perde halinde gezinirken. Gezici sinemaya dönüşüyor imge; bir bakıyoruz ülkenin ücra bir yerinde bir yazlık sinema veya İstanbul’un yıkılmış bir salonu olup çıkıyor, bir bakıyoruz dünyanın bir ucunda bir başka şenlikle kamaştırıyor gözümüzü… Kimi zaman da yaşadıklarımızın ta kendisi olup çıkıyor sinema, o akıllara sığmaz büyüsüyle… Yaşananlara, anılarda kalanlara baktığımızda “soluk bir çıkartma gibi görünüyor” kahramanlıklar. “Doğal tarih”in sesle sessizliği eşlediğini düşündürtecek şiirlerle karşılaşıyoruz. Bir “gurbet gibi” içe işleyip mayalanan evreler, zamanlar, insanlar, ilişkiler, anılar… Dünya coğrafyasında kol kola girdiği herkesle, tanıdığı tanımadığı edebiyatçı, sanatçı, sonuçta kendi kahramanlarıyla bir derin vedalaşmayı yaşıyor Cevat Çapan. O kahramanlar, kimbilir kaçıncı kez o güzel atlara binip gidiyorlar. “Yan yana gelince sözcükler,/ kendi anlamlarından soyunup/ bir yağmur tanesi gibi/ yuvarlanıveriyorlar/ kavruk otlarına sessizliğin,/ ya da parlıyorlar/ bir gözyaşı gibi/ gencecik ayın/ inceliğini yansıtan.” Okurlara ise bu şiirlerin yelesine tutunmak düşüyor çaresiz… Böyle bir düş yolculuğuna çıkmayı, düşleşmeyi kim istemez? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1070 SAYFA 20
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle