27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Herakleitos’tan Yunus Emre’ye, Aydınlanmadan Materyalizme Değişimin Diyalektiği ve Enver Gökçe Bilinç şairidir Enver Gökçe. Kendi deyişiyle, ‘diyalektik düşüncenin bilincini taşır kütlelere.’ Nâzım Hikmet’in açtığı yolda kendi özgün şiirini yaratmıştır. Şiirlerini kitlelere yaklaştırmış, kitleleri de şiirindeki yüksek bilincine çekebilmiştir. Halk duyarlıklarını iyi sezmiş. Şiirindeki bu yüksek duyarlığın halk dilinden, halk türkülerinden geçtiğini bilen Gökçe’nin, şiir gelişimindeki temel kavşaklar ve şiir durakları: “Halk şiirinden Divan şiirine, Nâzım’dan Dedekorkut’a, masaldan tekerlemelere” değin uzayan devrimci bir çizgide gelişir. Gelenekten beslenirken, şiirin devrimci özünden ödün vermez. Şiirinin özünde diyalektik ve tarihsel materyalizm yatmaktadır. Omurgasını da bu oluşturur şiirinin. Ë Ali Ekber ATAŞ ynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” diyor Heraklitus! Nâzım da “Aynı kiraz dalı sallanmaz aynı rüzgârla” diyor. Antik dünya ve modern çağın Anadolu’dan yükselen bu iki büyük sesi, aynı bilinci taşımaktadır insanlığa. Farklı çağlarda yaşamış olmalarının bir önemi yok. Kendi yerel ve ulusallıklarını çok aşmış ve evrensel sesleri olmuş insanlığın. Dahası, bu iki üst bilinç insanının söyledikleri, nereden gelip nereye gideceğimizi de göstermektedir bize. Her şeyin bir akış içinde olduğu, sürekli bir değişim ve gelişimin yaşandığı her durum ve olguda, bir karşıtlık söz konusudur çünkü. Doğasındaki merakla insan, bir yandan yeninin peşinde koştururken, öte yandan da yenilik karşıtı bir tutuculuğa yönelebilmektedir ne yazık. Kaynağında, her yenileşme eylemi beraberinde karşıtıyla girer yaşamımıza. Diyalektik bir olgu bu. Ne ki, değişimin diyalektiğinden habersiz olanların yanıldıkları asıl nokta, her olay ya da olguda bir “tekrarın” yaşandığını sanmalarıdır. Oysa bütün olup bitenlere “aklın yolu ve deney yöntemiyle” bakabilseler eğer, bunun böyle olmadığını görebilecekler. Bundan ötürü, değişime dirençlidirler. Her ne kadar değişime direnseler de, doğa yasaları bunun böyle olmadığını, acı biçimde öğretmektedir diyalektik düşünce karşıtlarına. Diyalektiğin gereğini yapanlar, doğanın çözümsüzmüş gibi görünen sorunlarını aşmada din öğretilerini değil, bilimsel düşünceyi erek edinmişlerdir kendilerine. O bilimsel düşünce ki, insana kendini sorgulatmakla kalmaz salt. Akıldışı her tür inanışı, akıl yargıcının önüne çıkartıp yargılatır ona. Evreni ve Tanrı’yı bile! Ben kimim ve ne yapıyorum? Dünyaya niçin geldim ve kimin için yaşıyorum? İnsan özünde nasıl bir varlıktır? Dünyayı, daha insanca yaşanılır bir yer haline getirebilmek olanaklı mıdır? Bunun için insan ne yapmalıdır? Olayların neden ve sonuçlarını, neye ve hangi yöntemlere başvurarak açıklayabilirim? Somut dünya ve doğa gerçeklikleri dışındaki, bilimin henüz açıklayamadığı olaylar dizisini, “nasıl anlamam ve neye dayanarak yorumlamam” gerek? Bu ve benzeri sorulara verilecek yanıtlar, bizim duruşumuzu da belirler. İşte, Batı düşüncesinin temelinde, bu “akılcılık ve bilimsellik” yatmaktadır. Öyle sanıyorum ki, Enver Gökçe de aynı soruları çok kez sormuştur kendisine. Yanıtlarını yaşamında buluruz. Çünkü bütün yaşamı kavgaya adanmış, kavgayla geçmiş bir şair. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” ilkesi yaşamının özeti gibidir. Özgürlüğü tüm insanlık için istemiştir. Kavgası bunun içindir. İnandığı dünya görüşünün rengi, kişilik SAYFA 20 “A ve kimliğine de sinmiş Gökçe’nin. Yetiştiği ekinsel birikimin insancı ve evrensel yanlarının da bunda etkili olduğu bir gerçek. Şiirini kurarken, yaşadığı coğrafya ve dünyadan kopmadan yaptı bütün bunları. Marksist düşüncenin estetiği ve sanat anlayışı içinde kalarak. Hiç yalpalamadı. İnandığı gibi yaşadı, yaşadıklarını söyledi ve yazdı. Bir milim sapma göstermedi. Büyük bir birikimle başardı bunları. Daha çocuk yaşlarda kitaba ve okumaya düşkün bir kişilikle karşılaşıyoruz. Mehmet Kemal’in yazdığına göre, ‘Mahalle arkadaşlığı ve öğrencilik yıllarında, ellerinden kitap düşmezmiş. “Kitap delisi” iki arkadaş olarak, ‘sık sık birbirlerinden kitap alışverişinde bulunurlarmış’. Hatta ‘Enver Gökçe’nin, elinden divanların, eski yazı şiir kitapların düşmediğinden’ söz eder. “Enver Gökçe şiire ilk olarak ‘Ağıt’la başlamıştır!..” İlk şiirini 1943’te (Gelmeyen Bahar), liseyi bitirdikten bir iki yıl sonra yayımladığını biliyoruz Gökçe’nin. Ne ki, onun ilk yayımlanan şiirinin “Gelmeyen Bahar” değil, “Ağıt” olduğunu yazmaktadır Timuroğlu. Bu, öylesine söylenmiş bir savsöz olmaktan çok ötede bir durum ve gerçeklik. Enver Gökçe tarihine ve karanlıkta kalan birçok noktaya ışık tutacak ve Türk yazınının genç kuşak araştırmacılarına da yol gösterecek bir ipucu. Söyleyenin ve yazanın Timuroğlu olması, bunu daha da önemli kılıyor. Onun söylediği ya da yazdığı hiçbir söz ve yazısında, ortaya attığı hiçbir düşünce ve sav, ereğinin dışında söylenmediği gibi, düşünce yaşamımızdaki karanlık noktaları aydınlatmaya yönelik olmuştur hep. Bunu büyük bir tarihsel sorumluluk bilinciyle yapar, yapmaktadır. Geride bıraktığı seksen iki yıllık yaşama ömür katan hayatı, önemli tanıklıklarla dolu. Bunun yetmiş yıla varan bölümü Türk düşün, yazın, sanat, eğitim ve yöneticilikle geçmiş. Buna itiraz edenler çıkacaktır. Biz bu itirazlardan çok, bu güçlü tanıklığın bizi götüreceği doğruyu bulmak düşüncesiyle, araştırmalarımızı bu tanıklığın ışığında sürdürmek niyetindeyiz. “Enver Gökçe’nin, şiire ağıtla başladığını” yazmaktadır Timuroğlu, “Onun, kitaplarında yer almayan ama ,“Yaba’nın bu sayısında (hangi sayısı olduğu belirtilmemiş yazıda. A.E.A) yayımladıkları ‘Ağıt’ın, onun yayımlanmış ilk şiiri olduğunu sanıyoruz. (….) Enver Gökçe’nin yayımlanmış ilk şiiri sandığımız şiiri, toplumsal ve doğasal bir acının, Adapazarı depreminin şiiridir. Ülkü’nün 1 Temmuz 1943 günlü 43. sayısında yayımlanmış…” diye yazmaktadır aynı yazıda. Devamında da güncelliğini ve önemini koruyan bir dileğini aktarmaktadır: “…Oysa, kültürümüzün büyük taşları hakkında yapılacak araştırmalarda, araştırmacılara yasak yayımları inceleme olanağı verilse, çok önemli durumlar aydınlığa kavuşur…” Bu dileğe katılmamak olanaksız. Belki de, Gökçe’nin kaybolduğunu bildiğimiz “Yusuf ile Balaban Destanı”nın bulunması yönünde, küçük de olsa bir umut ışığı bu! İlk tutukluluk.. Sıkıntılar.. Ardından, “Görüş Günü” ve sonrası... Gökçe’nin, Türkiye Gençler Derneği davasıyla gelen 95 günlük ilk tutukluluğu: “Bugün görüş günümüz/Dost kardeş bir arada/Telden tele/Mendil salla el salla/Merhaba!”lar eşliğinde, “Fakültenin yanı demirden köprü/Fakültenin önü bir sıra kavaktı/Biz bir garip yiğit kişiydik/Bütün Hürriyetler bizden uzaktı” diyerek, “fakültenin önü”nde son bulur. Her iki şiir de, yaşanan gerçeklikten yola çıkılarak yazılmış bir durum şiiridir. O gün olup bitenleri, türkü içtenliğinde, dipten gelen şiir dalgasının hüzünlü ezgisi, sarıp sarmalar bizi. Bu şiir ve sonradan yazılacak olanlar “Büyük şiirin” habercileridir ve uyanan yeni hayatın kıpırtılarını muştular bizlere. “Enver Gökçe, bir olayı, bir olguyu ya da bir duyguyu ve düşünceyi alırken olayın, olgunun, duygunun ve düşüncenin yerel kimliğini, sonra da ulusal kimliğini ortadan kaldırır. İşte bu yöntem, onun evrenseli yakalamasına yol Özgürlüğü tüm insanlık için istemiştir, kavgaaçar…” (Timuroğlu, Vesı bunun içindir. İnandığı dünya görüşünün cihi) rengi, kişilik ve kimliğine de sinmiş Gökçe’nin. Aleksandır Fadeyev’in, “Genç Nöbetçi” adlı yapıtında geçen bir sahneyi anlatan şu tümceleri, hiç de yabancısı olmadığımız bir olayı anımsatmasıyla beraber, belleklerimizi yenilemesinden ötürü önemli. Sevginin ve sabrın musahibi emeğin, büyük yürüyüşünün belleklerimizde güzellediği işte o an: “Büyük halk göçünden bu yana stepler, böylesine bir kütle yürüyüşüne tanık olmamıştı. İnsanlar yürürken olgunlaşmış ya da olgunlaşmak üzere bulunan mısırları ezip geçiyorlardı. Ama, buna kimseler üzülmüyordu. Ne mısırları ezenler ne de onları ekenler.” Herkesin olan, ama hiç kimsenin tek başına yaşamadığı coşkudan söz edilmektedir burada. Stepte yürüyen insanlarla, seksenli yıllarda Zonguldak’tan Ankara’ya aileleriyle yürüyen Zonguldaklı Maden işçileri ve onları izleyenlerin coşkuları bütünleşmiştir. Asya steplerinin kuru havası, Karadeniz’in yağmur bulutlarına karışmış. İnsan seli, hızla akmaktadır Ankara’ya doğru. Anımsayalım! Bu coşkunun kimliği belirsizdir artık. Evrenselleşme denilen şey, işte budur! Birileri tarafından bir sevda uğruna ya da yaşadığı büyük acının onanması için yakılmış türkülerin hüznünde, ilk söyleyenin kimliğini arayan çıkmadı henüz. Çünkü halk denen büyük sessizlik, derinliklerinde taşıdığı magmalarıyla yaşar. Onları kitleselleştirip zulme karşı katılaştıracak havayla buluşacakları anı beklerler. Sabırlarının son deminde, küçük bir kıpırtıyla beraber, çığ olup düşerler dağ başlarından. Önlerine çıkanı ezip geçerler. Bu nedenle, türküleri söyleyenin kimliği, halkın büyük yolculuğunda anlamını yitirir. Enver Gökçe, bu sessiz çoğunluğun derinliğindeki magmayı görenlerden. “Toplumsalcı Gerçekçi Türk şiirindeki” yerini, özgün kurgusu, kendine özgü yarattığı şiir dilini kullanışıyla da geniş halk yığınları arasında beğenilmiş ve toplumca kabul görmüştür. Kendiliğinden oluşan bir gelişmedir bu! Başkalarına da öncülük eden Gökçe’yi bu değin önemli yapan nedenler ve gerekçeler üstüne, kendimce uzun sayılabilecek bir süredir çalışmalar yapmaktayım. “Büyük şiirin” yaratıcısı ve kurucusu Gökçe’nin, şiirini oluştururken “nerelerden ve nasıl beslendiği”, şiirinin art alanında ki büyük ekinsel birikimin şiirine etkileri konusu çok önemli. Başlı başına bir tez konusudur üniversitelerimiz için! Enver Gökçe, yaşadığı dönemde kit ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1053
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle