14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

O kuduğum Kitaplar METİN CELÂL Kumrunun Gördüğü öyküleri arasındaki kılcal damarlardan uzanan bağ. Sarı Rüya Defteri adlı öyküyle başlıyor kitap. 19 Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş Operasyonu”nu yaşamış, “İleri derecelerde beyinde hücre ölümüne bağlı olarak kalıcı hafıza kaybı ve kayıt bozuklu(ğu), unutkanlık, yürüme bozukluğu, kendi başına hareket edememe ve hatırlayamama. Uzun süreli açlık grevlerinde ileri derecede beslenme yetersizliğine bağlı genel durum bozukluğu” diye tanımlanan Wernickekorsakoff hastası bir kişinin ağzından anlatılıyor öykü. Ahmet Büke’nin eski çalışmalarıyla karşılaştırıldığında uzunca sayılabilecek 13 sayfalık bu öykü yazarın kitap boyunca geliştirdiği temalarının ve üslubunun tipik bir örneği. Ahmet Büke’nin yalın bir anlatımı var, kısa, kolay anlaşılır cümlelerle kuruyor öykülerini ama üslubunun havasına girmek için biraz çaba göstermek gerekiyor. Çünkü yaşamın parçalanmışlığı, sık sık araya giren görüntüler, yeni anlatıcılar, farklı bakış açıları eksik ya da yarım kalmış cümlelerle kırılmış ama parçalarına ayrılmamış bir aynada göründüğü gibi anlatılıyor. Tüm parçaları bir araya koyup bütünü kendinizce algılamanız için de öyküyü okumayı tamamlamanız, durup bir düşünmeniz gerekiyor. Gerçek hiçbir zaman doğrudan algılanan değil, öykünün de bakış açıları değiştikçe değişen (moda deyimle) ekseni kayan bir konusu, daha doğrusu konuları var. Çünkü insan hatırladığından daha çoğunu unutuyor. Unuttuklarını ya öylece bırakıyor, öykü kopuk kopuk anlatılıyor ya da boşlukları başka öyküler, bulanık anılar, düşler dolduruyor. “Normal” olarak kabul edilen hayata uyumsuzlukları, farklılıkları, dışlanmışlıkları ile öykülerin anlatıcıları ilk satırlarda, paragraflarda düzgün cümlelerle gelişen anlatılarını ilerleyen satırlarda kendilerine has bir hale getiriyorlar. Düşle gerçek, masalla hikâye ya da anı birbiriyle harmanlanıyor. Onların dünyasında sırf insanların değil, hayvanların ve nesnelerin de dili var. Onlar da öyküye katkıda bulunuyor. Kediler, köpekler ve kitaba adını veren kumrular önemli bir rol alıyorlar anlatıda. Bu yarı fantastik anlatı havasını bıçak gibi kesen hayatın gerçekçiliği. Ahmet Büke, 2002’de yayımlanan ilk kitabı İzmir Postası’ndan beri tüm öykülerinde hayatın gerçekliğini açıkça anlatılıyor. Bir tanıma göre Ahmet Büke “sert gerçekçi” bir yazar. Kumrunun Gördüğü’nün önceki kitaplardan farkı, tüm öykülerin aralarında görünür ve görünmez bağlar kurması. Ahmet Büke, bir tasarıyla mı yola çıktı bilmiyorum ama iki ana bölümün ilkinde “Tuzdan Köprü”de daha önce de sözünü ettiğim gibi amaçlar, idealler için çekilen, çektirilen acıların o insanların ruhuna nasıl derinden işlediğini okuyoruz. Öykülerini bölük pörçük, kırık dökük, yarı fantastik bir dille anlatan, bir anlamda “kaybeden” olmuş, oldurulmuş bu insanların iç’leri yansıyan. Açlık grevindeki direnç; bir Cumartesi Annesi’nin ilk kez eylemde yer alışı; 12 Eylül 1980 darbesi hemen öncesinde kaybolan baba, tutuklanan anne, ortada kalan çocuk; Bir Mayıs öncesi bastırılan illegal afiş; 12 Eylül sonrası taciz edilen, kapının önüne konulan işçiler ve duvardan inme zamanı gelen Milli Güvenlik Konseyi’nin çerçeveli resmi; işkence sonrası öldü diye terk edilenler; öldürülen civcivler, ölüme terk edilen Ruhi Bey’ler; mahallenin bazı ölüleri... Ziyan edilen hayatlar... Tüm anlatılanlar bir açıdan bakıldığında da alabildiğine politik. Ahmet Büke, hayata bakışını, siyasi duruşunu anlattığı hikâyelerin birleşip bir tablo oluşturan bütünlüğünde kendi hiç sözü almadan görünenin ardını paylaşıyor. Kumrunun Gördüğü’nün ikinci bölümü “Sesler”de insanlara bu acıları yaşatanların, işkencecilerin, katillerin öyküsü var. Bölüm başındaki alıntıdaki gibi “sonunda yedi kat gökten kulağına kurtuluş sesleri gel”iyor. “Sesler” adlı 73 sayfalık öykünün teması ilk bölümü tamamlıyor; eskilerden aklıma düşen bir deyişle “kimsenin kanı yerde kalmıyor.” Üzerinden onlarca yıl geçmiş de olsa suçsuz yere işkence edilen, eziyet gören, aklını kaybeden, onarılmaz acılarla hayatı hiçbir yerinden tutamayanların, öldürülenlerin, katledilenlerin hesabı soruluyor katillerden, işkencecilerden. Kumrunun Gördüğü son yıllarda okuduğum en etkileyici öykü kitaplarından. Sıkça rastlanan düzeltme ve redaksiyon hatalarını görmezden gelip, anlatımı, dili, konusuyla edebiyatın tadını veren bir kitap okumak istiyorsanız öneriyorum. eleştiri alanlarında da eserler veriyor. Türk yayıncıların bu tempoya yeterince cevap verebildiğini söylemek zor. Türkçede yayınlanmış on kadar kitabı var. Ama Oates’e yayıncılarımızın ilgisinin son yıllarda arttığını da söylemeliyiz. Nitekim Oates’in İngilizcede 2010 başında yayımlanan romanı “A Fair Maiden” de Güzel Bir Kız adıyla hızla Türkçeleştirildi (Mayıs 2010, çev. Merve Sevtap Ilgın, Siren yay.). İngilizce adının Türkçede karşılanması güç çoklu vurgusunda ağırlık “masal”da ve “genç kız”da olsa gerek. Türkçe baskının kapağına New Statesman’dan kimin yazdığı belirtilmeyen (Lucy Beresford’un eleştirisinden sanırım) “Mutlu sonlara inancımızı çoktan yitirdiğimiz bir çağda, modern bir masal. Yoğun ve çarpıcı” cümlesi alınmış. İtiraf etmeliyim ki, bu alıntının koşullaması ile “modern bir masal” okuyacağımı ve “mutlu son”la biteceğini umarak okumaya başladım kitabı. Romanın anlatıcısı, Katya Spivak, on altı yaşında, lüks bir sayfiye bölgesi olan Bayhead Harbor’da, yeni zengin bir ailenin iki çocuğuna dadılık yapan, yoksul bir yer olan New JerseyVineland’den gelme güzel bir kız. İkinci kahraman da bölgenin saygın isimlerinden altmış sekiz yaşındaki, çocuk kitapları yazarı, ressam, Marcus Kidder. Kidder, soyadının da yaptırdığı çağrışımla Katya’yı ilk gördüğü andan itibaren izlemeye almış. Tanışmaları da zor olmuyor. Katya’yı bir içgiyim mağazasının vitrinine bakarken yakalıyor ve “Bir dilek hakkın olsaydı hangisini seçerdin,” diye soruyor. Katya, beğendiği seksi kırmızı atlet ve dantelli külot yerine Viktorya stili beyaz geceliği gösteriyor ama Marcus onun aslında neyi istediğini bilmektedir. GÜZEL BİR KIZ Oates, romanı öyle bir anlatımla kurmuş Joyce Carol Oates günümüz Amerikan ki Katya’nın ikilemlerini ve her zaman “buEdebiyatının en verimli ve önemli yazarlanu yapmamalıyım” dediğini yapmasındaki rından. 1938 doğumlu yazar, ilk kitabının ruh halini çok iyi aktarmış. Yekta Kopan’ın yayınlandığı 1963’ten beri yaklaşık 60 romanla ilgili yazısında bekitap yayınlamış, bunların 30’dan fazlirttiği gibi okudukça bizi lası roman. Öykü, deneme, oyun ve rahatsız eden olayların derinliğine inilmemesi, hep yüzeyde kalması, derinleşeceği anda da yazarın bunu önlemesi... Bir masal değil ama sanki bir film öyküsü okuyoruz hissi yaratması... Üstüne üstlük bu tür zengin ihtiyar adam – yoksul genç kız ilişkisinde yaşanacak tüm klişeleri de kullanıyor Oates. Bir yandan da ihtiyar adam –genç kız ilişkisinde neyin aşk, neyin pedofili olduğu üzerinde düşündürecek çarpıcı olaylar da yaşatıyor kahramanlarına. Güzel Bir Kız, kapağında belirtildiği gibi masalsı hava verse de Katya’nın kimliğinde ve her zaman çıkarcılığın ağır bastığı davranışlarında günümüz gerçeklerine bağlı. Finalinse “mutlu son” olduğu oldukça tartışmalı. İlgiyi hep yüksek tutan kurgusu ve anlatımıyla hızla, merakla, keyifle Joyce Carol Oates okunan bir roman. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1070 hmet Büke, yeni kitabı Kumrunun Gördüğü’nde (Haziran 2010, Can Yay.) sevdikleri, amaçları, idealleri, daha doğrusu daha güzel bir dünya için çalışan, yaşayan insanların çektikleri acıları anlatıyor. Ahmet Büke Kumrunun Gördüğü’ne intihar etmiş iki şairden Nilgün Marmara ve İlhami Çiçek’ten alıntılarla başlamış ve kitabını “Dicle Koğacıoğlu’nun anısına” adamış. Dicle Koğacıoğlu hakkında Hürriyet’te çıkan haber şöyle: “Sabancı Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan ve öğrencileri tarafından çok sevilen 36 yaşındaki Yrd. Doç. Dr. Dicle Koğacıoğlu’nun otomobili, Boğaziçi Köprüsü üzerinde terk edilmiş olarak bulundu. İçinde kredi kartları, çantası ve evraklarının bulunduğu otomobilinde bıraktığı not ise karakola çağrılan yakınlarına verildi. Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Koğacıoğlu’nun “Annem, babam, Poyraz (kardeşi) beni affedin çok acı var dayanamıyorum” diye yazdığı görüldü. Polis köprü üzerinde park edilen aracın kapılarının açıkta bulunduğunu belirterek kamera kaydı incelemelerinde intihar görüntüsünün bulunmadığını bildirdi.” Haberin tarihi 6 Ekim 2010. Bir hafta sonra Deniz Polisi Ortaköy yakınlarında, Boğaz sularında buluyor Dicle Koğacıoğlu’nu. Başarılı bir öğretim üyesi, aktif bir feminist, hayvansever. Haberin altına yorum yazanlar böyle bir insanın neden intihar ettiğini anlamlandıramadıklarını ifade etmiş. İntihar ona hiç yakıştırılmamış. Bu adamanın üzerinde durmamın nedeni Koğacıoğlu’nun dışarıdan baktığımızda başarılarla gelişen hayat hikâyesinde intihara hiç yer olmayacağı inancı ve veda mektubunda “Beni affedin çok acı var dayanamıyorum” deyişi ile Ahmet Büke’nin SAYFA 12 A
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle