Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ş İpek Böcekleri yumurta döşeli yolu kırıyor şeytanın küçük parmakları gerçekliğe ulaşıncaya kadar ve ayrıştırıyor tanrının sırlarını küçük, pratik demiurgos’lar. karanlığın küçültme ekleri ve aydınlığın küçültme ekleri her yere yayılmış Abraxas’lar.(*) taze ipek katmanlarla beliriyor gerçekliğin örnekleri iir Atlası CEVAT ÇAPAN Vera ÇEYKOVSKA/ Şiirler/ Metin ve Çeviri: Suat ENGÜLLÜ ‘anıların külleri üzerinde kızgın mum güllerinden bir cehennem kurarak’ yayan pencerelerin arkasına, “Yaradan” yeni pronaoslar katıyor. Alacalı kilimler üzerinde güğümler, danteller üzerinde kehribarlar, süslü çerçeveler içinde uçsuz bucaksız göl aynaları, ak gerdanları süsleyen inciler, günbatımı şiirlerinin son derece açık seçik manzaraları... Bu arada tanrının uysal sürüsünün mutfak bıçakları, izbelerde depolanmış kuzu beyni sayesinde, kökeni ortaya koymanın çabası içinde... *** İçsürgünlüğüme kadar sardı içimi, serinakşam yaz törenleriyle uyumsuz göl kentinin kovaladığı yakıcı sıcaklık, ağır rahip giysilerinin yırtıklarından dışarıyı gözleyen yanık beden gibi, kartezyen anlayışla yontulmuş düşüncenin tersi – soğuk ve zalim bir tanrının negatifi gibi, üzerinden geçmek, yutmak ve toprağa gömmek varken, manzaranın dışına sıçrayan yılan, çok yaşlı gözleriyle soğurmak göklerin ve zamanın üzerine germek varken manzaranın dışına uçan kartal gibi, : metin – kaçan bir adın verildiği kargaşa içindeki dünya – müthiş bir rutubeti yok etme tutkusunun tezahürü *** Kaçan bir adın verildiği metin yüzünden kovalandığından, o ilk önce, yakıcı gün ortasında, göl kenarındaki ıssız kent meydanına doğru koşuverdi. Her gün, iyiliksever, sağduyulu, tatlı dilli aya kliment’i, yürürken hayal ettiği meydana doğru. Mucizenin burada, ohri’de de mümkün olabileceği kanısına varınca, her iki Ahit’te yer alan, muamması çözülmemiş pek çok meseleyi düşünme teşebbüsünde bulunmadı bile. Böyle olmakla birlikte, her zaman bu kentte sınamaların sınırlı olduğunu biliyordu. Fakat şimdi, birdenbire, her nasıl olursa olsun, kutsal kitapların bir yerine eklenmiş ya da kendi içine yazılmış bir kod gereğince, tam da kendisinin, bir mucize için seçilmiş olduğu sanısına kapıldı. Kavurucu yaz sıcağı altında, kovalayanlardan kaçarken kent meydanından geçmesinin ve meydanın üst tarafındaki bayıra tırmanmasının, belki de kendisi için belirlenmiş sınamalar olduğunu sanıyordu. Ödülün, sığınabileceği, içinde, tahammül edilemeyecek ölçüde kafasını kurcalayan kendi metnini biçimlendireceği, kocaman bir serinliği, “Yaradan” tarafından büyültülen midyeyi, tarihin tatlı esintisini andıran, bayırın tepesindeki kilise olduğuna inanıyordu. Ayaklarında ağır bir yorgunluk hissetmeye başlamasına rağmen, o, kent meydanını çabucak geçiverdi. En yakın sokakları olabildiğince hızlı koşarak geride bıraktı; fakat yine de, arkasında bir yerlerde, kovalayanların seslerini duydu. Gözlerine sis perdesi çökecek kadar aklını allak bullak eden yakıcı sıcak altında soluk soluğa kalmış vaziyette, daracık dik sokaklardan yukarılara doğru koşuverdi. Ona, daha da çok gayretkeşlik aşılaması gerektiği izleniminin hâkim olmasına rağmen, zaman akışını yavaşlatıyordu. O da yavaşladı, hatta durdu bile. Gerçekliğin bütün kavurucu sıcaklıklarının, artık kurumuş bir otun üzerine çöktüğü bir ova düşündü. Güneşin masmavi acıkmışlık içinde, yana yana nasıl gözden kaybolduğunu gördü... Kendisi de kurumuş ot gibi güçsüz düştü. Şimdi, havayı çıldırtan ve toprağı titreten kavurucu sıcaklık altında, kilisenin de çatladığını ve zayıf düştüğünü görüyordu ya da ona öyle geliyordu. Her nasıl olursa olsun, bu görkemli yapı, onun için kaybolmuş sayılırdı artık. Kovalayanların sesleri yaklaşıyordu. Yılan tarafından sokulmuş, kartal tarafından gagalanmış olmayı arzuladı; yeter ki bu bekleyiş son bulsundu. Gözlerini yumdu; fakat birdenbire vücudunda soğuk bir dokunuş hissetti, güçlü kanatların çırpışını duydu. Gözlerini yine açtı: kendisine ağzı açık bakan yılan ve kartal gözleriyle göz göze geldi. Metninde sezdiği yuvarlak gökleri, artık aklını tamamen yitirmişçesine içlerinde gördüğü, o çok eski zamanlara ait gözlerdi bunlar: parıldadılar ve tıpkı inciler gibi önce ona doğru, sonra da bayır aşağı zıplayıp yuvarlanmaya başladılar. Ancak onların gözlerinde aslında kendi bakışını gördüğünün farkına varamadan, yılan ile kartal gözden kayboluverdiler. O şimdi aşağılara, kente doğru baktı. Göl, üzeri inci kaplı koca bir alanın masalsı aynasıydı. Gözalıcıbalıklar, saydam bakışımlarda üreyerek, gerisin geri, ona doğru yüzüyorlardı. Çekici, fakat aynı zamanda şaşırtıcı derecede yalın bakışımlar; tıpkı onun metninin yarıklarından fışkıranlar gibi. Akan hava tertemizdi. Güneş billurdan farksızdı. Karanlık ve korkunun bütün dal ve gülleri toplanmış, bütün pislikler ve yanlış adımlar ortadan kaldırılmıştı. O ise – o, kendi metnine girmiş olmaktan sonsuz bir haz hissediyordu. Üzerindeki yabancı sesleri duymadan önce, bu iş tamamdır, diye düşündü. Kendisine görünen kodun anlamı çözülmüş, manzaranın ve göklerin görünmez anılarına teslim edilmişti. İlelebet. Şimdi gece ve hayali sonun sonu kolay yapışan ve geveze karanlık duvaklar gibi yaklaşıyordu. Daha bir kutsal mutluluk gibi... Rimbaud eğildiğini görüyorum erdenliğin tomurcuklanmış dalları altında, tufanda kabaran sular gibi kabaran kökenine batırmakta oldukları arasında neler neler yok: dünyaya geldiği, her iki yanındaki daracık sokakları, sabahın doğduğu ve ölülerin toprağa girdiği ardenler’in manzaralarına uzanan charleville; paris’in pembemsi kenar işlemeli ve zarif lâmba parıltılı olağanüstü kurşuniliği; londra’nın sisli kuleleri, köprüleri ve birahaneleri; brüksel’in usta işi cephe duvarları ve duyguları; stuttgard’ın göksel ve ussal durulukları; yabancılaşmışlığın öldürücü kabukları içindeki yaratıklar, isyan alevleri; yaya geçilmiş bütün miller; gezici sirkler, olağanüstü fakat gereksiz beceriler; görünmezle birleşme deneyi için âdeta yutarcasına okunan bütün tuhaf kitaplar… oysa bütün bunlar, sahip olunamamış fakat ayırt edilen, gelecekte de sezilecek bir biliş/hissedişte düğümlenen, pek çok olası sonucun ortasına ansızın dalmış olmanın bir ifadesidir sadece: söz konusu olan, bir çeşit tümkapsayıcı ve zamanlarüstü – fakat ertelenen yalnız alanın mahremi sanki. dayanılmaz uzgörülerle alevlenen: tahammül sınırlarını zorlayacak ölçüde çoğalan ve hücrelere kazınan: kökenin yüzeyine çıkmaya zorlayan: sahiden de, yüksekliklere kaldırılmış, eski gravürler denizi gibi.(**) geriye, yalnız alanın en ateşli tutkusunun gıdıklanışlarının, berraklığı gölgelenmemiş büyük güneşin kaldığı yükseklikler… … afrika, uzun bacaklı zenci tanrıçalar ve kabileler, bedeviler ve kuğuları andıran dervişler; dört bir yana dağıtarak tekrarlanamaz cümleleri, kızgın kum tepelerinde bir yerlerde parçalara bölünen, gökkubbenin ekseni etrafında oynanan kusursuz dansta hepsi. birini ? (*) Abraxas Eski Mısır gnostisizmindeen yüce varlık, 365 göğün hükümdarı (**) “... eski gravürler denizi gibi” – Arthur Rimbaud’nun, “Tufandan Sonra’ adlı şiirinde yer alan mısrasının bir bölümüne göre. SAYFA 31 hafta yayımladığımız Vera Çeykovska şiirlerine bu sayımızda devam ediyoruz... G eçen Kurşuninin Alevlenişleri bir zamanlar gür sınamaların çerçevesi olan, büyük pencereler, boğucu gökyüzünün sarmaşıklarıyla kaplı, öte tarafın kapıları şimdi: güvercinlerin, tatsız sıraların, seslerin ve yankıların bulunmadığı diyarlara dalarcasına daldıkları, kurşuninin aynaları önünde duruyoruz aslında, ikimiz de. Bir kenarda yanan mumların alevleri sadece, pırıl pırıl sabahların ve mutluluk kaynağı yıldızlı gecelerin daha önceki sözlerinin uyumundan oluşturulan ritme göre titreşirken hâlâ, anıların külleri üzerinde kızgın mum güllerinden bir cehennem kurarak Güney *** gerçekliğin bütün yakıcı sıcaklıkları ovada çoktan kurumuş olan otun üzerine çöküyor... Güneş, yalap yalap yanarak, masmavi açlık içinde kayboluyor... Yılanlar da ateş sıçramaları, kızgın dillerdir... Sesi kurutan ve ufalayan. Tınıyı alevlendiren... Kartallar da en son gölgelerin hiç beklenmedik uçuşlarıdır... Dallanıp budaklanarak, aklın ötesine kadar derinleşiyor yeryüzündeki yarıklar... Taş kendi şekline katlanamıyor artık... Etraf tepelerde kaleler, tapınaklar, düşsel mozaikler, frizler ve kabartmalar, herhangi bir iz bırakmadan yıkılıyor... Görülen izler bırakmadan yani... *** Göl alanı etrafında, kireçli küçük evler ve tıpkı kutsanmış serinlikler gibi günün yaz sıcağına sinen, yükseklere kurulmuş kiliseler. Daracık sokaklarda, eşsiz dizemle uzayan, belirsiz fakat her şeye rağmen mutlu sonla biten bir güney masalının inci gibi yapısından farksız, göz kamaştırıcı kaldırımlar. Zakkumlar ve beyaz duvarlar arasında etrafa mavi akisler CUMHURİYET KİTAP SAYI 1053